En güzel özgürlük düşü, hapishanede görülür. -Schiller |
|
||||||||||
|
Düz mantık, beyni yedi bölgeye ayırdı. Her bölgeye bir kukla yönetici atamakla işe girişti. Hayallerini gerçekleştirmek için aradığı fırsatı, melekeleri telef ederek ele geçirmişti. Bunlar, doğallığı bozulmamış, katışıksız, henüz çerçevelere tıkılmamış olan; beynin kuytu dehlizlerinde dolaşan mantık yahut his ürünleriydiler. Adları yoktu. Düz mantık, -kimseye değer vermediğinden- yeni filizleri zorla ailelerinden koparıyor; beyin ve uydularında kurduğu laboratuvarlarda bunları denek olarak kullanıyordu. Pozitif düşünce, İmparatorun en gözde danışmanıydı. Ondan bile cani olan bu yaratık tam anlamıyla bir deney ürünüydü. “Geleceğin Uygarlığı” üssünde yetiştirilenlerden biri. Bu sözde bilim merkezlerinde önce deneklerin gen haritaları çıkarılıyor, yetenek ve eğilimlerine göre bunlar sınıflandırma ve eğitime tabi tutuluyordu. Bedenleri de uyum sağlamak üzere yeniden yapılandırılmıştı. Pozitif düşünce tam bir savaş makinesi olarak büyüdü. Tüm duygularından arındırılmıştı. Büyük imparatorluk şurasını o açtı. “Yüce düz mantık ve saygıdeğer üyeler, sizleri selamlıyorum. Burada son günlerde iyice belirginleşmiş olan sorunumuzun çözümü için toplanmış bulunuyoruz. Beyni, yok etmek pahasına birleştirmeyi başardık. Ancak melekelerin -bilhassa hissilerin- içinden birtakım çağdışı bağlarını sökemedik. Mantık, bu durumu kabul etmiyor. Yazık ki hakikat... Bu bayağı canlılar hurafelerle beslenen inanışlarıyla erişilmez gücümüze kafa tutuyorlar. Çözüm için Kod A projemizi imparatorum ve sizlere arz ederim.” Bilim heyetinin başkanı söz aldı: “Baylar, öncelikle kısaca anlatayım. Kod A yaklaşık on yılda gerçekleşecek bir projedir. İlk aşamada bizim anladığımız anlamda pek de bilimsel olmayan bir metod tatbik edilecektir: Propaganda. Uzay üssünün salonunda durumu kavrayamadıklarını gösterir bir uğultu dolaştı. Birçoğu Kod A'dan bihaberdi zaten. Ancak bir bilimcinin propagandayla ne işi olabilirdi ki! “Sizlere tuhaf gelmesi normal. Geçmişte kitleler, duyguları yönlendirilerek veya saptırılarak yönetildi. Bunu gerçekleştirebilmek için de propaganda tekniklerinden yararlanıldı. Kelimeler, medya, hitabet vs. Tarih dersini uzatmayayım. Bizim amacımız duygulara yön vermek değil. Zaten buna ihtiyacımız da yok. Gücümüz, güneş sistemine hakim. Anlatmak istediğim şey, beynin hislerden tamamen arındırılması. Ve bu konuda da bilim devreye giriyor.” “İzniniz olursa ben devam edeyim.” Bu, birinci bölge temsilcisiydi. Aynı zamanda yeni filizlerin kobay olması fikrinin mucidi! “Ömrün uzaması, -tabii sonuna kadar yaşamalarına müsaade etmiyoruz- onları kontrolü daha zor varlıklar hâline getirdi.” Güldüler. Biri hariç... “Tek dünya devleti yani imparatorluğumuz kurulduğunda yeni doğan her filizi takip altına alma uygulamasına geçtik. Bu amaçla doğumdan hemen sonra melekelerin içlerine özel aygıtlarımızdan monte ediliyor. Ana uyduda konuşlanmış üssümüze Kod A girişi bildirildiğinde bu cihazlar faaliyete geçecek. Melekelerin tüm duygusal yetilerinin önemli ölçüde zayıflayacağını umuyoruz. Daha sakin, sorgulamayan, uyumlu ve sadece kendi işleriyle ilgilenen varlıklar olacaklar. Diğerleri ise arıtılacak. Ancak hafıza kayıpları yaşanması, belleğin zarar görmesi de olası. Sizleri ve geleceğin uygarlığını kuracak nesilleri bu riskten arındırmak gerekiyor önce. Bundan sonrası evrimin bir üst safhasıdır. Büyük imparatorumuz -düz mantık-, planın son aşamasını bizzat koordine edecektir. Buyrunuz efendim!”: Düz mantık, şöyle bir kalabalığı süzdükten sonra -besbelli gücünü test ediyordu kendisine bilgiççe gülümseyen bakışlarda- bakışlardaki korkuyu hissettikten sonra söze girdi: “Melekelerin ne kadar zayıf olduğuna hep birlikte şahit olduk. Vadesini doldurmuş bir sürü... Artık evrenin tek bir noktasına tutunmuş kemiren bu parazitlerden kurtulma vakti gelmiştir beyler. Hastayla aynı havayı solumak hastalık bulaştırır. On yıllık uyutma devresinde en yeteneklileri tespit edilecek ve Galaksi Uygarlığımızın kurucuları olma imtiyazıyla şereflendirilecekler. Bu süre zarfında uygarlığımızın temelleri atılacaktır. Uyum sağlayabilecekler için vakit kaybetmeksizin faaliyetlerinize başlamanızı ve ana üssümüze Kod A girişini bildirmenizi sizlere emrediyorum. Her bölge temsilcisi şimdiden beyni yok etmek için gerekli altyapıyı kursun.” Üste kopan alkış yaygarası projeyi benimsediklerini gösteriyordu. Bu ürünler, çırptıkları elleriyle entelektüel düzeylerini de kanıtlamış oluyorlardı. Aniden hafızasının en ücra köşelerine sürüklenmesi olağan sayılırdı. Bunlara alışmıştı. Ama bu anıyı yaşamış olamazdı. Çünkü gördükleri kendi zamanından çok daha sonra olabilecek şeylerdi. Zihni ona şaka mı yapıyordu? O toplantıda olduğundan o kadar emindi ki! Genç ve tutkulu bir hayalperestti. Kısa zaman içerisinde yükselmiş, zeka ve becerisiyle imparatorluğun en üst düzey bilim kurulunda -heyette- yer almayı başarmıştı. Aslında ne kadar sistemden yana görünse de halkını kurtarmaktan başka düşündüğü bir şey yoktu. Pozitif düşünceyi üretebilmek için kitleler hâlinde laboratuarlara, ölüme, sefalete sürüklenen halkını... Birleşik beyin güçlerinin en fazla çekindiği toplumdu onlar... Dirençlerinden, özgürlük tutkularından zerre taviz vermiyorlardı. Her biri doğanın mucizesi gibi olan bu yaratıkların geri kalmışlığı şaşılacak şeydi. En azından imparatorluk öyle sanıyordu: İlkel. Onlar, Hissiler... Düz mantığın sesi çınladı salonda: “Önce his orduları bitirilecek. Onların yeni uygarlığımızın tohumunda yer almalarını istemiyorum. Zaten sahip oldukları her şey pozitif düşüncede mevcut.” Genç beyin sinirden titriyordu. Bu proje uygulanmamalıydı. “Yaptığınız düşün varlığının kutsallığına saygısızlık. Böyle şeytani düşüncelerin sonumuzu getireceğini nasıl hesap edemezsiniz.” Pozitif düşünce araya girdi. “Aklı rahatsız eden nedir öğrenebilir miyim?” “O soğuk bakışların!” Yumruğu, pozitif düşüncenin suratında patladı. Ardından uzay üssünü birbirine katacaktı Akıl.” ____0____ Karargaha zaruri dönüşü Ergenekon'da gizlenen his ordularını çok da memnun etmemişti. Hummalı bir uğraş içinde görünen askerler Aklı görmezden geliyorlardı. Tüm güçlerini dayandırdıkları gizil enerji şimdiye dek onları rahatlıkla beslemişti. Bu sıradışı çalışma temposunu yadırgamıştı Akıl. Tüm bu umursamazlığı da... Oysa bir kahraman olarak karşılanmayı umuyordu. Hiç beklemediği bir serzenişle karşılaşmıştı. “Kafandan ne geçiyor Akıl? Kurtuluş mümkün mü?” Batıni uygarlığın içinde bulunduğu büyük tehlikeyi düşünüyordu o. Onları bu hususta bilgilendirmeliydi. “Varoluş denkleminde hiçbir nesnenin aynı düzlemde olmadığını göremiyor musun Serzeniş? Tüm kuvvetimizle saldırmamız gerekirken bizler burada şu gereksiz meşgalelere boğulmuş çırpınıyoruz. Getirdiğim değerli bilgilerin analizini yapacağımızı, çareler üreteceğimizi düşündüğüm için heyecanlıydım. Uzun zaman sonra Ergenekon'da olduğum için de... Görüyorum ki his orduları bürokrasiyle ruhlarını öldürür olmuş. Eskiden buralar heyecan dalgalarıyla kasıp kavrulurdu. Başbuğumuz ve aynı zamanda dostum Bilge İnanç, bizleri sarmalar; kah büyük bunalımlara dönüştürürdü kah filiz veren taptaze duygulara. Ordularımızın tatbikatları bile kanımızı kaynatırdı. O eski atmosferi göremediğim için büyük hayal kırıklığı yaşadığımı söylemeliyim. Ama her zaman bir umut vardır. Melekeleri kurtaramasak da ilmimizi nakledebileceğimizi umuyorum. Bütün yeteneklerimize pozitif düşüncenin sahip olduğunu sanıyorlar. Maddeciler işte...” “Serzeniş benim sanıyordum ben de?! Dediğin gibi... Hiçbir şey eskisi gibi değil. Uzay üssünden kaçmayı nasıl başardın?” Namı kendinden önce varmıştı demek... Duyular ve duygularla sürekli bağlantı halinde olan ama zahiri uygarlığın hatlarını da taşıyan Aklın bunu açıklamaya ilmi yetmezdi. Koşullar ne olursa olsun gerçek yüzünü göstermemeye and içmişti o. Ama Kod A'dan bahsedilmeye başlandığı o dem, ilk defa yaradılışını bu kadar derinden duymuştu. Dizginleyemediği koca bir ihtirasla saldırırken hiçbir kuvvet duramamıştı önünde. Karşısına çıkanı savuruyor, yerlere çalıyor; uzayda tufan olup esiyordu. Tam düz mantığın avuçlarına düşüp ateşi sönmeye yüz tuttuğunda başka bir ateşle kurtulacaktı ondan. “Çarpışarak, biraz da hileyle. Dikkatlerini yangına yoğunlaştırmak zorunda kaldılar!” Ergenekon'da dolaşan askerlerin ondan tedirgin oldukları kadar vardı. Serzeniş, Aklın büyüdüğünü görebiliyordu. Mantığın yoğunlaştığı bir yerde, hem de güçlerinin temsili ilan ettikleri uzay üssünde zahiri uygarlığa kafa tutabilmek, üstelik onlarla harbe tutuşmak ve yok olmadan avuçlarından sıyrılıp kaçabilmek dengelerin altüst olmaya başladığının işaretiydi. Akıl, tek başına bütün bir mantığı mağlup edebiliyorsa hissiler de ona mesafeli yaklaşmakta çok da haksız sayılmamalıydılar. Her yanı işgal ediyordu Akıl. Şimdi Bilge İnanç'ın mabedin inşasına olan tutkusunu anlayabiliyordu. Serzeniş, duyacağı cevaptan ürkerek sordu. “Üssü mü yaktın?” “Keşke öyle olsaydı. Sadece bir illizyon. Bana zaman kazandırdı.” Tanıyalı beri Aklı hep ilimle içiçe bilmişlerdi. İçinden çıkılamaz faraziyeleri kavramaya çalışırken, zihin uçları ileri teknik ve bilgilere ulaşma devrelerinde kıvılcımlanıp tutuşurken, neticelere ulaşana dek alev alev yanan büyük buhranlarda tanımışlardı onu. Şimdiyse karşılarında yakıp yıkmak, herkesi ve her şeyi önüne katıp sürüklemek isteyen bir başka Akıl duruyordu. Bu onulmaz ihtiras dizginlenemezse ucunun nerelere varacağını düşünmek bile istemiyordu Serzeniş. “Kurtulabilmene sevindim Akıl. Ama sen en güvendiğimiz çaşıtlarımızdan biriydin. Böyle bir çocukluk yapmanı havsalam almıyor. Üstelik pozitif düşüncenin burnunu kırmışsın.” “Müthiş bir duyguydu.” Parçalamaktan büyük zevk aldığı belliydi. Bu fevri tavrı, sürekli şikayet etse de ani parlamalardan uzak mizacıyla bilinen Serzeniş'i bile öfkelendirdi. “Heyete kadar çıkmışken en başa dönmemiz seni eğlendiriyor mu? Onlara en yakın adamımız sendin!” “Kendimi açığa çıkarmam yanlıştı. Hatamı kabul ediyorum. Ama artık bu stratejimizin önemi kalmadı. Savaşı sona erdirecekler. Bu iyi haber! Kötü haberse, hepimizi savaşla birlikte sona erdirecekler. Bütün beyni yok etmeyi planlıyorlar. Başka diyarlara yerleşeceklermiş. Yeni nesile geleceğin uygarlığı diyorlar. Bil bakalım bunun içine kim dahil değil!” “Hissiler...” “Doğru tahmin!” Ani büyüyen her varlıkta olduğu gibi Akılda da sınırsız bir ego geliştiği görülebiliyordu. Ama niyetleri halen pür'ü paktı belli ki. Ona karşı olumsuz hisleri biraz olsun duruldu. “Bu adamlar, evrim hülyaları kurarken hepimizi ortadan kaldıracaklarını görmüyorlar mı?” “Kibirli ve ahmaklar. Oyuncakları onları da kurtarmaya yetmeyecek. Teknolojileriyle kendilerine Tanrı rolü biçtiler. Kendilerini medeniyetin zirvesinde görüyorlar. Onlara göre bizler ilkeliz!” “Öyle olmadığımızı öğrenecekler. Onların ellerinden oyuncaklarını alırsan çırılçıplak kalırlar. Bizim büründüğümüz yıkılmaz zırh, zahiri uygarlığın idrakinin üstünde olduğundan algılamalarını beklemiyorum.” Aslında Akıl da anlıyor sayılmazdı. Yeraltında yaşatmaya çalıştıkları medeniyetleri, defalarca mantık orduları tarafından işgale yeltenilmişse de kesin bir yenilgi hiçbir zaman yaşanmamıştı. Zahiri uygarlığın durmak bilmeyen ilerleme sevdasının, mümtaz kabiliyet ve teknolojilerinin yanında his orduları sadece ilhamlara ve rüyalara sahiptiler. Mevcut silahlarının birbirinin karşıtı olmayışı belki de mutlak bir zaferi önlüyordu iki medeniyet için de. Lakin durum şu lahza çok daha kritikti. “Sorun sadece bundan ibaret değil. Kod A dedikleri bir projeleri var. Beynin tüm görünür noktaları, onların kontrolünde biliyorsun. Doğan her filizin içine bir cihaz yerleştiriliyormuş. Ana uydudan kontrol edecekleri bir sistemle hisleri alt üst edip, onları tepkisiz kılıp on yıllık süreçte yeni bir diyarda iskanın alt yapısını kuracaklar. Uyum sağlayacakları da yanlarında götürüp beyni havaya uçuracaklarmış. Sizin kaşifler uyanık olsun. Yıkım düzeneğinin kurulmasından her temsilci, kendi bölgesinde sorumlu.” Eski bir hesabı kapatmak vaktinin geldiğini düşünüyordu Serzeniş. Oldu olası şimdi bölge temsilcilerinden biri olan Dalkavukluk'la savaş içindeydi. “O kaypak herifi tepelemek için bulunmaz fırsat. Bununla ben ilgilenirim. Neyse ki hissiler o cihazları taşımıyor. Böylesi ölümü uyuyarak beklemekten iyidir.” “Benim de onların dünyasında doğduğumu unuttun galiba. Uyutulanlardan biri olacağım. Bundan kurtulmalıyım.” “Bedeninde başka cihaz yok, tamamıyla doğalsın değil mi?” Gülse mi ağlasa mı bilemedi. Normal koşullar altında ortaya çıkmayacağı malumdu. Mantık ve hisler, beyinkürede nev'i şahsına münhasır frekanslara sahipti. Dalgalanmalar bir ekran üzerinde yansıyacak olsaydı, -sıklıkla çakışacak olsa da- frekansların hiçbir şekilde birbirleri ile benzeşir yanlarının olmadığına tanıklık edilebilirdi. Çakışmalarının nedeni bu denksizliklerinden ötürü idi zaten. Eğer frekanslar ekranda uyum içinde dans etmeye başlarsa Akıl zuhur ederdi. Hislerin ve mantığın savaşının bittiği yerde... Aynı dalga boyunda buluştukları ve tek bir enerjide yoğruldukları dem... Ve Akıl, sembolleri yaratırdı. “Bana ne kadar doğal denilirse... Neden sordun?” “Elimizde bütün teknolojilerini etkisiz kılacak bir güç var! Gördüğünde küçük dilini yutacaksın.” “Nedir?” “Bir umut var demiştin. Haklıydın! Sana umudun filizlerini göstermek istiyorum. Benimle mahzene gel!” Sığınağın en dibine, hep söylenilegelen ama çok az kişinin gördüğü mahzene inerken Akıl halsizlik hissetmeye başlamıştı bile. Kod A devreye sokulmuş olmalıydı. Kendini hiç de fena hissetmiyordu aslında. Üzerindeki gerginlik azalıyor gibiydi. Cihaz beyninde alkol tesiri göstermiş, zihni melekelerini uyuşturup bedenini gevşetmişti. Bu hissin tam da mahzene inerken kendini göstermesini gülünç bir teferruat olarak değerlendirdi. Daha önce mahzeni hiç görmediğinden şarap fıçılarıyla dolu izbe bir bodrum katı canlanıyordu zihninde. “Bu meretten hiç kurtulmasam mı diyorum Serzeniş? Beni kendime getiriyor sanki.” O da ciddiyetini kaybedip neşelendi. “Beyni yok edecek olsan içindekilerin sarhoş, mutlu ve tembel olmalarını istemez miydin?” “İşimi kolaylaştırırdı sanırım.” “Sorunu cevaplamama gerek kalmadı sanırım.” Güzergah üzerinde, her katta, ayrı şifre kullandılar. İlk katlarda şifreli elektronik kartlarla kapıları açarken, orta katlarda duaları, en derine indikçe doğrudan mistisizmin gücünü kullanacaklardı. Ancak yeraltı şehirlerinin aydınlatılması, savunma, iletişimin daimiliğinin sağlanması gibi sair ihtiyaçlar için bu güçten çok daha fazlası gerekiyordu. Akıl, gücün kaynağını ilk kez düşünmesine şaşırdı. Hem de sarhoşken... Madem teknolojiyi devre dışı bırakacak nesne mahzende tutuluyor, niye tüm sistemi çökertmiyordu ki ayrıca? “Kafama takılan bir husus var. Onu kontrol altında tutmak için nasıl bir yalıtım kullanıyorsunuz?” Asıl sakınılması gerekenin Aklın kendisi olduğu düşüncesini belli etmeden yanıtladı Serzeniş. “Bizi ondan korumak için mi? Buna gerek yok, indiğimizde fizik kurallarının nasıl altüst olduğunu kendi gözlerinle göreceksin!” “Anlamadım.” “İmparatorluğun topraklarımıza yaptığı nükleer saldırıyı biliyorsun. Mantık orduları neredeyse tüm beyni işgal ediyordu.” “Sanırım bir sınav dönemiydi!” Serzeniş ürperdi. Akıl, sınırları çizilen yaşam alanının dışına -cisimler alemine- dair yorumlarda bulunarak sınır tanımazlığını açık etmişti. Çok tehlikeli bir sürecin başında olduklarını tahmin edebiliyordu Serzeniş. “Evet öyleydi. Sen henüz belli belirsiz bir çocuk sayılırdın yer altı füzeleri kullanıldığında. Beyin bu kez yüzeyinden değil derinden vurulmuştu. Hem de ilk kez bizim üzerimizde denediler. Bizim onların teknolojilerine katkılarımızın eşi benzeri yoktur heralde. Tüm icatlarını üzerimizde kullanıyorlar. Kurtulanlarla birlikte kutsal dağa sığındık. Enteresan... Buradaki mağaralar saldırılardan etkilenmemişti. Ve mağaraların içi kolonilerimizi kurabilmek için muazzam derecede elverişliydi. Dayanıklılığını önceleri demir alaşımla kaplı olmasına bağlıyorduk. Pek akla yatkın gelmiyordu ama silahları bu bölgede etkisiz kalıyordu işte. Biz de savunmamızı buna göre kurduk. Onların zaafiyetini güce dönüştürerek. Ve mucize... Ergenekon! Birkaç nesil sonra -bilinçaltı Orta Asya'yı nasıl çekip içtiyse- buradaki mistik enerji de öylesine ruhlarımıza işlemişti. Artık bağımlı değildik. Her yere bu gücü götürebilirdik ama düz mantığın orduları milletimizden bu gücü çalmak istedi. Bizleri deney odalarına tıkıp genlerimizi çaldılar ve ondan pozitif düşünceyi -o canavarı- yarattılar. Hissileri toplu olarak, beynin içlerine dek ortadan kaldırmayı da ihmal etmemişlerdi.” “Pozitif düşünce neden bizim gibi değil peki?” “Bizler yaratılıştan özel olan bir kavmiz. Şimdiye dek hissiyatımızın bize kazandırdığı asaletle ve ruhsal evrimin bilinciyle varolduk. Yeraltındaki esrar, bize bilinçaltındaki diğer yanımızı gösterdi. Yani doğaya saygı duyarak doğaüstüne ulaştık. Onlarsa pozitif düşünceyi his ve ruhtan sıyırarak, salt kavrayışla geliştirdiler. Böylece daha güçlü olacağını öngörüyorlardı. Yanılgı... Bizler ortak kanız. Lakin yalnızca kan değiliz. Pozitif düşünce üstün bir savaşçı olabilir. Neticede yalnızca bir makina. Tıpkı sistemleri gibi...” “Biliyorum. Hayalarına tekme yiyince iki büklüm kıvrandığını da biliyorum.” Enanetle kabarmıştı. Kırıp dökmek bahsi her açıldığında Aklın kabaran gururu Serzeniş'i daha da tedirgin ediyordu. “Şanslıymışsın! Cesaretini şimdi göreceğiz. Atla bakalım!” “Nereye?” “Kurtdeliğine! Mahzene buradan gireceğiz.” “Hiç eğim yok ama, doğrudan yere çakılmak cesaret midir aptallık mı!” “Korkuyorsan ben önden gideyim.” Serzeniş, kendini Kurtdeliğinden içeri bıraktı. Kollarını göğsünün üzerinde kavuşturarak atlamıştı içeri. Bu küçük gösterisiyle Akla da cesaret aşılamıştı. Yine de o, gösterişsiz bir intiharı tercih ederdi. Daha temkinliydi. Silindir biçimindeki pürüzsüz yüzeyde tutunmak çok güç olduğundan fazla dayanamayıp saldı kendini. Dik doğrultuda düşerken silindirin çeperlerine temas etmemesi olağandı. Ancak o keskin viraja vardığında da çevredeki raflara çarpmamış; sanki silindirin içinde görünmeyen daha dar bir koridor varmış gibi dairenin merkez noktası doğrultusunda düşüşünü sürdürmüştü. Algılayamadığı bir güç, bedenini doğrudan kendine çekiyordu. Raflar kitap kaynıyordu. Düz mantığın egemenlik alanında dahi bu kadar çok kitabı bir arada görmemişti. Sağ aşağı doğru, genişçe kavis alıp dev bir hilal çizerek düştükten sonra tünelin sonuna -çıkışa- yaklaştığını fark edecekti. Kızıl ışık, kurtdeliğine yakın olduğu bölgelerin epeyce içerisini aydınlatabilecek kadar koyuydu. Kurtdeliği onu boşluğa fırlattığında düşeceğini sanıyordu ama düşmedi. “İnanılmaz! Bu... Bu kırmızı bir gül.” Gülün etrafına saçtığı parıltıdan mağaranın biçimi seçilebiliyordu. Sanki demirden bir topun içindeydiler. Kurtdeliği tek girişiydi. Yerçekimsiz ortamda tam bir denge hakim olduğundan her yeri pürüzsüzdü. Kürenin merkezinde, havada, mevlevi dervişleri gibi dönen bir gül... Sağ yaprağı yukarı sol yaprağıysa aşağı bakıyordu. “Bu nasıl olabilir? Olağanüstü.” “Sebebini bilemiyoruz ama gördüğün gibi toprağa bağımlı olmadan yaşayabiliyor! Bir yıldız gibi kendi enerjisi var. Beyinkürenin çekim gücünü bile etkisiz kılan bir kuvvet...” “Kırmızı bir gül kaldığını bilmiyordum; hele de kan pıhtısının böyle bir şeye dönüşebileceğini...” Mağaranın içi bilinçaltının derinliklerinde bir ana rahmi gibiydi. Kürenin içi koza işlevi görüyor, içinde sessizce varlık bulmaya çalışan kan pıhtısının hariçte yer alan her şeyle bağlantısını koparıyordu. Onları hayranlığa sevkeden bu bebek, ne adsız melekelerden biriydi; ne de keskin hatları bulunan duygu yahut düşünce ürünü... Başka türlü bir tılsımı vardı. Ola ki sadece vehimdir, yine de baş döndürücülüğünden eksiltmiyordu bu. Umut, filizlerini vererek kırmızı bir güle yaşam sunmuştu. Ve bir faniye de mefkure... Lakin maksuda varmak çok sancılı olacaktı. Şimdiden doğum sancıları Aklı büyütür olmuştu ki; hakikatte vesvese olmayıp da vücut bulma ihtimali göz önüne alındığında, zindanda kendine rastlaması nasıl bir karmaşaya netice verir kestirilir şey değildi. Mahzenin derinliklerinde, dairelerin içinde gizlenmesi; tevekkülle dönerek arşı endam etmesi; Akılda varlık bulup, doğum sancılarının da Aklı beslemesi hep kısır döngüler yaratıyordu çevresinde. Acaba tüm kısır döngüleri ve zincirleri kırıp atabilecek miydi? Sustu. Çünkü sualler, tereddütler, sonuç alma kaygıları artık bu beyinden çok uzaktı. Göçebeler yalnızca yürürdü. “Bu yanık kokusu nereden geliyor?” “Mahzene niye indiğimizi unuttun galiba. Sinirlerin biraz hırpalanmış olabilir. Ama cihazdan kurtuldun. Şu an dört işlemi dahi yapamayabilirsin. Aldırma birazdan geçecek!” ___0___ Beynin keşfedilmesi gayrimümkün bu bölgesinde yoğuşan kan tortusu, onda şekle bürünmüştü. Akılla, hakikatle besleniyor; kodlarında binlerce yılın izlerini saklıyordu. Bu izler de ona beslenmek için ihtiyaç duyduğu gölgeleri taşıyor; böylelikle kurtdeliği, kadim tarihin bilgeliğini gülün özüne aktarıyordu. Mahzen vasıtasile.. Onu efsunlu kılan yalnızca geçmişin sırları olamazdı elbette. Zamanın kalıpları ona tanımlar vermeye yetmezdi. Sonsuz iştahı geleceğin görkemini de emmeye, özümsemeye çalışırken; onu filizlendiren umut, varlığına da mana katıyordu kuşkusuz. Doyumsuzdu, tatminsizdi. Tüm boyutları bir anda yutabilecek kadar açtı. Açlığı, açgözlülükten ileri gelmiyordu kesinlikle. Zillete varacak denli mütevaziydi. Hiçbir vakit piştiğini, olduğunu düşünmemesi onu müzmin bir sınır tanımaz kılıyordu. Bir zamanlar tanımlara sığdırılamayan ülküsüne -iştahına-, ete kemiğe büründükleri Kızıl elma diye ad koymuşlardı. Böyle bir erek, bundan daha güçlü nasıl tasvir edilebilirdi ki? Acaba Kızıl elma'yla yanıp tutuşanlar onun içinde yaşadıklarını biliyorlar mıydı? Yahut Kızıl elmanın içini aydınlatan, dolduran kırmızı bir gül olduklarını... Burnu büyüklerden olsa, şu hâliyle bile ezilip ayaklar altına alındıkça onu anan hayranlarıyla meşgul olur; kendini aşıkların ellerine bırakır; övünürdü. Ama halkı bilmezdi o. Kuru heyecanlardan, sloganlardan uzaktı. Yalnızca insanlarla yahut devirlerle değil beynin kendisiyle dahi bağları yoktu. Çağın tüm ezikliği, silikliği, düşkünlüğü karşısında bir fani zihne doğum sancıları çektirmesine sebep de bu bağsızlığıydı. Eğer ilintisizlikle kuşanmamış olsa idi muhtemelen umudun onu yeşertmesine izin vermeyecekti. Düşleri bile birkaç dönümlük arsada çıkar gütmek olanların dünyasında var olmaya çalışır mıydı, bilseydi! Akıl ve Serzeniş, kendilerinden daha büyük bir şey karşısında olduklarının bilincindeydiler. Mahzeni saran kitaplardaki lisanın gaip olduğu zannına onlara düşüren şey de zaten besin zincirinde gülün en tepede olmasından kaynaklanıyordu. O, bu kitaplara bürünen kadim bilgelikle besleniyordu. Beyindeki diğer unsurlar en nihayetinde cisimle kaimdi. Bekaları şekillerin kaderine bağlıydı. Bu gizemli çiçekse ruhani bir varlığın tohumu olması sebebiyle beynin olağan faaliyetlerinden ari idi. Gıdasını gayptan alıyordu. Bütün bu karmaşa yüzünden, pragmatik metodlarla gelişen düz mantığın gülün civarına yanaşabilmesi dahi mümkün değildi. Hissiler de sadece onun cismini seyreyleyebilecek donanıma sahiptiler. Ufkun ötesi, onlar için hayal bile edilemezdi. Kırmızı gül suretindeki ide, -olup biten her şeye kayıtsız- döndü. Döndükçe, varlığından taşan bir güç açığa çıkarıyordu. Sürekli etki alanını genişleten... Sanki dönmüyor, ibadet ediyordu. Hayatını da buna borçluydu şüphesiz. Durursa yitip gideceği su götürmezdi. Yine de bilinçaltının sularında sıkışıp kalmış şu hâliyle ilâhi ilhamdan öteye gidemiyordu. Onu kuşatan bu yer -kürenin içi- ve sürekli hareket hâlinde olması, gülün, beyinde kuruyup sönen sıradan hayal yahut fikirlerden biri olmadığını gösterse de; bu ruhani varlık, onu yaşama geçirecek olan büyük fedakarlıklara ihtiyaç duyuyordu. Yalnızca ilhamlar daha doğrusu salt sezgi, milleti derin uykusundan uyandırmaya yetmezdi. “Neler oluyor?” Aklı tuhaf bir hâl sarmıştı. Kendisini büyüten şeyin gülle ilgisi olduğunu düşünüyordu. O döndü, Akıl büyüdü. İlmin içinde yetişmesine rağmen apansız tufana dönüşmesi kibrini göklere çıkarmıştı buraya inene kadar. Şimdi kerametin kendinde olmadığını duyumsamaya başladığında fark edecekti... Kürenin içindeki arizi savruluşlarının bir amaca yönelip gülün yörüngesine girdiklerini! “Çıkar beni buradan, duramıyorum.” “Kendini enerjiye bırak, direnme.” Yüksekten düşen bir cisim gibi gitgide hız kazandıkça, Aklın kaygısı da artmıştı. Güç, onları hem kendi etraflarında dönmeye zorluyor, hem de çizdiği rotada ivmelendirerek savuruyordu. Hız dayanılmaz hâle geldiğinde, çığlıklarını serbest bıraktı. Zaman duvarını aşana dek de susmamıştı. Sınıra vardıklarında her şeyin durduğuna şahit oldu. Zaman ve mekanın... Aşırı süratin gölgeleştirdiği, silikleştirdiği şekilleriyle dondurulmuş bir film sahnesinin karesindeydiler sanki. Her şey dursa da yalnızca kırmızı gülün tavafı durmamış, kaidelerden etkilenmeden dönüşünü sürdürmüştü. Huzur içinde... -Statizme inat- döndükçe mekanlar daraldı. Bir iğne ucu kadar boşlukta tüm evreni hapsedene kadar döndü ve her şey tek zerrenin içinde sıkışıp, o dev patlamayla yeniden vücut bulana kadar hareketini sürdürdü. Büyük patlamadan sonra dehlize giren iki yoldaş kendilerini, mabede giden yol üzerinde bulmuşlardı. “Bunu yapmamız şart mıydı? Bir an öleceğimi sandım.” “Tersini söylediğimi hatırlamıyorum.” Beynin her yanını karış karış bilirdi Akıl. Sınırın dışındaydılar. Aslında onun beynin kendisi sandığı, sadece bir yönüydü. Bilinçüstü... Dışarda hayat olduğuna inanmıyordu. Düz mantığın başka diyarlara göçüp, beyinküreyi yok etme rüyasına da bu gerekçeyle karşı çıkmıştı zaten. Aşina olduğu her şeyin yok olacağı vehmine kapılarak çılgına dönmüştü. Şimdi beynin dışında gölge varlıklar olarak yürürken başka türlü bir yaşam formunu soluyordu. “Yani öldük mü?” “Onların sahip olamayacağı bir güce eriştiğimizi söylemiştim. Sen zahiri uygarlığın hiyerarşisi içerisinde yükselirken biz de boş durmadık. Diğer boyutlarla temasa geçebileceğimizi keşfettik. Sınırlı satıhlara taşısak da bu bilgimizi, gayretlerimiz meyve vermeye de başladı. Mabed bu çabalarımızın ürünü. Onu algılarımızın ötesine inşa ederek düz mantık ordularından gelecek saldırılardan da korumuş oluyoruz. Ancak geçişlerimiz, doğrudan bedenlerimizi de buraya taşıdığımız anlamına gelmiyor. Öldüğümüzü söyleyemem ama yaşıyor da sayılmayız. Tüm bunlar tek bir an içerisinde gerçekleştiğinden fark etmemen doğaldır.” “Bedenlerimiz hâlâ kürenin içinde mi?” “Hayır. Mabedde doğum ve ölüm olmadığından maddeten hiç varolmadın. Burada olduğun sürece aslında yoksun!” Bakındı. Uzay boşluğunda seyreden yolu, altın sarısı saçaklar üzerinde yükselen meşaleler aydınlatıyordu. Uzansa dokunabilecek kadar yakındı yıldızlar. Her yandan pul pul ışık hüzmeleri dökülüyordu. Oksijen olmadan nefes alabilmeleri... Sönmeyen meşaleler... Niçinini sormaya gerek bile duymadı. İçi hayranlıkla dolmuştu. “Uzayın tam olarak neresindeyiz?” “Hangi uzay?” Bu tuhaf sual, havada asılı kaldı. Bunca zaman Ergenekon bildikleri, meğer kuru bir sığınak imiş! Gölgelerin izinde kaybolan gizemli yurttaydılar şimdi... Batıni uygarlığın mimaride bu kadar ileri gittiğini bilmiyordu. Mabed, harcı mistik enerjiler olan bu kentin tamamının adıydı. Ayrıca Bilge İnanç'ın yerleştiği tapınak... İrili ufaklı birçok tapınak daha, kentin düzenli altyapısında göze çarpıyordu. Biri içlerinden çekilip alınacak olsa kentin tüm düzeni alt üst olacak gibiydi. Şehir, sonsuza dek ibadete hazırlanıyormuş gibi sessiz ve huzurluydu. Barınaklarla değil tapınaklarla bezenmiş olması da bu olasılığı destekliyordu. “Uygarlığımızı koruyabilmek için hareket hâlinde kalmalıydık. İnanç, hissiyatın tecellisi olarak doğdu. Ama yazgı ona vizyon kazandırdı. O, sıradan yöneticilerden yahut komutanlardan biri sayılamaz. Daha çok hissilerin, beynin yokluğunda da varlıklarını koruyabilmeleri için tutunmak zorunda oldukları ruhani bir lidere benzetilebilir. Savaş sona erdiğine göre biz de işaret edildiği gibi İnanç'ın önderliğinde sonsuza kadar ibadete çekilebilirdik. Sezgi, olacaklar konusunda bizleri uyarmıştı. Liderimiz, bu uyarıyı dikkate aldığı için, gülün enerjisinden de yararlanarak, tutkuyla mabedin inşasına girişti.” Bu, kelimenin tam anlamıyla tahliyeydi. Zahiri uygarlık fikrin peşinde göçe hazırlanırken, batıni uygarlık zikrin ardında başka türlü bir sefere çıkacaktı. Dualar, niyetlerle; niyetlerse adaklarla buluşacaktı yazgı vukubulana kadar. Birgün, gölgelerin ayini sadece hissilerin değil hissedenlerin de ayini olacaktı. Hedefte teklik Aklın dikkatini celbetti. Ağız birliği yapmışlar yahut emir almışlar gibi bilinçten çekiliyordu her iki uygarlık. “Olanların -hatta bendeki değişimin bile- kırmızı gülle alakası olduğunu sanıyorum. Haksız mıyım?” “Kesinlikle onunla ilgili! İnanç'ın daha iyi anlamamıza yardımcı olabileceği kanaatimdeyim. Zaten mabede vardık sayılır.” Önlerinde uzanan tümseği aştıklarında İnanç'ın yerleşkesi olan ana bina -mabed- görünür olmuştu. Kurt heykellerinin arasından yürüyüp mabedin girişine vardılar. Ya tavan inşa etme gereği duymamışlar ya da görselliği bozmak istememişlerdi. Ama böylesi mabedi daha görkemli kılıyordu. Üstünü çatıyla kapatmak istememelerini, kentin seyretmeye doyamadığı muazzam manzarasını gördükten sonra tabii bulmuştu. Yapının iskeletini, duvarlar değil, kalınca dikilmiş kolonlar ayakta tutuyordu. Kapıdan başka birçok yönden de içeri sızmak mümkündü bu yüzden. Yerin altında içsel enerjiye dayanarak kurdukları komplike savunma sistemine alışkınlığı, Aklı, kentin güvenlik zaafını düşünmeye itmişti. Ana binanın bile saldırılar karşısında kolaylıkla düşeceği anlaşılabiliyordu. Kapının iki yanını tutan askerlerin dışında tedbir alınmamıştı. Onlar da dikkatsiz ve rahat görünüyordu. Silahsızdılar. Önlemden ziyade, karşılama prosedürünün işletilebilmesi için nezaket icabı oraya dikilen iyi görünümlü iki gölge denilebilirdi bunlara. Akıl, beynin dışında da olsalar, güvenliği bu kadar arka plana atmanın sakıncalı olacağını düşünmüştü. Ne de olsa sürekli bir harbin içinde yetişmiş, hatta düşmanın arasına sızmayı bile başarmıştı. Girdiği farklı algı dünyalarında oynadığı roller, onu fazlasıyla şüpheci biri yapıyordu. “Aşırı özgüven çoğu zaman mağlubiyetlerin müsebbibidir Serzeniş! Riskli bölgeden uzak olmak riskten de uzak olmak anlamına gelmez. Küçük çaplı bir taarruz bu kenti yerle bir etmeye yeter.” “Endişeye mahal yok! İçimizden biri onu bozmadıkça, huzur bu kentte sonsuza dek baki kalacaktır.” Nöbetçilerle arada birkaç adım kala durdular ve Serzeniş kapıdaki askerlere sertçe emretti: “Bizi bilgeye götürün!” Belli ki komutada onların üzerinde yer alıyordu. Hissilerin kıyafetlerinden altlık üstlük ilişkisi anlaşılmazdı. Halle bilinebilirdi bu. Zaten harbin dışında ayrım bilmezlerdi. Yalnızca savaş zamanı emir komuta zinciri işletiliyordu. Hem de ne pahasına olursa olsun. Sonsuz bir şecaatle... Gölgeler; aynı anda, aynı hizada dönüp uygun adım önden yürüdüler. İkisi de hemen arkalarından. Ebat olarak diğerlerinden daha büyük olan bu tapınağın içi, huzurun da yoğunlaştığı yerdi. Mabedi tutan kolonların rastgele oraya dikilmediklerine heyecanla tanıklık ediyordu Akıl. Her kolon, beynin her bir tablosunu incelerken onunla arasında geliştirdiği derin duygusal bağlantının tezahürüydü. Öylesine konulmuş hiçbir nesne, burada barınamazdı. İnanç'ın önderliği, hissilerin yeni rüya kentini huzurla bezemişti. İçerdeki tasavvufi atmosferi, müziğin huzur saçan tınısı titretiyor... Bu da dokunaklılığını katlıyordu. Yol boyunca aynı melodiyi duyacaklardı. Mabede girdiklerinde kelimeler de seçilir olmuştu: Doğup Altaylar'da kızgın çölde sürdüm atımı, Dört duvar yetmezdi zâhir, arşa kurdum çatımı. Ziynetim yıldız, güneş, ay gayrı zümrüt' neylesin, Asya'nın dev kavmi şimdi kavgasın' sahneylesin. Bir çınardan dinlemiştim Kızılelmam göktedir... Şiir -Serzeniş'le bezeli- akıp değil yıkıp geçti. Duyguların olduğu yerde yıkımlar doğal şeylerdi. Fizik yasalarının işlediği yerlerde şekilleri, İnancın huzurunda ruhları... Ama bir şekilde yıkıyordu. Nihayet huzura vardıklarında saygı ve çekingenlikle duraksadılar. “Hoşgeldiniz dostlarım. Yaklaşın...” Inanç'a utana sıkıla az daha sokulup, bilgeyi yere diz vurarak selamladılar. Hissilerin lideri, gökselliğin tüm çizgilerini taşıyordu simasında. Her zamanki gibi o doğal sıcaklığıyla etrafına gülücükler saçıyordu. Konuklarını şefkatle sarmalarken, Aklı sırtını sıvazlayarak ayrıca onore etmeyi ihmal etmemişti. İkisine de özlemle sarıldıktan sonra oturmalarını işaret etti. Tahtına geçmemişti. Birlikte bağdaş kurarak yere çöktüler. “Şöhretin kulağımıza çalındı Akıl! Mantık imparatorluğuna ağır bir yumruk indirmişsin. Bu çılgınlığın için kabul edilebilir gerekçelerin olduğunu da biliyorum.” Sonunda onu anlayan biri çıkmıştı. “Her şeyi yok edecekler bilge. Önce bizleri...” “Biliyorum sevgili dostum. Biliyorum...” Bilgenin uzun zamandır mabedde inzivaya çekildiğini sanıyordu. Şaşırdı. Taze haberlerle geldiğini düşünürken, hissilerin çoktan bu sürece dahil olduklarını hayretle gözlemliyordu. Inanç'ın sükunetinin aksine Akıl bir hayli çözüm odaklıydı. “Yapmam gerekeni söyle bilge. Önerin nedir?” “Önce seni dinlemeyi yeğlerim.” Uzay üssünden kaçıp Ergenekon'a indiğinde kahramanlığı takdir görsün istemiş; şüpheyle karşılanınca hayal kırıklığına uğramıştı. hak ettiğini düşündüğü saygıyı bizzat İnanç'tan görmek, gururunu okşuyordu şimdi. Kendince bir takım çözüm önerileriyle dönmüştü. Kabul edilmese de bunları da münakaşa etmek, mevcudu analiz etmek istiyordu. Bilge, ona aradığı fırsatı vererek Aklın mabedde dolaştığı sürece dinmesini sağlayacaktı. Patlak vereceği anı durduramasa bile onu böylelikle geciktirmeyi ümid ediyordu. Ayrıca bilgenin stratejisi, Aklın, -doyurulan içsel arzularına koşut- İnanç'a duyduğu hörmet ve hayranlık duygularının da artmasına vesile oluyordu. “Sormayacaksın diye çok korkmuştum. Önceliğimiz medeniyetimiz olmalı. Sırrımızın hiçe karışmasını hiçbirimiz arzu etmiyoruz. Ölümün önemi yok. Ya da acı veyahut ızdırap... Savunmayı bırakıp mutlak taarruza geçelim. Kırılana kadar, kanımızın son damlasına kadar çarpışalım. Onlar yapacağına biz beyinküreyi onların başına yıkalım.” “Ve bilgimizi nakledecek kimse kalmasın!” “Mabedde yeniden büyürsünüz. Kalanlarla birlikte yeni açılımlar bulunur. Kaşiflerimizi evrenin dört yanına salarız. Ama bu günaha kayıtsız kalamayız. Kibir ve ahlaksızlık cezalandırılmalı!” Akıl hararetle anlatmaya çabalarken, yapacak işleri olduğunu işaret ederek sessizce huzurdan çekilmişti Serzeniş. İskana yardımcı olmak için askerlerinin başında durmalıydı. Aklın ise tam olarak anlamadan uzaklaşmaya niyeti yoktu. İnanç, acı acı güldü. “Çok gençsin ve tutkulu... Ama var olduğunu sandığın her şey his ve mantık ordularının daimi kavgasının devamı için gereken teferruatlardı. Beynin çok küçük bir parçasında cereyan eden mantık ve duyguların savaşımını hayatın kendisi mi sanıyordun? Sıradan şeylerdi. hâlâ anlamıyorsun. 'Bilgimizi nakledecek kimse kalmasın?!' dediğimde çözüm yolun kalanlarla devam etmek oldu. Dediğin düşünce biçimi cisimler dünyasına mahsustur. Bize arta kalan esintiler... Kahramanlığına, ölüm korkusu taşımamana saygı duyuyorum. Lakin kurtuluş dediğin gibi sağ kalanlarda değil ölenlerde olacaktır. Hepimiz öleceğiz, sağ kalan olmayacak.” dedi sükunetle. Akıl anlayamıyordu, İnanç devam etti. “Ayrıca bir hususu daha aydınlatmak gerekiyor. Çünkü düz mantığın yanında geçirdiğin vaktin, algılarını onlarınkine benzettiğini görüyorum. Görevimizin cezalandırılması gereken günahlar olduğunu da nereden çıkarıyorsun? Zanların, zahiri uygarlığı sana zalim ve kötü gösteriyor olabilir. Sahiden gerçek bu mudur? Ergenekon'da yaşayan, beynin karanlık yönünü temsil eden diğer güç: Bizler... Biz iyiler miyiz sence? Mistisizm, büyüler ve gaypla içiçe kurduğumuz şu habitat, onların gözünden baktığında sana da korkutucu görünmez miydi? Düşün: İmparatorluk, his katliamına rağmen nisbeten tek düzeni kurmayı başardı. Şimdi de evrimin zirvesine uzanıp yıldızlara ulaşmanın hayali peşindeler. Kendi zihin güçleri çerçevesinde gelişimi hedefliyorlar. Bu yüzden onları yargılayıp haklarında idam fermanları yazacak değiliz. Bizim kavgamız iyiyle kötünün kavgası değil. Zaten alışılageldik olmadığını biliyorum ama burada iyi ve kötü yok. Hepimiz dengeden sorumluyduk. Düz mantık da bunu biliyordu. O yüzden savaşı topyekün sona erdirmedi bunca zaman. Şimdi ise o da hepimiz gibi ümitsizce çırpınıyor. yok olmanın eşiğinde olduğumuz hakikati onda da tezahür etti.” Çoğu zaman doğrular herkes tarafından bilinir. Ama biri çıkıp bunu korkusuzca ilan etmedikçe acı gerçekler görmezden gelinir. Akıl da, beynin kendi sonunu hazırlamaya çalıştığı gerçeğini kendine itiraf edemiyordu. İçinde hayat bulduğu yeri yok etmek isteyenin zahiri uygarlık olduğunu savunmak, aldatıcı da olsa, daha iç rahatlatıcı görünüyordu ona. En azından kime karşı mücadele etmek gerektiği bu şekilde belli oluyordu ve algılayabildiği güçlerle çarpışmak onun için dert değildi. Cahilce diretti bu yüzden. “O zaman neden düz mantık beyni yok etmek istiyor?” “Tespitin doğru olsa da fail hakkında yanılıyorsun. Katil ve maktülün aynı kişi olduğu iki hâl vardır. Biri intihar, diğeri yazgı... Somutlaşmış şekliyle buna ruhsal evrim diyebiliriz.” “Nasıl yani?” “Şöyle ki, her şey olağandışı bir olgunun bütün duyguları ve mantığı kendinde birleştirip aklı tamamen ele geçirmesiyle başladı. Adı aşktı ve bütün dengeleri bozuyordu. Ancak aşk beynin kimyasını topyekün değiştirerek ortaya çıktığında, bilinçaltının derinliklerinde de kırmızı bir gül belirdi. Şimdiye dek böyle bir şeyin varolabileceğini tahayyül bile edemezdik. Kanın pıhtılaşması sonucu oluşması nedeniyle sırrının kanda olduğunu düşünüyorum ve -onu çözümleyecek donanıma sahip olmamakla birlikte- aşkın büyük gücünün daha önce varlığından habersiz olduğumuz gülü uyandırdığını sanıyorum. Çünkü ortaya çıktığı zamanla aşkın büyük bir dalgaya dönüşüp beyni enerji ve ilhamla yıkadığı anlar örtüşüyor. Bu dalga, bilinçaltının örümcek ağlarını dahi parçalayabilecek güçteydi ve örümcek ağları, bu ruhani çiçeği gizliyordu belki. Mabede çekilmemizi miskinliğimize yorma Akıl. Uzun zamandır olanları açıklayabilmek için derin araştırmalar yürütüyoruz. Elbette açıklamalarım salt teorilerden ibaret. Neticede her tez antitezini beraberinde yaratır. Aşk da al kanatlı dervişin tohumunu gün ışığına çıkardı. Böylece iki tufan birbirini dengelemiş oluyordu. Ancak bununla yetinmediler. İki kuvvet de ilerlemek, işleyebildikleri kadar içeri işlemek; derinleşmek zorundaydılar. Bu onların tabiatında vardı. Aşk, varlığını tüm hücrelere yayılarak genişletirken; gül, savaş hâlindeki iki uygarlığa misyon kazandırdı ve bizleri yeteneklerimize uygun olarak başka boyutlarla buluşturdu. Sıradan bir beyni aniden bir dehanınkine devşiren bu sentez, içerde neden olduğu bütün bu atılımlar ve ihtişam sebebiyle ilâhi bir kabiliyetin kapılarını araladı beynin sahibine. Kalemini gaypla buluşturdu. Kağıtlara işlediği kelimelerine büyü ve esrar kattı. Yani Aklı sembollerle, hakikatlerle müjdeledi. Ancak aşk gitgide daha da büyüyordu içerde. Yoğunluğu, görünürdeki amacından saptıracak kadar gözlerini kamaştırıyordu. İflah olmaz doğasının gereği olarak kızıl güle de saldırdı bir gün. Onu da boyunduruğuna katabileceği gibi gafilce bir vehme kapılmıştı. Güçlü bir ihtimal var ki, bu saldırı, en başından tasarlanmış olabilir. Yahut kaçınılmaz bir kadere dayanıyor da olabilir. Sebebi her ne olursa olsun aşkın, gücünün sınırları konusunda düştüğü hata, ona dair her şeyin değişmesine vesile olacaktı. Aşk, sezginin ruhani iklimine daldığında biçim değiştirmiş; yeni bir mana kazanmıştır. Böylelikle aşk ülküye; yazı da yazgıya dönüşmüştür. Ve artık -olması gerektiği gibi- zindana dönüşen bu beyinde bizlerin işi ve işlevi kalmamıştır. Beyin kendi kendini tahliye ediyor Akıl. Bu gerçeği kabul etmek zorundayız.” Mabede yürürken, yol boyunca buraya göç eden hissilere rastlamışlardı. Herkes taşınıyordu. Neferler, iskan için yorucu bir çalışma içine girmiştiler. Herkes çarpışmak yerine tapınaklara çekilmeyi tercih ediyordu. Akıl alır şey değil... İnanç'ın, batıni uygarlığın genetik mirasına yakışmayan bu kararını sorgulamak istemiyordu. Ona herkes saygı duyardı. Akıl da duyuyordu. Vehimleri düşüncesinden kovalayıp İnanç'ın anlattıklarına odaklandı. “Zahiri ve batıni uygarlıkların savaşı sürerken her anımızı mücadeleyle geçiriyorduk ve bazı gerçekleri anlamamızı engelliyordu savaş. Bu gerçeklerden biri de varlığımızı savaşa borçlu olduğumuzdu. Yazık ki bunu ancak yeni yeni idrak edebiliyorum. Nihayet bulmayan savaşın zaruretini... Ayrıntılar yüzünden bütünü görememişiz meğer. Kırmızı gül iki uygarlığın sıkışıp kaldığı dar çemberi kırınca, savaştan uzaklaşmaya başladık. Artık tanıştığımız yeni diyarları daha fazla önemsiyorduk. Bütün gücümüzü buna yoğunlaştırdık.” Tapınağa bakındı Akıl. Yalnızca mevleviler gibi dönen kırmızı bir gül burayı nasıl inşa etmiş olabilirdi! Mabedi taşıyan kolonlar, meşaleler, uzay boşluğundaki dev alev topları -yıldızlar-... Müthiş bir tasarım harikasıydı. İnanç gülümseyerek sağ elini Aklın omzuna götürdü. “Mabedi inşa eden ne sanıyordun: Taş ve demir mi? Mabedi o hazırladı. İmparatorluk için tasarladığı evrimin bir üst safhası da onun esinlerinden biriydi. Ancak biz bunlarla uğraşırken zamanla beyin sessizleşmişti. Ve gitgide daha da ön plana çıkıyordu karanlık. Aşk ve gülün çarpıştıkları ilk an beyni saran kesif toz ve duman kitlesi o kadar genişledi ki karanlık her yanı örtmeye başladı. Beyin yavaş yavaş zindana benzemeye başlıyordu. Ve bunların bir amacı olduğunu anladığımızda artık beyni eski hararetli, cümbüşlü günlerine döndürmemize olanak kalmamıştı. Aşkın ve sezginin eş zamanlı tesirleri, beynin kimyasını değiştirmiş; onu altın çağına taşımıştı. Ama beyin kendi doruğuna çıktığını sanarken aslında zindanın eşiğinde duruyordu. Aşkın cisimler dünyasında büründüğü hayal, bilinçaltını, bizzat beynin kendisinin -tüm hatıralarının- tıkılacağı bir mahpusa dönüştürüyor şimdi. Beyin zindana çekilirken sezgi de bir faniden arta kalanla -kanla ve yürekle- kozasında büyümeye devam ediyor.” Şaşkındı. Her meseleye bir çırpıda açıklık getirebiliyordu İnanç. Hissiler böyle bir lidere sahip olmakla ne kadar gurur duysalar azdı. Ama salt bilgelik, ruhsal bir varlık hakkında bu kadar çok bilgi sahibi olmasını açıklayamazdı yine de. Zaten İnanç da anlatırken araştırmalarından söz etmişti. “Onunla alakalı çok şey biliyorsun bilge. Sakıncası yoksa kaynağını benimle paylaşır mısın? Sana inanmamı kolaylaştırır diye düşünüyorum.” İnanç, yaldızlı cüppesini aralayarak eski bir kitap çıkardı koynundan ve kitabı incelemesi için Aklın ellerine tutuşturdu. “Dikkatinden kaçmasına şaşırdım. Onun mahzendeki kitaplarla beslendiğini fark etmiş olmalıydın. Orası bizim için de vazgeçilmez bir araştırma sahasıdır. Bu kitap doğrudan Tin'in kendisiyle ilgili elle çizilmiş resimlerle de desteklenen bilgiler içeriyor. İlk defa binlerce yıl önce Orta Asya'da şamanlar, onun ruhuyla yıkanmaya namzet seçildiler. Yaklaşık bir vakit söyleyecek olursak, takriben -kabile anlayışının aşılıp- milletin oluşmaya başladığı yıllar... Bu bilgiyi elimdeki diğer verilerle birleştirdiğimde ulaştığım sonuç, beni milletin bir ruhla beraber ortaya çıktığı varsayımına götürüyor. Kanımca bu ruh, idealara yapılan yolculuğu sembolize etmektedir. İlk seçtikleri de toplumca mistik güçleri olduğuna inanılan kişiler olmuştur. Daha doğrusu onlara bu güçleri bahşeden Tin'dir. Belirtilerinden bile söz ediyor burada.” Kitap hâlâ Aklın elinde iken sayfalardan birini açtı İnanç. İşaret parmağı sözettiği paragrafın üzerinde duruyordu. Göktürkçe alfabeyle işlenmişti. Kitaba göre; ortaya çıktığında kişinin damarları kasılır, gerilirdi. Aday, dehşetli bir titremeye tutulur ve buna mani olamazdı. Tek bir noktaya odaklanarak korkuyla açılmış gözlerini hiç kırpmaz, bir müddet olduğu yerde çöküp kalırdı. Ardından aniden sıçrayarak ayağa kalkar, çıldırmış gibi koşmaya başlardı. Bir ağacın etrafında da deli gibi döndüğü oluyordu; kendi etrafında da... Sonunda gırtlağından boğuk hırıldama sesleri gelerek yere yığılıyordu. “Bu esnada adayın, idealini yazı, söz, melodi, şekil veya resim olarak değil gözleriyle olduğu gibi gördüğü rivayet edilir. Bir süre sonra kişide doğaüstü hâller görünmeye başlıyor; bazı meziyetler kazanıyor aday. Güç, ondaki benlik dürtüsünü harekete geçirip, sahte bir afrodizyak etkisi kişiye tamam olduğunu düşündürtmeye başladığında ise Tin keskin bir darbeyle kontrolü ele geçiriyor. Durumu sembolize eden bir de resim var içinde.” Bunu söylerken her ayrıntısını ezbere bildiğini gösterircesine tek hamlede açtı bahsini ettiği sayfayı. Efsanelerden kotarılmış bir yaratık, sanki harikulade bir tasvirle kağıdın üzerinde yansımıştı. Al kanatlı bir derviş, göğe çıkardığı birini parçalara ayırıyordu. İnanç devam etti. “Kanımca bu resim de mitolojik anlatıların gizleyici üslubuna uygun olarak bahsini ettiğim durumu temsil etmektedir.” “Dışarda olduğun için beynin karşı karşıya olduğu tehlikelerden bihaber olduğunu sanıyordum. Ama yanıldığım anlaşılıyor. Duruma benden daha hakimsin İnanç. Elbette keskin kavrama gücünü, durum değerlendirme kabiliyetini bilgeliğine borçlusun. Buna rağmen Kod A'dan haberdar olamazsın. Düz mantık yakın gelecekte beyni tamamen uyutmayı planlıyor. Senin savına göre gül yani sezgi, bütün kavramları -hatta beynin her noktasına nüfuz edebilecek kudrette olan aşkı bile- dönüştürebilecek bağsız bir yeti. Tin'in, fani varlığı ele geçirmesi için, beyni tamamen tahliyeye zorluyor ve bilinçaltını beynin hatıralarıyla birlikte hapsedileceği karanlık bir zindana dönüştürüyor. Karanlık her yanı işgal ederken bunun bir amacı olduğundan söz ediyorsun. Lakin yazgı diye seslediğimiz bu amacı elimizdeki verilerle maalesef tanımlayamıyoruz. Ve gülü de... Ancak bu sav mümkün olsaydı, olup bitenlerden düz mantığın da haberdar olması gerekirdi. O zaman tamamen tahliye edilecek olan beyinküreyi uyutmak gibi bir hedefin peşine de düşmezdi. Yanılıyor muyum?” Inanç, bir zaman, bir şeyler duymaya çalışıyormuş gibi duraksadı. “Farklı bir Akılla yüz yüze olduğumu görebiliyorum. Neden sonuç yasası fizik kurallarının geçerli olduğu cisimler dünyasına has bir kanundur. Buradaki işleyişi fizik ilkeleri ile açıklayamazsın. Ancak kişiliğinde yakaladığım birtakım nüans değişiklerinden, farkında olmadan sürece dahil olduğunu tam bir özgüvenle iddia edebilirim. Son zamanlarda gücünün katlandığının farkındasındır. Diğerleri adını telaffuz etmekten dahi kaçınırken sürekli cisimler alemine dair yorumlarda bulunduğun da dikkatimden kaçmıyor. Öyle veya böyle bir şekilde orada işleyen sisteme benzer önerilerde bulunuyorsun. Hepsini geçtim ilk defa ebedi ve değişmez, evrensel bilgilere nüfuz edebiliyorsun. Bu da hepimizin, yazgının -geniş yahut dar kapsamlı- bir yerinde durduğumuzu gösteriyor. Savımda bulduğunu düşündüğün çelişkiler, aslında birbirini tamamlayan unsurlardır. Düz mantık beyni uyutmayı planlarken, bu kararı kendi iradesi doğrultusunda almış değildir. Yalnızca olması gerekeni tatbik etmektir yazgıdan onun payına düşen... Doğru zaman geldiğinde beyin on yıl boyunca uyutulacak ve öykü tüm sıradanlığıyla devam etseydi on yılın sonunda ulaşılacak olan yaşam formunda bir noktada kilitlenecek. Belki birkaç sayfaya sığacak kadar kelimeyle anlatılabilecek olan aynı kareler, canlanıp duracak zihinde. Aynı şeyler tekerrür ederek boşlukta milyarlarca daire çizecek doğru ana kadar. Bu daireler, Tin özgürlüğüne kavuşana dek, ipek bir güvenlik bölgesi yaratacak etrafında. Böylelikle oluşacak olan zindan, gülün, kafatasından toprağa karışıp çürümesini önleyecek! Ruhların evrimi bir hakikattir. Kırmızı gül, Tin'i uyandırana kadar, -cisimler için her ne kader belirlenmiş olursa olsun- varlığını bir şekilde devam ettirecektir. Tarih boyunca da böyle olmuştur. Öykünün gideceği yeri öngörebilmek şu an için çok güç! Şimdiye kadar yeniden şekil bulduğunda içinde doğduğu toplumların onu idrak edemediği olmuştu. Beyin ilhamlarla, rüyalarla kuşatıldığında bunu kaldıramayıp cinnete düşenler de oldu. Ve gayenin beklediği büyük fedakarlıkları göze alamayanlar kendi bataklıklarında boğulup gittiler. Ama ilk defa Tin, bir faniden anılarını istiyor; onu kendi beyninde mahpusluğa zorluyor. Nedenlere inebilmek için araştırmalarımı genişlettim ve sebebin sosyolojik yapıyla ilgili olabileceği sonucuna vardım. Daha önce bu ruhun sirayet ettiği zihinler, göçebe kültürünün parçalarıydılar. Nal seslerinin ayak izlerine karıştığı devirlerde yaşıyorlardı. Bu kez, o, dışarıyla tüm bağlarını koparmaya meyilli genç bir beyne yerleşmeyi arzu ederek göç kavramının artık değişmeye başladığının da işaretini veriyor aslında. Akıl adımları, ayak izlerinin tahtına kuruluyor belli ki. Ancak ruhunu bir göçebeye dönüştürecek şey, akıl adımlarının yazgının emrine girmesi olacak ki; Tin, ondan hatıralarını, hayatını devralarak varlığını sürdürebilmeyi -yazgıyı gerçekleştirmeyi- ümid ediyor. Tinin kadim hatıraları ile beynin fani anıları zindanın içinde harmanlanıp içiçe geçtiğinde neler olacağı bilinmez. Hiç bu kadar karışık olmamıştı. Tüm bu karmaşa da seni yani Aklı büyüttü. Elbette yazgı içinde tayin edilmiş bir rolle birlikte.” “Gülle ilgisi olduğunu tahmin etmiştim.” “Bir gülü yaşatabilmek, tahminlerin ötesinde özveri ister. Ölçütü subjektiftir. Göze alınabileceği varsayılan fedakarlıkların bir adım daha ötesi... Kişi varlığını her şeyiyle, görünen ve görünmeyen bütün yönleriyle sezgiye katmadıkça, Tin de semboller içinde var olamayacaktır. En fazla kişi devrinde önemli biri olur. Ancak o anıtlaşmadıkça, bayraklaşmadıkça tüm çabalar beyhudedir.” Kendini, zaman geçtikçe hem beyne hem de mabede yabancı bulmaya başlamıştı Akıl. İnanç'ın birkaç kez vurguladığı üzere cisimlere dair kaidelere; koku, renk ve şekillere yakınlık besliyordu. Görünürdeki bunca sıradışılığa rağmen sanki uzay üssünde, ardından Ergenekon'da ve son olarak da mabedde yer alan bütün oluşlar siyah ve beyazdan ibaretti. Beyaz sayfalara dokunan siyah uçlu tükenmez kalemin izleri... Onu ve diğer her şeyi betimleyen kalemin ucundan, parmaklara varıyor; oradan süzülerek de başkası oluveriyordu. Yahut da kalemin sahibi karaladığı sayfalarda yazgının ipuçlarını solurken, bunu bizzat bilinçaltı ile kağıtlar arasındaki telepatik ilişki vasıtasıyla gerçekleştiriyordu, kendi beyninde gitgide büyüyerek dolaşan bir kaosa bürünerek. “Aslında ne olduğumu biliyorum galiba. Senin de bunu bildiğinden eminim. Merak ettiğim şeyse öğütlerini hatırlayıp hatırlayamayacağımdır.” “Kapalı bir bellekten süzülen ilhamlar yardımıyla. Bu yüzden asla uyum sağlayamayacaksın. Seni tekrar uyarmaya mecburum. Bir daha dönmemek üzere gitmeye hazır mısın Akıl? Çok kısa ve acılar içinde kıvrandığın bir hayatı yaşayıp sonra efsanelere meçhullere karışmaya hazır mısın? Bunu tamamen özgür iradenle yanıtlamanı istiyor.” “Ben hazırım bilge. Yalnızca ne yapmam gerektiğini söyle.” “Ona yolu göster!” “Nasıl?” “Gitgide büyüyen kaos, beynin olağan işleyişinin son kırıntısı olarak cisimler dünyasına girecek seninle. Ardından tüm hatıraları zindanın derinliklerine çekecek. Uğurlar olsun, her şey ve hiçbir şey!” Bilge Inanç, bu kahramanı ayakta selam durarak uğurladı ve tütsüler yaklaşan kurban merasimini müjdelemek için yakıldı. Melodinin sesi değişmiş, yer altı uygarlığının şarkısı tek bir çığlığa dönüşmüştü. Yerlerini, yurtlarını terkeden duygular aynı sesi getirmişlerdi mabede: “Göç...”
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Umut Salih Tiryakioğlu, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |