Milli egemenlik öyle bir nurdur ki, onun karşısında zincirler erir, taç ve tahtlar batar, mahvolur. -Atatürk |
|
||||||||||
|
Yıl 1976. Temmuz ayının ilk günleri. Bedenimin müstehcen bir bölgesinde bir çıban peydah oldu. Hayatımın her evresinde olduğu gibi, nasıl olsa geçer diye o günde önemsemedim. Fakat iki üç gün geçti, bir iyileşme olmadığı gibi gittikçe artan dayanılmaz ağrılar iflahımı kesmeye başladı. Utandığımdan kimselere de gösteremiyorum. Meğer apse yapmış, kocaman bir yumru haline gelmiş. Neyse, aldı beni Kars Devlet hastanesine götürdüler. Akşam ilaç verip yatırdılar. Ertesi gün küçük bir ameliyat ile açtılar ki, çok derinlere inmiş. Dolayısıyla “bir hafta yatacaksın burada” denildi. Günde iki defa pansuman yapıyorlar. *** Yattığımız hastane odası sekiz kişilik. O güne kadar hasta ziyareti dışında hastanelere ayak basmışlığımız yok. Pijamalarımızla ara sıra koridora falan çıkıyoruz. Benim hemen yanımda yatan da genç birisi, Ferhat. Ferhat ile ikimiz aynı yaştayız. O benden birkaç gün önce yatmış. Hemen kaynaştık. Hastane yemekleri yenilecek gibi değil. O vakitler değil Kars’ta, İstanbul’da bile fastfood kültürü henüz başlamamış. Dışarıdan bisküvi, kraker gibi şeyler ve gazete getirtiyoruz. Tam karşımızda da iki yaşlı adam yatıyor. Birisi benden bir gün önce getirilmiş, Çıldırlı bir amca. Yaylaya giderken yolda attan düşmüş, beyin kanaması geçirmiş. Koma halinde getirmişler. Başhekim Dr. Halis Soylu (sonradan Kars senatörü oldu) bizzat tedavi ediyor. Gene bizim yaşlarımızdaki oğlu da refakatçi olarak kalıyor. Benim yatışımın üçüncü gününün sabahında, doktor sabah vizitine geldiğinde; yaşlı amca de yavaş yavaş yaşam belirtileri vermeye başladı. Söylenenleri anlıyor, doktorun sorularını gözleri ile cevaplıyor. Doktor,” iyiye gidiş var, böyle giderse bir hafta sonra tamamen iyileşir” diyerek oğluna ümit veriyor. O gün biz de oğlu ile iyice yakınlaştık. Konuşuyor, sohbet ediyoruz. Ertesi sabah oğlu doktora “ Köyden annem ve kız kardeşim babamın ziyaretine gelecekler. İzin verirseniz görüşsünler” diye izin istedi. Doktor pek gönüllü olmasa da “ hastayı yormamaları, çok kısa görüşüp çıkmaları şartıyla” izin verdi. Öğlen saatlerine yakın Ferhat ile sohbet ederken; refakatçi genç bize yaklaşarak “ Babama biraz göz kulak olun lütfen, ben aşağı inip annem ve bacımı alıp geleyim, gelmişler, aşağıda bekliyorlar” dedi. Biz de olur dedik ve gitti delikanlı. Beş on dakika geçtikten sonra kapıdan içeri girdiler. Daha otuz yaşlarında olan kızı, elli yaş civarında bir kadın (yaşlı amcanın ikinci karısıymış, oda içindeki kız ve oğlanın üvey anaları) ve sonradan öğrendiğimize göre hasta amcanın kardeşi altmışlı yaşlarda olan kerli ferli bir adam. Kız, koşar adımlarla ve gözyaşları içinde babasına yürüdü. Elleriyle babasının başını okşuyor, yanaklarından öpüyor. Hasta amca ona sevecen ve gördüğüne ne kadar sevindiğini belli eden gözleri ile cevap veriyor. Erkek kardeş de yatağın yanına yaklaşarak ağabeyinin durumunu kavramaya çalışıyor. Refakatçi genç bir sandalye buldu getirdi, anasını oturttu. Vay o kadın oturmaz olaydı. Kız ve kardeş azıcık görüş açısını açtıklarında, kadın makineli tüfek gibi ötmeye başladı. Terekeme şivesiyle: “ Ay kişi, sen burada ne yateersen? Yayla yaylada, aran aranda galdı. Malımız, goyunumuz sahafsız gırıleer.” Genç yaşıma ve tecrübesizliğime rağmen durumun vahametini kavradım. “Bu kadın bu adamı öldürecek şimdi” diye içimden geçirdim. Kadın kurulmuş saat gibi, ya da otomatik tüfek gibi takır takır saydırmaya devam ediyor: “Mal, goyun birbirine garışeer, çovan gaşdı getti. Yağımız pendirimiz andıra galeef… Sen hele burda kef edeersen, yateersen. Yaşlı amca, gözlerinin ucuyla kadına şöyle bir baktı ve gözlerini yumdu. Ağzından gırtlak ve genizden gelen inleme ve hıçkırığı andıran bir ses çıktı. Bir ses daha… Ve adam öldü... Kızı çırpınıp gözyaşlarına boğulurken, erkek kardeşi metanetle Kur’an okumaya başladı. Kadın sandalyede hâlâ konuşuyordu. Yatağın ayakucunda ağlayan oğluna yaklaştım “ Bu cadının içeri girmesine izin vererek adamın ölmesine sen sebep oldun” dedim ve çıktım koridorun en uzak köşesine gittim. *** İkinci yaşlı hasta ise Mehemmed emi. Kars’ın Çakmak köyünden bir koca Terekeme… Kars valiliğinde bir dairede küçük bir memur olarak çalışıyormuş. Fıtık olmuş. Hayalar olmuş nerdeyse üç kilogram. Ameliyat olacak. “Malı, mülkü aldırajam” diye kendisiyle dalga geçiyor. Mehemmed emi, bir ateş, bir alev. Tam bir Ayyar Hamza. Fıkralar anlatıyor, taklitler yapıyor. Bizi gülmekten kırıp geçiriyor gün boyunca. Bana “ Sen haralısan, balam?” diye sordu daha ilk gün. “Arpaçay’ın Bacıoğlu köyündenim, Mehemmed emi.” “ Eye, Hasan Kılıç’ı tanıyeersen mi? “ Tabii ki tanıyorum. Benim amcamdır kendisi.” “ Ay Allah Hasan’ı tezdihnen menim elimden alsın. O menim esger arhadaşımdı. Daha ölmedi mi eye, o gohusu kesilmiş?” “ Niye ölsün, ay Mehemmed emi. Allah korusun.” “ Eye gorhma ölmez o. Neçe arvad aldı?” “ Dört arvad aldı, beşinciyi ahdarır.” “ Men sana demedim mi onun gohusu kesilmez” Mehemmed eminin hanımı da Güleser hala. Çocukları olmamış. Köylerinden gelmiş Kars’a yerleşmişler. Bir Köroğlu bir Ayvaz yaşıyorlar. Fakat birbirlerine öyle bir aşkla, öyle bir sevgiyle, öyle bir muhabbetle bağlılar ki anlatmak, tarif etmek mümkün değil. Yattığımız hastane odasının penceresi güneydoğuya bakıyor. Sabah güneşi perdesiz camdan içeri vurunca, güneş ışınları ilk olarak Mehemmed eminin yüzüne vuruyor. “Andıra galmış güneş de gelir meni tapır” diye her sabah söyleniyor. Ferhat ile ben az bisküvi ile kahvaltıyı geçiştiriyoruz. Daha kahvaltılar verilmeden hastane duvarının dibinden Güleser halanın sesi duyulmaya başlıyor. “ Ay Mehemmed, ay Mehemmed” diye bağırıyor. O saatte ziyaretçiye izin verilmediği için içeriye giremiyor. Mehemmed emiye kahvaltı getirmiş. Bir elinde sefertası diğer elinde çay dolu termosuyla geliyor her sabah… Mehemmed emi, şişkin hayaları sıkıştırıp ağrı çekmesin diye ördek gibi paytak paytak yürüyerek zemin kata iniyor, gelip kahvaltısını yaptıktan sonra tekrar aşağı inerek boşları veriyor. Öğlen saatlerinde ziyaretçi girişiyle Güleser hala da hemen içeri giriyor. Gene elinde sefer tasıyla birlikte. “Gurvan oloom ay Mehemmed, sana ayran aşı pişirdim. Yarpızını, eveliğini bol goymuşam. Gartolnan cızdağ (koyun kuyruğunun civarından kesilmiş yarı kuyruk yağlı et parçası) da goydum ki dadı tamı yerinde olsun.” “Biy men sana gurvan oloom, Ay Güleser. Varım, yohum, atam, anam ay Güleser. Sen olmasan mana bu goja vahtım da kim bahar.” “ Allah etmesin, ay Mehemmed. Men sana gurvan oloom. Akşam saatlerinde pencereden gene Güleser halanın sesi yankılanıyor. “ Ay Mehemmed, ay Mehemmed…” Mehemmed emi, uyku küründe. Horlama sesiyle yellenme sesleri birbirine karışmış. Ya ben ya da Ferhat iniyoruz aşağıya. Sefertasını getirip Mehemmed emiye veriyoruz. Ve tabii ki “ aman Allahım bu ne aşk, bu ne sevgi “ diye şaşıyor ve gıpta ediyoruz. *** Doktor,”Bugün son günün, yarın seni taburcu edeceğim” dedi. Sıkılmıştım zaten. Gözlerim parladı. İkindi vaktine doğru bir hademe geldi: “Ay Mehemmed emi, bir ziyaretçin var aşağıda. Kardeşin olduğunu söylüyor. Ziyaret saati değil, yarın gel dedim ama çok yalvardı bana. Getireyim mi?” diye sordu. Mehemmed emi çılgına döndü birden. “Yoh eye, sakın getirme. Gelmesin o deyyus menim yanıma” Ben ve Ferhat araya girdik. “Yapma etme Mehemmed emi. Yarın ameliyata gireceksin. Adam senin kardeşindir sonuçta, bırak gelsin seni ziyaret etsin.” “Yoh eye… O meni ziyarat için gelmez. Mutlaka bir zad isteyeceh, onun içün gelmiştir. Gelmesin menim yanıma…” Fakat odada yatan herkes Mehemmed eminin üstünde baskı kurduk. Sonunda “olur” demek zorunda kaldı. Ufak tefek biri olan Mehemmed eminin tam tersi, uzun boylu bir adam gayet sakin ve saygıyla içeri girdi, ağabeyinin elini öptü. Saygılı bir dille geçmiş olsun dileklerini iletti. Ameliyat gününü falan sordu. Fakat Mehemmed emi tetikte; alttan alttan kardeşini süzüyor. Fal taşı gibi açılan gözlerini bir türlü kardeşinin yüzünden ayırmıyor, baklayı ağzından ne zaman çıkaracak diye bekliyor. Adam gayet sakin bir şekilde elini koyun cebine götürdü, üç dört tane kadar kâğıt parçası çıkardı: “Bunlar öyümüzün ve tarlalarımızın vergi makbuzları” dedi ve rakamları toplamaya çalıştı. Mehemmed emi, bir kaplan gibi sıçradı ve yatağın üzerinde ayağa kalktı. Bir eliyle kapıyı gösterirken suratı sinirden kıpkırmızı oldu: “Eye çıh eşiğe, eşiğe çıh eyeeeeeeeeeee” diye bağırmaya başladı. Adam iki adım geriye attı ve: “Niye gızeer, bağıreersen? Men de senin atanın yurduna sahaf çıheerem, ojağını tüttüreerem.” Mehemmed emi ben ve Ferhat’a dönerek: “Eye men size demedim mi bu menim ziyarat içün yanıma gelmez. Mutlaka bir şey istemek için gelmiştir.” Tekrar kardeşine dönerek: “Çıh ola eşiğe” diye bağırdı… Adam hâlâ bir şeyler söylemek istiyor ama nafile. Mehemmed emi köpürüyor. Baktı hâlâ çıkmıyor. Ferhat ve bana döndü: “Eye bijler, siz gettiniz bu deyyusu içeri. İndi de siz çıharacahsınız onu dışarı. Galhın atın bunu menim başımdan.” Kalktık… Yavaş yavaş çıkardık adamı dışarı… O gece Mehemmed emi yatıncaya kadar Ferhat ile bana “Bu iki bij, menim başıma gör ne bala açtılar” diye söylendi durdu… Ertesi sabah helalleştik. O ameliyata girdi, ben taburcu oldum… Cahit KILIÇ İstanbul, 22 Aralık 2009
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Cahit KILIÇ, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |