Türkiye Cumhuriyeti'nin temeli kültürdür -Atatürk |
|
||||||||||
|
Dehşetle büyüyor ağzının içinde bir küfür Bir küfür ki… Ses olup, edilememiş. Edilemiyor. N. HİKMET RAN Bir Küfür Ki!!! Ülkemizde haber kirliliğinin son haddini bulduğu aşikâr. Tıpkı Kurtuluş Savaşı öncesi gibi, iç ve dış düşmanlarca kuşatılmış olan ülke insanının gafletle daldığı ve bir türlü uyanmadığı uykunun en büyük sorumlularından biri de basın ve yayın kuruluşlarıdır kanaatimce. Öte yandan çoğu faili meçhul gazeteci ve yazarın en popülerinin bile, katili kadar ilgi görmediği bir toplumda sorumluluğun çoğunu medyaya yükleyen mantığım vicdanen pek de rahat değil. Akşam annemin gazete niyetine okuduğu paçavralardan birine gözüm ilişti. Baş sayfada büyük puntolarla, birkaç gün önce hapisten çıkan psikopat katilin Hilton Oteli’ndeki özel odasında, akın akın gelen ziyaretçilerini kabul ettiği yazıyordu. Haberi okuduktan sonra; “Abdi ipekçi yaşasaydı ve bırakın gazeteci olmayı sadece dürüst bir vatandaş olsaydı, Hilton Oteli’nde yılda bir kaç gece geçirmeye maaşı yeter miydi acaba?”diye düşünmeden edemedim. Günde en az sekiz saat çalışıp, vergisini ödeyen, kim vurduya gidilmesi işten olmayan memleketinde, altmış beş yaşına kadar yaşamak hususunda direnip emekli olmayı başaran bir devlet memurunun, emekli ikramiyesi belki Hilton’da birkaç gece geçirmeye yeterdi. O da kış günü hakkımı arıyorum diye sokaklara dökülüp soğuktan, üzerine sıkılan tazyikli sudan ya da yaptığı ölüm orucunda açlıktan, hiç birinden değil kimsesizlikten, duyarsızlıktan ölmezse. Gel de dehşetle ağzının içinde bir küfür büyütme. Çetin emeç, Uğur Mumcu, Onat Kutlar, Ahmet Taner Kışlalı son yüz yılda ülkemizde katledilen seksen küsur fikir adamı ve gazetecinin en tanınanları. Her yıla bir kişi düşüyor nerdeyse. Fakat göz kırpılmadan öldürülen bu yüze yakın candan hiç biri hayatları boyunca Hilton da özel odada ağırlanan katil kadar ihtimam görmemiştir herhalde. Gel de ağzının içinde bir küfür büyütme dehşetle ! Bu küfür bildiğimiz küfürlere pek benzemez. Edilse rahatlatmaz, belki edilmesine kelimelerin kifayeti yetmediği için ağızdan çıkmaz. Dehşetinden alfabesi donar, içine yerleştiğinin. Çünkü bu küfür haksızlık karşısında duyulan çaresizliğin dilsiz ağıtıdır. Çünkü bu küfür yutkundukça yakan bir zehir, soludukça öldüren bir nefes, büyüdükçe imkânsızlaşan bir sestir. Kuvayi Milliye ve Memleketimden İnsan Manzaraları’ndan bir kolaj hazırlıyorduk. Oyun bir performans projesiydi ve anlattığımız karakterlerin her biri ne yazık ki memleketimizde artık hiç görülmeyen müstesna karakterlerdi. Işık ve müzik dışında, dekor, aksesuar, kostüm gibi tiyatronun görsel ve estetik unsurlarını kullanmadığımız oyunda her şey oyunculardı. On kişilik ekibin onu birden tek nefes, tek ağız tek bedendik. Bir yandan konuşuyor, bir yandan olayın mekânı olan yörenin halk oyunlarını oynuyor, diğer yandan da anlattığımız kavram ve karakterler oluyorduk. Mesela; Karadeniz’dik. İstanbul Boğazı’ydık Haydar Paşa Garıydık. Kamyonduk, kağnıydık, trendik, takaydık. Cesarettik, korkuyduk, acıydık, umuttuk. Ölümdük, kandık, hürriyettik, sevdaydık. Yaklaşık iki buçuk saat süren oyun boyunca tüm oyuncular her an sahnede ve her şeydiler. Öyle bir performanstı ki; oyun bitip, üstümüzdeki kıyafetleri sıkışımızı gören biri, sahnede bir havuz olduğunu düşünebilirdi . Yapmaya çalıştığımız çok ama çok zordu yani. Fakat bir sürü göz önünde kesintisiz harcanan enerji değildi bizi yoran. Metni yaşarken samimiyetle büründüğümüz, özgürlük için savaşan insana yüklenen tanrısal anlamdı. Sayısı yüzü bulan provalardan sonra bile boğazımıza bir yumru takılmasını, sesimizin çatallaşmasını hatta gözlerimizin dolmasını engelleyemiyordu, tekrarla geçen zaman Bir sahnede Arhavili İsmail, Kartallı Kazım, Şoför Ahmet ve daha pek çokları gibi Kurtuluş Savaşı’nın adsız kahramanlarından biri olan Kambur Kerim’i anlatıyordum. Nazım Hikmet’in kaleminin; " Dehşetle büyüyor ağzının içinde bir küfür, Bir küfür ki, ses olup edilememiş, edilemiyor.” diye tarif ettiği Kambur Kerim, hikâyesi başladığında on dört yaşındadır. “Ve bir fidan gibi genç, bir fidan gibi cesur, bir fidan gibi vadeden bu çocuk, dümdüzdür, fidan gibi.” İşgal altındaki Eskişehir’e okumak üzere gönderilip, işgal güçlerinin silah ambarlarında oyun oynayan Kerim’in öyküsü, cepheye gönderilmek üzere silah çalmaya başlamasıyla devam eder. Eskişehir’e gelen Kocaeli Gurubu paşasına teslim edilip eğitildikten sonra, milis kuvvetleri arasında haber taşıyan bir ulak olmasıyla da hikâye iyice renklenir. İki yıl boyunca işgale karşı savaşan çeteler arasında haberleşmeyi sağlayan Kerim, yağmurlu bir gece göreve giderken attan düşer. Kemikleri kırılan çocuğu iyileştirmesi için çıkıkçı Şerif Usta’ya teslim ederler. “Usta ovar onu bayıltıncaya kadar, Sonra zifte koyar bu dal gibi çocuk gövdesini Yirmi gün sonra bir ikindi vakti ziftin içinden Kerimi kambur çıkarırlar.” Savaş bittikten sonra bir postane de telgraf memuru olan Kerim ile savaş yıllarında düşman ajanlığı da dâhil her türlü kalpazanlığı yapan Basri Şener trende karşılaşırlar. Kerim yargılanmak üzere özgür iradesiyle mahkemeye gitmektedir. Hasta bir arkadaşını hastaneye yatırmak için postanenin kasasından para çalmıştır. “ Hasta ölen bir dosta verilmek içinde olsa Hapiste yatacaktır devlet parasına ihtilas eden” “Kim bilir ne musibet şeymiş ki Allah onu bu hale koymuş” diye düşünen Basri Şener’e bir bakışla istenen, pencere kenarındaki yerini verirken; “Ne güler yüzlü adam” diye düşünmektedir, Kerim de içinden. Sırtında kocaman, çirkin bir kambur taşıyan fakat omuzunda tek bir İstiklal Madalyası olmayan Kerim’le, korkak bir vatan haini, belki pek çok madalyanın da sahibi Basri Şener ‘in karşı karşıya durdukları sahne gerçekten ironiktir. Bu bölüm; “Kerim alışmıştı senelerdir insanlarla bir acayip maceraya girmeye Hiçbir şey istemeyip onlardan, her isteneni vermeye Ve ihtilas ettiği günden beri Dehşetle büyüyor Ağzının içinde bir küfür Bir küfür kiiiii Ses olup Edilememiş Edilemiyor.” dizeleriyle biter. Provalarda sahneyi bu cümlelerle bağlarken her defasında duygusal bir çöküntü yaşar, ya “Bir küfür kiii" diyip donar ya da Kerim’i oynayan arkadaşımın boynuna sarılıp onu öpe koklaya ağlardım. Daha doğrusu yönetmenimiz dolu gözleriyle burnunu çekerek; “Böyle oyunculuk mu olur? Siz canlandıracaksınız, seyirci yaşayacak” diye kendini yırtmasına rağmen tüm ekip ağlardık. İlginçtir oyunun onca etkileyici durum ve kişisi içinde Kambur Kerim seyirci önünde de hep aynı etkiyi yaptı hepimizde. Gözyaşlarımızı zapt etmeyi başarıyorduk ancak Naz Barı’nı canlı çalan ney ve saz eşliğinde oynadığımız bu sahne, finalinde yalnız oyuncuları değil, salondaki herkesi şok ediyordu. Es vermeden, hemen doğrulup davullu zurnalı Şemami’ye bağlanmamız, cinlerden saz çalmayı öğrenen Aliş’in cinlerini oynamamız gerekiyordu fakat “Bir küfür ki ses olup edilememiş edilemiyor” cümlesinden sonra hem seyirci, hem biz yüreklerimizin ağırlığıyla öyle donmuş oluyorduk ki; salon ve sahne rejide olmayan bir buz esiyle “isyan” kesiliyordu. İşte aynı duygularla baştan ayağa isyan kesildiğim bu günlerde sık sık yüreğimin donduğunu, boğazıma bir yumrunun tıkanıp sesimi boğduğunu hissediyorum. Anlatmaya çalıştığım bu küfür bildiğimiz küfürlere benzemez. Gazete okuyorum. Haber dinliyorum.Dehşetle büyüyor ağzımın içinde bir küfür! Ülkemin resmine bakıyorum. İnsanlığın halini görüyorum, kendi içime dönüyorum Dehşetle büyüyor ağzımın içinde bir küfür! Vahşeti, şiddeti ve kötülüğü yaratırken, uygularken, izlerken;Dehşetle büyüyor ağzımın içinde bir küfür!Yanan ormanların, kavrulan ağaçların canlarının kokusu genzimi yakarken , kupkuru dereler susuzluk akarken;Dehşetle büyüyor ağzımın içinde bir küfür! Fabrika atıkları içinde ölüm solurken, ölü balıklarla dolu denizlerde boğulurken; Dehşetle büyüyor ağzımın içinde bir küfür! Küçük menfaatler, para ve zevk uğruna kaybolan değerleri ararken, göz göre göre söylenen her yalana inanırken; Dehşetle büyüyor ağzımın içinde bir küfür! Toplumlar her haksız güç karşısında eğilirken, onur, merhamet, aşk, vefa, samimiyet değersiz bir harf yığını olurken, benliğini, kimliğini, insanlığını kaybetmemek için savaşanlar vurulurken ;Dehşetle büyüyor ağzımın içinde bir küfür! Ses olup edilemeyen her küfrü yutkunurken Dehhşetle büyüyor ağzımın içinde bir küfür... Bir küfür kiiiiiiiii…… 23.01.2010
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Arzu Kulaç Sevimli, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |