Bu hafifçe kenara itilecek bir roman değil. Daha büyük bir şiddetle uzağa fırlatılmalıdır. -Dorothy Parker |
|
||||||||||
|
Keşke adaletle mesafemiz ölçülerle ifade edilebilecek cinsten olsaydı. Bu durumda her nerede ise gidip onu öğrenebilmek, alabilmek kabil olurdu. Ama onunla aramızdaki uzaklığı mesafelerle anlatabilmek maalesef mümkün değil. O, başka bir varlık dünyasında sessizce gölgesini sunuyor bize, bizler de adalet özlemiyle bu gölgenin resmini mevzuatlarla çiziyor, duruşmalarla bu gölgeyi teatralleştiriyor, bu gölgenin bizleri serin ve güvende tutması için adliyenin soğuk duvarlarının altına sığınıyoruz. Peki gölgesinden bile bu denli medet beklenen, bir devletin temeli sayılan, insanların mallarını, izzet ve nefislerini, canlarını ve dahi karmaşıklaşan dünyamızda niteliği ve niceliği artarak değişen daha bir çok hak ve özgürlüklerini muhafaza altına alan adalet, zaman ve mekan sınırlarının ötesinde özü itibariyle nasıl bir varlıktır ve onu zaman, mekan ve toplumsal yapı bağlamında çizmeye çalışan yasama organlarının gölge ve karakalem çalışmalarının yanında adaletin gerçeğinin resmine ulaşabilmek mümkün müdür? Burada metod sorunu ön plana çıkıyor. Dünya üzerinde modern devletler yasa koyma yetkisini devletin temel erklerinden biri olan yasama organına devretmiş bulunmaktadır. Ancak burada da yasama organını oluşturan kimselerin yeterince yetkin olmaması durumu bir sorun olarak ortaya çıkmakta, pratikte bu mesele, uzmanlaşmış kişilerden oluşturulan bir komisyon vasıtasıyla çözülmektedir. Burada yasama faaliyetinin temel amacı tabii olarak halkın ihtiyaç ve beklentilerine cevap vermekle birlikte, uluslar arası kaidelere aykırı davranmamak ve ayrıca devletin yani organize olmuş, belli bir toprak parçası üzerinde egemenlik hakkına sahip bu devasa organizasyonun politikalarını gerçekleştirmektir. Yani bu yönüyle yasama, küresel olmaktan daha çok yerel bir nitelik taşımaktadır ve toplumların farklı özellikler taşımaları dolayısıyla kendine özgülüğü elbette ki bir dereceye kadar hoşgörülebilir kabul edilmelidir. Gelgelelim böylesine sınırlı bir zihin çerçevesinde oluşturulmuş yasaların adaletin özüne ulaşabildiği kabul edilebilir mi? Ya da varsayalım ki devlet, aşırı idealleştirilmiş bir tavırla ve devrim niteliğinde bir algıyla yeryüzünün bütün ileri hukuk düzenlerini tarayıp hukukun en ileri biçimlerini mevzuatına kabul etmiş olsaydı bile değişmez, kavranması namümkün, bir ütopyadan ibaret olan adaleti gerçekleştirmiş olur muydu? Muhakkak ki bu tarz pragmatik girişimler, kendisi için girişimde bulunulan topluma sınıf atlatacak bir bilgeliğin işi olabilirdi ama sonuçlar bazan koşullarla zaman, mekan ve toplumla sınırlandırılır. Bu soyutu somuta dökmek zorunda kalan dahinin ödemekten kaçamayacağı bir bedeldir. Peki sınırsızca mevzuunun derinine inecek bir yol yok mudur? Yani bilgeliğin sonsuzluğa uzanan karmaşasında kendine yer açabilecek kadar kendinden kuvvete malik, istemden doğan ama istemi bilgeliği yokeden bir unsur olmaktan çıkarıp bilgeliğe ivme kazandıracak bir araca dönüştürecek bir güç... Elbette ki sözünü etmeye çalıştığım şey Schopenhauer'in belirttiği gibi sanattır. Sanat, istemden doğar, yani insanın karnında taşıdığı bütün komplike arzularından, heva ve heveslerinden ve bütün bunların neticesinde kendini ortaya koyma arzusundan... Ancak insanda ilahi bir kıvılcımın eseri olan sanat, onu yaratan dürtülere başkaldırıp onlardan daha güçlü bir konuma erişmedikçe yani istem -kültürümüzdeki karşılığı nefstir-, sanat vasıtasıyla derinleştirilip ilmin emri altına girmedikçe doğru yöntem olmaktan çıkıp bilgelik yolundaki en büyük engel olacaktır. Çünkü bir ağaç bazan sadece bir ağaç olmaktan çıkıp resmedenin duygusal travmasına -ki bu evrensel bir şey de değildir- dönüşebilir. Yahut da kelimeler siyasi bir beyannameye... Anlaşılacağı üzere bunlar bizi adalete götürmeyecek, ondan uzaklaştıracaktır. Peki sanat, hakimiyeti ele aldığında ne olur? Tereddütsüz olarak söyleyebilirim ki et ve kemikten ibaret olan, üzülen, sevinen, parça parça birşeyler düşünebilen insan, evrensel bir akla, tüm bir beyne ve sezgiye dönüşür. Ve sezgi yolumuzdur. Bizi hakikate, adaletin gerçek bir tanımına yaklaştıracak bir yol... Bu yolda insanın temel beş duyusuyla algıladığı dış etkenler, bunların doğurduğu duyular ve duyguların karmaşası olmayacaktır. Bu yüzden vicdan hissi bile sakınılması gereken putlardan biridir. Çünkü bir zaaftır ve hakikati duyumsamak isteyen öncelikle kendi benliğine karşı katı davranmalıdır. Elbette burada eleştirilen, hakimin vicdani kanaatlerine göre karar vereceği ilkesindeki gibi bir vicdanlılık değil genel çağrışımıyla hissi ve yanıltıcı bir duygusal durum yahut eğilimdir. Yani bir hükme dayanak teşkil edecek vicdanın, evrensel ve bir öz olarak var olması lazımdır. '...Kişinin dolaysız ve kendiliğinden yargılama yapmasını sağlayan bir güç...' Yoksa toplum, çevre yahut hayatı boyunca beynine doluşan birtakım his kırıntıları, hakimin hükmüne dayanak teşkil edemez. Etse bile adaletin yanından geçemeyeceği gibi bir tür kendini tatminden öteye gidemez. Elbette günü kurtarmak da önemlidir ama gevşeme ve rahatlama arzusu, hakikatin peşine düşenler için pek gereksiz bir şeydir. Aynı şekilde deney ve gözlem, neden ve sonuç gibi bir takım fizik yasaları da metodumuza dahil olamayacaktır. Çünkü bu yöntemlerle fizik dünyada var olmayan bir üst kavramın portresini çizmek mümkün olamaz. Fizik, hayalin gücünü ancak bazı kayıtlarla kullanmaktan yana koyagelmiştir tavrını. Bizim hayalimiz ise sınırsız, bağsız ve bağıntısız olmalı; metafizik düzeye varmalıdır. Ancak bu başıboş, sistemsiz bir düş kurma olmayacaktır. Tüm heva ve hevesler üzerinde ezici üstünlüğünü ilan etmiş olan sanat, beynimizde saf bir görüye dönüşecek ve ilmin karanlık yollarında bize yol gösterecek; kuruntulara kapılmaktan da bizleri alıkoyacaktır. Belki bu şekilde gözlerimizi kamaştıracak bir parıltı, bir adalet hüzmesi çalınacak ve kazınacaktır zihinlerimize. Ama aydınlanma bir ilerleme üzerine, aşama aşama, gözlerimizi ışığa alıştırarak yine de bir anda olacaktır. Hemen değil... Gözlerimizi ışığa alıştırmaktan bahsederken adaletin gözlerinin bağlı olduğunu unuttuğum sanılmasın! Evet gözleri bağlıdır, bu yüzdendir ki zengin-fakir, güçlü-zayıf, kişi-kurum gibi bir ayrımı yoktur. Bilincinde yahut bilinçaltında herhangi bir gruba aidiyet ve yakınlık duyumsamaz. Acıma, öfke, yahut korku nedir bilmez. Kılıcı doğru zamanda, doğru yere ve doğru baskıyla iner. Ölçüsü şaşmaz terazisidir. Bahsettiğim şeyin eski pagan masallarındaki kahramanları anımsattığını biliyorum. Ama o bir kahraman da değildir. Bir idealdir. Mükemmel, ezeli ve ebedi... Ulaşılamayan... Ona yakın olabilmek bile ne büyük zevk! Bedeni veya duyusal başka hiçbir zevk bir ideale yakın olmanın verdiği zihinsel hazza yaklaşamaz. O idealin peşine düşmekse zihni de aşarak ruhsal bir doyumun kapılarını aralayacaktır. Konuyu irdeledikçe ister istemez felsefeye sığınmak zorunda hissediyorum kendimi. Çünkü soyutu başka türlü anlatabilmek imkanı yok. Anlatımı kolaylaştırmak için de kendi kavramlarımı belleklere yerleştirmeye çalışmanın yanında ünlü ütopyalardan da yararlanmayı düşünüyorum. Platon, öğretilerinde idealar dünyasından söz eder. Burada yasalar, kavramlar ve ilkeler vardır. Bunlar durağandır ve değişmezler. Evrende var olan herşey bu ideaların yani özlerin yansımaları, daha doğrusu gölgeleridir. Adalet için de aynı durum söz konusudur. Bu zekice öğretilerden yeri geldikçe kendi sistematiğimizi kurmak için de yararlanılacaktır. Çünkü büyük bir şey hakkında sağlıklı bir bilgiye sahip olabilmek için ona bir çok açıdan bakmak, yaklaşmak gerekecektir. Üstün beyinlerin kıymetli ürünlerinden istifade etmemek de ahmaklık olur. Hem bu şekilde istemin etkinliği yani tek bir benliğin değer yargıları kırılarak amaçladığımız gibi evrensel ve objektif bir bakış açısı kazanılabilir hem de sanatsal bir sezgi gücüne ulaşılır. Çünkü sanatın milliyeti, örfü ve adeti olmadığı gibi ona dindar yahut dinsiz de denemez. Her neyse! Gölgelerden söz etmişken, arayış içerisindeki herkes gibi ve pek kolaycı davranarak gözlerimizi şöyle bir doğaya da çevirebilirdik. Ne de olsa insan, tabiatı taklit ederek başlamış ve ilerlemiştir. Peki neden böyle eğlenceli bir yöntemi benimsemek yerine duyusal olarak algılayamayacağımız ancak zihin yoluyla kavramsal olarak üzerinde düşünüp fikir yürütebileceğimiz bir hayal alemine dalıp kaybolmak riskine giriyoruz? Gölgelerde dolaşarak ve kendimize doğayla ilgili yalanlar söyleyerek adaletin belki bulutumsu ama renkli ve mütebessim bir siluetini ortaya koyamaz mıydık? Bu, zevkli bir oyun olurdu ama oynamaya çok fazla vaktimiz kaldığı söylenemez. Karamsar filofozomuz Nietzsche gibi davranmak istemesem de tabiatta adalet yoktur. Bu konuda pozitif bilimlerden yararlanamayız. Çünkü dış dünyada 'Büyük balık küçük balığı yer.'. Ya insanlık! İnsanlık için adalet mevzuu bahis midir? Geçmişe baktığımda sadece kanlı savaşlar görüyorum. Çoğunlukla güçlülerin kazandıkları... Adalet güç müdür ki! Öyle olsaydı dünya her çağda cennete benzerdi. Ne düşündüğünüzü biliyorum! Madem diyorsunuz, adaleti yerkürede değil başka bir boyutta arayacağız, hal böyleyken uzayda ışık hızıyla bir yolculuk yapıp belki bir karadeliğin içine girmemiz yahut da yogayla Nirvana'ya yükselmemiz gerekecek. Elbette hayır! Hakikati dışarda aramayacağız. Beni yanlış anlamayın, iç dünyamıza ya da çocukluğumuza da dönmeyeceğiz. İçerisi daha tehlikeli... Hırslarımız, acılarımız, korkularımız ve en tehlikelisi intikam... İntikam olan yerde adalet yoktur. Ama yola girmek için de bu sinsi tehlikeleri aşmak lazımdır. Çünkü içinde duyguların da yerleşegeldiği bir yere gidiyoruz. Beynin bizatihi kendisine... Bilindiği üzere insan beyni çok karmaşık bir yapıdadır. Hala çözülememiş olmakla birlikte gizemini başlangıçtan beri de sürdürmektedir. Bilim adamları, bir takım testlerle beynin gücü hakkında rakamsal veriler elde etmeye çalışmışlar ama zamanla bu testlerin kesin ve bütünlüklü bir neticeye varmaktan uzak olduğunu itiraf etmek zorunda kalmışlardır. IQ testlerinin yanında ruhsal zeka ve duygusal zeka gibi yaklaşımlar ileri sürüldüyse de bunlarla da büyük resme varılamamıştır. Aristo'ya göre, insan düşünen bir hayvandır. Bu derin ama soyut önermeyi Immanuel Kant yeryüzüne indirmiş, ustalıkla bir sisteme dönüştürmüştür. Beynimize dış dünyadan, sinirler vasıtasıyla milyonlarca uyarı gelmektedir. Bu örgütlenmemiş uyarılar, duyulardır. Zaman ve mekan algılaması içerisinde bu sayısız uyarı 'zihnin amacı' doğrultusunda elenir, uyum içinde birleşir ve bu duyular algılamalara ve algılar da kavrayışla fikirlere dönüşür. Yani gerçeklik olarak gördüğümüz herşeyi özü itibariyle değil aslında bir fikir olarak biliyoruz. Dolayısıyla oldukça karmaşık ve subjektij olan düşünme etkinliği neticesinde ulaşılacak bir yargı; bir öz ve ideale, hakikate değil bizleri yine bir fikre vardıracaktır. Bu halde arayışımızı beyinde sürdürmemizin manası nedir? Bu, beynin içinde bulunuşumuzu gerçekten de anlamsız kılardı, eğer beynin henüz keşfedilmemiş bir yerlerinde beynin kendisinden ari olarak, bağımsızca dönüşünü sürdüren ve sinirlerle değil daha kadim ve kozmik hatıralarla beslenen kırmızı bir gül bulunduğundan haberdar olmasaydık! Yani 'sezgi'nin varlığından... Sezgi, gelişmiş bir içgüdüdür. Bilindiği üzere hayvanlar, akıllarıyla değil içgüdüleriyle hareket ederler. Kabuklarını henüz kırmış kaplumbağaları denize yürüten odur. Zavallı kaplumbağalar bu konuda bir deneye de sahip değildir. Ama her seferinde doğru istikameti tercih ederler. Bu misalle tabiata bakmamak ilkesini ihlal ettiğim sanılmasın! Çünkü alıcı kuşların bu yavruları yutmak için arkada pusuya yatmış olduklarını biliyorum. Ve adalet, Thrasymakhos'un iddia ettiği gibi, her yerde kuvvetlilerin yararına hizmet eden, onların isteklerini gerçekleştiren bir olgu değildir. Diyeceğim o ki, sezgi, insanda entelektüel bir içgüdünün yansımasıdır. Yani hayatta kalmak gibi maddi bir amaca değil, daha mistik bir gayeye, hakikate hizmet eder. İşte bu nedenlerle çalışmamın seyrini bilime, doğaya, mevzuata, duygulara yahut fikirlere değil sezginin ve sanatın kudretine dayandırmayı uygun gördüm. Çünkü insan, Sokrates'in eşsiz tanımındaki gibi, ruhunda ebedi hakikatler taşıyan, yüksek... Ve akıl sahibi bir varlıktır. (Devamı gelecek)
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Umut Salih Tiryakioğlu, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |