Şiir, seçmek ve gizlemek sanatıdır. -Chateaubriand |
|
||||||||||
|
Kim Tutar Seni Be!
“ Durum Bin İki Yüz Otuz Dört Artı Reçete” Yıllarca “Mut” denen şeyi bulmak umuduyla bir takım eylemlerde bulundum. Yol otoritelerince çizilmişti. Mutluluk yolunda kendinle ve çevrenle barışacaktın. Kötülüğe bulaşmayacak, bulaşanları hoş görecek, düşünsel ve eylemsel her sahada, iyi niyeti rehberin kılacaktın. Sonunda da başına, üç elma düşecek, illa ki gökten düşen elmaların hızına dayanabilirsen, sonsuza kadar mutlu yaşacaktın. Bu yolda dalmadığım kişisel gelişim kaynağı, boylamadığım derinlik kalmadı. Spritüel, dini, insani romandan, röportaja, ne bulduysam yalayıp yuttum. Daha doğrusu yalayıp, yuttuğumu sandım. Meğer yutkunamamışım. Yutkunamadıklarım boğazıma takılmış olmalı,durup dururken hastalandım. Diz kapaklarıma giren kramplar neticesi kısmi felç geçiriyordum. Başım dönüyor, midem bulanıyor, olur olmaz yerlerde düşüp pat diye bayılıyordum. Tırnağımdan saçıma kadar defalarca yapılan kontrollerde ciddi hiç bir hastalığım olmadığı anlaşıldı. Sonunda kendimi bir ruh hastalıkları uzmanın kapısında buldum. Birkaç psikiyatr kapısı sonra anlaşıldı ki, bu hastalık hazmedemediğim olaylar karşısında veya mutsuz, saldırgan kalabalıklar içindeyken vuku buluyor. İyi de nasıl iyileşeceğim ben? Ömrümün geri kalanını yaımnız mı geçireceğim? Çare olur diye gitmediğim doktor, denemediğim yöntem, almadığım ilaç kalmadı. Her geçen gün biraz daha çuvalladığım günlerin birinde son doktorum, gözyaşları içinde anlattığım öykümü dinleyip başını kaşıdıktan sonra, reçetenin ilaç yazılması gereken yerine şunları yazdı; “Davranışlarını gözle, belirtiler başladığı anda içinden geçen ilk eylemi yap. Becerebilirsen bir ay geçmeden eskisinden de iyi olacaksın. Yan etkilerden ve sonuçlardan ben sorumlu değilim. Başarılar” Reçeteyi okuduğumda çok basit buldum. Bundan kolay ne vardı canım. Takip eden günlerde daha uzun süreli felçler geçirmeye başladım Anlaşılan reçeteyi çok hafife almıştım. İçimden gelen eylemi yapmak için harekete geçtiğim her denemede muhtemel sonuçları göze alamayarak geri çekiliyordum. Sıkıntılarıma bir de bu basit reçeteyi bile uygulayamamanın ağırlığı binince tekrar doktorun kapısını çaldım. Çaresizlik yüklü bir sesle; “Yapamıyorum!” dedim. Bunun üzerine bana eski bir arkadaşının konferanslarından bahsetti. Vakit geçirmeden; “Bu adreste ve haftanın şu günü” yapılan konferanslardan birine gitmeliydim. Eğer bu konferanslara katılıp, hala reçeteyi uygulama gücü bulamazsam benim için çok geçti. Hayır! Öyle demek istememişti. Allahtan umut kesilmezdi. Konferans günü özenle hazırlanıp, aheste adımlarla belirtilen yere gittim. Topluluğun sayısı ve yaşanan cümbüş beni şaşırtmadı desem yalan olur. Kapıdaki kalabalığı ücretsiz oluşuna bağlayarak, sıraya girdim. En arkadan da olsa bir bilet alıp girmeyi başardığımda ışıklar kararmıştı. Pamuk saçlı, gözlüklü, yolda görsem yardım etmek için çırpınacağım zar zor yürüyen yaşlı bir amca sahneye çıktı. Adamın sesini duyduğum anda önyargının ne menem bir şeytan olduğunu bir kez daha anladım. Hem yumuşacık hem güçlü olmayı başaran etkileyici bir sesle “Merhaba” diyerek dinleyicileri selamladıktan sonra, mükemmel bir diksiyonla konuşmaya başladı. “Uyumlu olmak, kabul görmek, sevmek, sevilmek, saygıdeğer ya da paralı olmak uğruna ne çok şeyden vazgeçmek zorunda bırakıldınız değil mi? Ne kazandınız peki? Mükâfatınız tek tip, duyarsız ve anormal insanlar ordusuna nefer olmak oldu. Kısıtlanma kuşatması ve ayıplanma korkusuyla zayıf, sessiz, ama sinsi, duygusal anlamda küt, heyecansız, enerjisiz, zevksiz, renksiz bir dünya ve ülke toplumunun mutsuz insanlarıyız.İşte hayatınızı bir nebze daha çekilir kılacak ve ara sıra da olsa kendinizden memnun olmanızı sağlayacak bir kişisel gelişim davranışları konferansında daha bir aradayız. Şimdi sakın rahatlamayın. Gevşemeye falanda kalkmayın. Çok mutsuz ve keyifsizseniz konuşmam sırasında bir kaç not alıp, çıkar çıkmaz uygulayabilirsiniz.” İlk kez böyle etkileyici bir hatiple karşılaşıyordum koltuğa iyice yerleşip dikkatle, şimdi gözüme çok karizmatik görünen adamı dinlemeye başladım. “Öncelikle ben bir bilge, kişisel gelişim koçu ya da psikolog değilim. Aslında hep “hiç kimse” olmak istemiştim, ama “hiç” olmanın bir şey olmaktan daha zor olduğunu anladığımda vazgeçmek zorunda kaldım. Neyse bu sizi ilgilendirmez. El kitabımı yazarken yüzün üstünde yaşlı, ermiş, dermiş devşirmiş Pollyanna ya da kanatsız melekle röportaj falan yapmadım. Öyle birileri olduysa da yaşamımdan teğet geçtiklerinden olmalı onlarla öğretici bir yaşam deneyimim olmadı. Öte dünyadan ziyaretçilerim gelmedi. Tanrı ile muhabbetimse özeldir. Benim ki klasik yap, yaşa, hisset, paylaş yöntemi… Burada olduğunuza göre fena halde çaresizsiniz Doktor doktor gezip, avuç avuç ilaç yuttunuz. Yine de kendinizi iyi hissetmiyorsunuz, hala mutsuzsunuz, doğru mu? Siz de beş kuruş etmez, ticari kaygılarla yazılmış; aklınla inan olsun. Yürekten dile kavuş. İyi ol kuşlar başına pislesin, ne başını yıkaması! Koş bilet al. Amorti bile mi çıkmadı? Yeterince istemedin dimi, seni haylaz! Sev ebenin bile yüzü gülsün. Bak aborjin denen mahlûklar da insan, ama ilaç ya da esrar almadan (ne malum!) uçuyorlar. Sen de aborjin ol şapkandan tavşan çıksın. Sırrı öğren Alâeddin’in lambasını bulursun cinsinden şeyler yazan kitaplara yeterince para yatırdınız değil mi? ” Dinleyici koltuklarından bir uğultu koptu. Salondan yükselen onay dolu mırıltıların kesilmesini bekledikten sonra elini sallayarak devam etti. “Mutluluk yolunda ilk yapmanız gereken şey şu. Evinizde boşu boşuna yer kaplayan ve içleri sıkıcı, yorucu, uygulanamaz, velev ki azmettiniz uyguladınız, karşılığında; “Sen niye böyle iyi niyetlisin? Kesin anormalsin. Kusura bakma kardeş, devemi diken ebemi… ken” türü cümlelerle toplumdışına itileceğiniz ve sonrasında bunları yaparken kıçınızdan akan terleri (ki, halk arasında fedakârlık da denir) düşündükçe çok daha mutsuz olacağınız bu tür kitapların, bir daha kapağını dahi açmayın. Hatta daha iyisi onları toplayıp, hoşlanmadığınız bir tanıdığınıza hediye edin. O şaşkın ve pişman bir mahcubiyetle kendini; “Bayram değil, seyran değil..” hususunda sorgularken, sizin ağzınız kulaklarınızın yolunu çoktaaan bulmuş olur. O tür kitapların size yaşatacağı tek mutluluk da budur. Bir de paşa gönlünün istediği yere git, kalbinin sesini dinle türünden kitaplar vardır. Bunları da bir heves alır okursunuz. Okurken heyecanlanır; “Evet ya, doğru valla!” falan dersiniz. Uygulamaya kalkınca da ayvayı yersiniz. Çünkü bunları yazanların, hele bide “Ben yaptım, oldum” diyenlerin hemen hepsi kafayı sıyırmıştır inanın. Bunlar topluma çıkmayan, insanla ve dünyayla bağlantıyı kesmiş, bir sürü kedi köpekten başka hiçbir canlıyla temas etmeyen hafızayı uzun zamandır kaybetmiş hasta teyze ve amcalardır. Biz sanki bilmiyoruz aklı duymazlıktan gelebilirsek daha mutlu olacağımızı. Sen bize bunun nasıl olacağını söyle değil mi?Sonra bakalım seni mutlu eden şey, benim toplumumda ve çevremde beni mutlu edecek mi? Ben senin gibi dağ başında, lüks bir villada oturup, bütün gün börtü böcekle, kuşla çiçekle mi etkileşiyorum? Sen gel bir sabah işe gitmek için belediye otobüsüne bin, otobüsteki bir sürü suratsızla ter ve nefes alışverişinde bulun. İş yerine git. Birkaç kıl, günaydın dahi demesin, yakınlaşmak zorunda kaldığın diğer üç beş kıl, seni hiç alakadar etmeyen sorunlarıyla her fırsatta kafanı bellesin. Hırslı, öfkeli, doyumsuz, mutsuz, insanlarla iki üç saat haşır neşir ol. Trafiğe çık. Çoluk çocuk, kadın her çeşit satıcıyı gör. Hem yüreğin acısın, hem kork. Eve git, haber dinle gözün gönlün açılsın, bakalım öyle bol keseden mutluluk tarifleri verebilecek misin? Eh artık söylememe gerek yok. O tür yayınları da ne yapacağınızı biliyorsunuz. Keşke size bunları yutturanları da bulabilme ve müsait yerlerine, hayal kırıklıklarınızca büyük delikler açabilme şansınızda olsaydı….Şimdi durumlara göre reçetelere ve uygulamalardan örneklere geçebiliriz artık.” Alkışlarla inleyen salonu eliyle sakinleştirdikten sonra konuşmasına kaldığı yerden devam etti. “ Durum bin iki yüz otuz dört artı reçete” dedi bana kaçırdığım onca konferansı hatırlatmak istercesine. “Ben bu günlerde en çok eşek kadar kadınların ya da öküz kadar adamların, çocukça diyebileceğimiz saçma sapan bir dili kullanmasından muzdaripim. Ağzını büze büze aşkooş, ciccooooş ya da gözlerini kırpa kırpa, pamam(tamam) evt(evet), mamaa diyen insan kardeşinizin, sevimli olmak uğruna kendini beceriksiz bir maskaraya dönüştürmesini izlemek zorunda kaldığınızda, yüzünü gözünü dağıtmak geliyor içinizden değil mi? Benim de. İşte böyle durumlarda kadınsa toplum içinde yaşını hatırlatacak; “Senin delikanlıdan mı öğreniyorsun kırk yıldır kullanmadığın bu dili?” “Sen beş yaşından kırk beşine kadar olan arada kartlaşırken, dilinin çocuk kalması ne kadar acı bir çelişki” ya da açıkça; “Yaşından başından utanmıyorsun, koca göbeğinden, sarkmış gıdından, yüzündeki bir kilo boyaya rağmen saklayamadığın yarıklardan utan be kadın” diyiniz. Sonrasında ise kesinlikle pişman olmayınız. İnanın hak etmişti. Yapmanız gereken ablanın saldırısına fırsat vermeden mekândan sıvışmak ve kendinizi tuvalete atıp deriiin bir ohhh çekmektir. Daha sonraki günlerde belki bu abla bırakın çocukça konuşmayı, büyük ihtimalle sizle hiç konuşmayacaktır ama o anı hatırladıkça, yüzünüzü kaplayan tebessüm baki kalacaktır.” Bende dâhil salondaki herkes ellerimizi paralarcasına alkışladık. Alkış sesleri kesildikten sonra adamakıllı yakışıklı olduğuna karar verdiğim adam tekrar konuşmaya başladı. “ Eğer bu dili kullanmaya çalışan bir erkekse ve çelimsiz, sıska bir tipse; “Ne bu ulan, adam gibi konuş, karı mısın sen?” diyerek önce gurunu kalbinden vurunuz.(Yanlış anlamayın bayanlar, erkek toplumunda kadına benzetilmek pek inciticidir ya) Sonra da, Nasılsa çelimsizin teki, öyle bir Osmanlı tokadı atınız ki; bir daha bıyığından, sakalından utanmadan, sevimli olmaya kalkmasın. Öyle ya; madem bu kadar gayretlisin, çocukçaya harcadığın zamanı, dilini güzel ve akıcı kullanmaya harca hödük… Peki, bu adam sizin suyunuzu çıkaracak bir tipse; o zaman tokat kısmını siliniz ve kalabalık bir ortamda buz gibi bir sesle; “Karıların ve o biçimlerin kullandığı bu dil, bilmem kimin ağzına hiç yakışmıyor.” diyiniz. Hemen ardından “Değil mi arkadaşlar?” diyerek çevreden bir iki kişinin, destekler bir tutum içine girmelerine özen gösteriniz. Desteklemezlerse “Bunlar arkandan seni taklit edip gülüyor, haberin olsun” demeyi de ihmal etmeyiniz. Ama yine de en güzeli; bu tipe nerde rastlanırsa rastlansın, cinsi ya da ebadı ne olursa olsun, kendi kendinizi yemektense, o an içinizden ne geliyorsa (küfür serbest) onu söyleyip, iyi bir dayak yemeyi göze almaktır. Bir kaç gün canınız yanar ama her hatırladığınızda içiniz ferahlar.” Tekrar salonu kaplayan alkış tufanı kesildiğinde; “Arkadaşlarım bu hafta da bize ayrılan sürenin sonuna geldiğimizi hatırlatıyorlar. Haftaya durum bin iki yüz otuz beş artı reçete de buluşmak üzere hoşça kalın. Olumsuzluklar karşısında susmaya harcadığınız enerjiyi konuşmaya harcayın. Haydi! Kim tutar sizi be!” diyerek alkış sağanağı altında sahneden ayrıldı. Çok değil, beş-altı durum artı reçetenin ardından, sonunda otobüse binmek zorunda kaldığım bir gün, ilk uygulamayı hayata geçirmeyi başardım. Nezaketle; gideceğim yerin güzergâhı üstünde olup olmadığını sorduğumda, “ Kör müsün, okuman yazman yok mu?” diye hırlayan otobüs şoförüne; “ Evet, körüm. Okumam yazmam da yok. Fakat bu durumda bile senin ebenin çanağını çatlatacak bir yol bulurum” diye öyle bir çemkirdim ki, vatandaşların; “Kusura bakma oğlum(kardeş)…ben…şey…kem…” gibi cevaplarına alışkın olan bıçkın ve hırçın sürücü neye uğradığını şaşırıp, güzergâhı söylediği gibi, binmeme de yardım etti. Ama bir kez midemi bulandırmıştı. İnmeden önce sürücü koltuğuna yanaşıp, üstüne gönül rahatlığıyla kusmayı ihmal etmedim. Oh be! Yaşadığım mutluluğu imkânı yok tarif edemem. O gün bu gündür depresyon bulutları yüreğimin yeryüzüne uğramıyor. Aradan iki yıla yakın bir zaman geçti. Durum bin beş yüz küsurlardayız. Sayıları hızla artan ihtiyaç sahipleri de yararlansın diye, konferanslara her hafta değil, ayda bir gidiyorum. “Mut” denen şeyle çok sıkı fıkı olamasam da ondan, hasta olacak kadar mahrum değilim artık. Kimliğimin eskiden “Kocaman bir tavşan” yazan yerinde, uzun zamandır “Küçük bir aslan” yazıyor. Ara sıra ipin ucunu kaçıran arkadaşlarım da olmuyor değil tabi. Ben bu satırları bir hastane ya da hapishaneden yazmıyor olmamı, kantarın topuzunu henüz hiç kaçırmadığımın işareti sayıyorum. Arzu Kulaç Sevimli O9/01/2010-İzmir
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Arzu Kulaç Sevimli, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |