"Yumuşak olma ezilirsin, sert olma kırılırsın." -Victor Hugo |
|
||||||||||
|
Doktorum ve baban hastalığımı saklıyorlar benden. Onlar hala benim uyuduğumu sanıyorlar… Oysa sadece gözlerim kapalı. Narkozun etkisinden kurtulduğumu düşünüyorum. Çünkü bulunduğum odadaki sesleri duyduğum gibi, her birini de ayırt edebiliyor kulaklarım…Titriyorum… Üşüdüğüm için mi, yoksa narkozun etkisi mi? Bilemiyorum… Baban durumumu fark ediyor belli; -“Bakın üşüyor, bir battaniye yok mu?” Hemşirenin sesi geliyor kulağıma sonra; -“Narkozdan, telaşlanmayın beyefendi, az sonra kendisine gelecektir…” Şimdi bir belden aşağım tamamen uyuşuk… Ayaklarımı oynatamıyorum… Sanki ağır bir kaya koymuşlar belimden aşağı…Bedenimi ise hiç oynatamıyorum…Gözlerimi açmak istiyorum…Açamıyorum…Ağır geliyor kirpiklerim gözkapaklarıma… Beynimde bir ağırlık var ama her şeyi duyuyorum. Hareketsiz ve uyuşuk belleğim, ne çok şey anımsamakta. Her biri tek tek düşüveriyor” hazan yaprakları” gibi anılarımın iklimlerinden. Bilinçaltımdan dökülenler de var sanki… Gidip gelen yolcu gibi beynim. Ses dikkatimi çeliyor… Babanın sesi bu… Baban ağlamaklı, sesinden belli. -“Peki, doktor bey, idrar kesesini aldıktan sonra yaşayacak mı? Bu kadar çok mu kötü durumu?” Uyuyan bedenim açık zihnime dolan sözcüklere kulak kabartmıştı. Doktorun sesi uzaktan kulağıma çalındı. -“ Belki birkaç yıl… Üzgünüm… Ben elimden geleni yaptım, keşke daha erken gelinseydi… Belki o zaman yaşama şansı olurdu…” Ağlamak bile gelmedi içimden. Duyduklarım her yaşayan canlının başına gelebilecek o kaçınılmaz sonun öncesiydi… Ne acı, ne haz, ne umut, ne gelecek vardı şimdi düşlerimde… Bir tek sen vardın ve bir umut gibiydin şu an sen… Evet, şimdi senli düşlere yuvarlandım, sımsıcacık… “…Sen yoktun, henüz doğmamıştın ama ben seni hep hayal ediyordum. Dünyaya gelmeden ben senin her halini düşlemekteydim. Öyle ki; gülüşüne, neşene, sevincine, hüzünlerine, acılarına ve her mutsuzluğuna tanıktı ” gül kokulu “ düşlerimin sandığı. Senin hangi yöne gideceğini; hangi yiyecekten hoşlandığını, neye sevineceğini, neye kızacağını, neye tepki vereceğini hissettiğim gibi, o uyku mahmuru günü karşıladığımız sabahları dahi düşledim; hatta sarı örgülü saçlarına kadar… Ve her sabah yüzünü yıkadıktan sonra onları ellerimle okşayarak iki örgü halinde örmekteydim. Çünkü sen bendin, bende sendim; sen bana Rabbimin en güzel hediyesi olmuştun. Benim içimdeydin ve orada soluk almaktaydın, kanımla kan, canımla can, soluduğum baharlarla hayat vermekteydim sana. Ve Rabbim seni bana vermeden önce adın yazılmıştı “Onun” kitabına, sen rastgele düşmedin ki rahmime. Ve bir gün; uzun yolculuğundan, hayal ettiğim cennetten” sen” çıka geldin. Canımdan can çıktı sanki benden geldiğinde şu fani âlemin içine… Kucağıma aldığımda seni, ilk dokunduğumda sana, yüreğimden senin masum ve cennet kokulu tenine değince dudaklarım, “ah” bir bilsen! Ah bir görsen beni! İşte o anda neler hissettiklerimi? O an bir mucizeye tanıktı tüm evren… Sen ne müthiş bir eserdin! Hiçbir heykeltıraşın şekil veremeyeceği, hiçbir ressamın fırçasından, kaleminden böyle bir mucizenin yaratılamayacağı kadar MÜTHİŞTİN! Bilmelisin ki, sen Rabbimin dünya yüzündeki SEVGİNİN tek yorumuydun. Şimdi benim bir görevim vardı, adı ANNE LİK olan. Çünkü seni cennetteki koruyan, himaye eden o kutsal meleklerin elinden bana emanet edilmiştin. Çünkü sen o güvene layıktın, bende bu güveni sana verebilecek şefkat ile sevgiyle donatılmış bir yüreğe sahiptim. Yüreğimde de sen daha doğmadan var olan ANNE SEVGİSİ yemyeşil durmaktaydı. İşte bende konuk olduğumuz yaşamda seni bu sevgiyle, şefkatimle sarmalıyım ve mest etmeliyim. Çünkü sen benim çocuğumsun ve ben senin annenim. Benim sana verebileceklerim o kadar fazladır ki, senin bana verebileceklerinden. Çünkü benim yüreğimdeki bu duygu hazinelerini veren Rabbimdir. Ve yıllar ne çabuk geldi geçti… Hani hiç geçmeyecek gibi gözümüzde büyüyen zaman… “…Sana verdiklerimin her biri onun bana verdikleridir. İşte bu nedenle senin ihtiyaçlarını biliyor ve sonsuz bir enerji gibi, merhametinden nasiplendiğim, adaletiyle tartıldığım, hoşgörüsüyle kutsandığım, sonsuz ve kadir Rabbimin bana sunduğu sevgisinden harcamaktayım. Senin geleceğinle ilgili kararlarında, düşlerinde, umutlarında ve gerçeklerinde yine ben yanında olacağım… Hiçbir zaman senden vazgeçmedim ve geçmeyeceğim gibi sevinçlerinde, kederlerinde yanında yer alacağım. Çünkü sen benim bebeğimsin, canımsın, ciğerimsin, vazgeçemediğim, güneşimsin, geleceğimsin… Seni yaşamın içinde daha da güçlendirmek için yüreğimle, ruhumla ve tüm arzularımla sende olmaya çalışacağım. Seni yalnızlığınla bırakmayacağım ve her karanlığında aydınlığın olacağım. Yaşadığım sürece seveceğim bütün canınla aradığın o sevgiyi sana ben öğretecek ben tanıtacağım. Çünkü bu sevgi bende emanet ve ben bu emaneti sana vermek için düşündüğünün çok ötesinde seviyorum seni can parem… Yüreğinin her türü sıkıntısını bana akıtıp, kirlenen yüreğinin; öfkeden, kinden, nefretten, intikamdan arınması için seni bağrıma basacağım: “Bir kanguru” yavrusunu nasıl karnında taşırsa işte bende seni öylesi teselli edip; gözyaşlarını sileceğim, acılarını dindirip, sevgimle, şefkatimle merhem olacağım. Yaşadığın hayatta onurlu ve dik durman için en değerli zamanımı senden hiç ama hiç esirgemeyeceğim. Her hatanı hoş görüp, onları yeniden yinelemeyeceğini sağlamak için “sınırsız” hoşgörümü ve sabrımı sana hediye edeceğim. Çünkü onları bana veren de yüce Rabbim, sana ve senden sonraki evlatlarımıza vermem için emanet vermişti. “…Şimdi bu hayalimi kuralı ve gerçekleştireli tam 30 sene geçti. Ben bu hızla geçen zamanda senden hiç vazgeçmedim ki, bende var olan tüm hediyeleri da senden hiç esirgemedim. Sana fazlasıyla verdiğimi düşünüyorum. Sende büyütmek için, sende gelişmesini istediğim o SEVGİ ve SAYGI tohumlarımı neden hala alamadım? İşte şu an düşüncelerimin arasına hınzırca sokulan bir soru acıtıyor canımı. İki saat önce çıktığım narkozun etkisiyle; ne zaman öleceğimi bile bilmediğim yoğun bakım ünitesinde kendime soruyorum; ” O ektiğim SEVGİ tohumları 30 yıl geçtiği halde, neden hala büyümediler?” diye… Şimdi, düşünüyorum da sen benden gittin gideli, canımdan can çıkmış; akrep de yelkovan da sanki durmuş gibi. Daha önce hızla koşan zaman şimdi neden yavaşlamış? İki sene bana neden çok uzun geldi. Koca bir ömrü içine aldım da şu iki seneyi alamadım. Zaman bekleyene ve sevene çok uzun gelirmiş. Giderken ateşe verdiğin yüreğime buz kalıpları yerleştirdim önceleri…Belki acısı ve yanması diner de sana karşı öfke, kin duyguları yerini almasın, diye…Ama başaramadım ki kızım, can parem, bebişim…Başaramadım…Ateş sudan daha güçlüymüş…Eridikçe altında yeşermekte olan özlem daha da kavurup yakmakta o sol yanımı…Yangın ciğerime sirayet etmiş de farkına varmadım acısından…İki senedir söndüremediğim bu yangınını, hangi duygu seli söndürebilir ki? Şimdi şu anda biber acısı gibi acı veren yokluğunu düşündükçe, bir evladın bir anneye verdiği hasarın en berbatını yaşatmışsın bana…Neden? Ben hep senin annendim ve hep annen olarak kalacağım. Bu değişmez ki, kimse de değiştiremez ki…B en senden vazgeçmediğim halde sen benden vazgeçmişsin be, bebeğim. “…Gözlerimi aralıyorum…Yoo, ben değil…Doktormuş aralayan…Bir elinde ışıklı alet tutmakta diğer eliyle ağırlaşmış gözkapaklarımdan birini aralıyor. Sanki bir perdenin arasından bakıyorum aydınlığa… -“Kendine geliyor, durumu iyi, meraklanmayın…” diyor doktorum… Gün ışığına alışmak ister gibi kırpıyorum gözlerimi. Bulanık her şey…Hafiften başımı yana çeviriyorum…Kapı açılıyor, hemşire ve doktor yeşil giysilerle o kapıdan dışarı çıkıyorlar…Rüzgar giriyor içeri…Üşüyorum…Eşim sesleniyor yine…Eli alnımda ve o el serinlik veriyor, ferahlıyorum…Zor araladığım gözkapaklarımı, yeniden açmaya zorluyorum…Baş ucumda ve o da yeşil elbise giymiş…Alnıma dokunduğu eli buz gibi… -“Hemşire hanım bakar mısınız, ateşi var galiba, hem yanıyor hem titriyor….” Diyor.. “…Geliyorum…Sizin çıkmanız gerek beyefendi… Yoğun bakım ünitesinde refakatçi kalmıyor…” -“Tamam hemşire hanım çıkacağım, ama eşim çok üşüyor….Lütfen bir şeyler yapın…” -“Merak etmeyin narkoz sonrası beklenen bir durum. Şimdi ona serum ve antibiyotik tedavisi uygulayacağım. Lütfen siz çıkın…” diyor hemşire… Sesi telaşlı ve otoriter. Eşim de, -“Peki…” diyor çaresizce… Eşim o kapıdan çıkıyor…Arkasından bakıyorum…Kapanan kapı eski renginde değil…Kırmızıya dönüşmekte sanki…Alevler çevirmiş etrafını yanıyor… -“Su…Ne olur bir yudum su…” diyorum. Kendi sesim kulağıma çok cılız gelmekte. Sesler, evet ayak sesleri duyuyorum. İçime bir umut rüzgar gibi sızıyor o sesler…Titriyorum, öyle ki, dişlerim birbirini vurup ses çıkartıyor… Gözlerimi kapıdan ayırmadan ve pür dikkat kapıya bakıyorum. Az sonra açılacak olan kırmızı renkli kapıya…O kapı açıldığında sen görüneceksin bundan eminim… Ve ben, sensiz geçirdiğim “iki yüz yıl” gibi gelen “iki senenin” hasretiyle kollarımı açıp sıkıca sana sarılacağım… Hani dünyaya geldiğin o ilk günkü gibi seni bağrıma basacağım. Ve o “gül kokulu” düşlerimin sandığından çıkan “cennet kokunu” derin derin içime çekip, hala yanmakta olan sol yanımdaki “özlem ateşini” söndüreceğim… Yüreğimdeki yangın sönünce de kulağına fısıldayacağım: YİNE DÜŞLERİMDE SABAHLAR MISIN YAVRUM? Emine Pişiren/Bursa 2009-12-13
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Emine Pişiren, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |