Herkes aynı notayı söylediğinde uyum elde edilmiş olunmuyor. -Doug Floyd |
|
||||||||||
|
Evlere Servis “Takıntılarımızdan Arınma” Hizmeti : “Tak, Tak, Takıntı...” Seval Deniz Karahaliloğlu “ATATÜRK’ün doğum tarihinden, ölüm tarihini çıkarırsanız ne kalır?” Hadi bilin bakalım. Tık yok mu? Anlaşıldı. Sizin bir an evvel “takıntılarınızdan arınma vaktiniz” gelmiş demektir. “Tak tak”. Kapı vuruluyor. Kim o? Ben “takıntınız”. Yukarıda sorulan sorunun cevabını bulmak için çaresiz “altı zır zır delinin” geçtiği süreçten geçecek ve kapıyı çalan “takıntınızdan” bir an önce “kurtulacaksınız” demektir. Zaten şunun şurasında toplum olarak oynatmamıza ne kaldı ki? Sen (okuyucu), ben (naçizane bu satırların yazarı), Madam Arşaluz Taşaklıyan (Ali Poyrazoğlu), Şuayip Kibar (Bülent Kayabaş), Melek Pakyüz (Şebnem Özinal), Söğüt Kurugürültü (Berrak Kuş), Kamil Çakmak (Özdemir Çiftçioğlu), Eylül Çimen (Eser Ali), sekreter (Kerem Coro) bir de sizinkilerle (henüz oyunu seyretmemiş olanlar), bizimkiler (seyirciler). Yani, “biz bizeyiz, hepimiz bir birimizi biliriz” hesabı. Yer İzmir Atatürk Kültür Merkezi. Hizmeti veren Ali Poyrazoğlu Tiyatrosu. Hizmet, “ruh ve akıl sağlığı bozulmuş bir toplumun sorunu nasıl çözülür” konusunda yol göstermek. (Tabii anlamak isteyene). Oyunun ana fikri, “ruh ve akıl sağlığını” yitirmiş bir toplumda, bireylerin birbirine tutunarak, birbirlerini sevmeyi öğrenerek, birbirleri için hiçbir fedakarlıktan kaçınmayarak tek bir yürek, tek bir yumruk olarak “takıntıları” ile nasıl mücadele ederler ve takıntılarını nasıl “yenerler”, nasıl ayakta kalırlar, “felaketlerin nasıl üstesinden gelirler”, bunu anlatmak. İşte dersimiz kısaca bu. Olayın ana fikrini anladık da. Nasıl yapacağız? Biraz sabır. Biraz sonra oynayacağımız oyunu Laurent Baffie yazmış, Ali Poyrazoğlu dilimize uyarlamış ve yönetmiş. İyi ki de yapmış. Çünkü uygulamaya başladığımız andan itibaren hepimize ilaç gibi gelecek. Aşağıda uygulamasını okuyacağınız oyunu evde tek başınıza denemeye kalkmayın yararı olmayabilir. Ama sokakta, sizin gibi “takıntılarından arınmaya” çalışanlarla birlikte el ele tutuşarak, mesela Anıt Kabir’e doğru tek bir yürek, tek bir yumruk olarak yürüyerek oynarsanız kesinlikle faydasını görürsünüz. Altı tane zır zır delinin kimliğinde koca bir toplumu simgeleyen Ali Poyrazoğlu Tiyatrosu, biz koltuklarda oturan en az sahnedekiler kadar zır zır delilere bunu bunun nasıl yapılacağını gösterdiler. Kimileri dersini yürekten belledi, kimleri dersi astı pek eğlendi, kimileri de dersten pek feyz aldı ama ne olduğunu tam olarak çıkaramadı ama hemen hepsi evlerine dönerken fani ruhlarına sızan, iyi gelen bir şeylerle salondan çıktı. Adı pek de konamayan bu şey “yapabilirsiniz”, “başarabilirsiniz” gerçeğinin yürek yakan “ihtimali” olabilir mi? Senin ve benim gibi top yekun zıvanadan çıkmış bu toplumun dahil olduğu oyuna geçmeden önce şu “takıntı” meselesine bir açıklık getirelim. Neden takıntılar insan hayatı için bu kadar önemli? “Takıntılar” hayatımızı neden “karartır”? Neden geleceğimize, torunlarımızın geleceğine “ipotek koyabilir”? İlk başlarda “şaka” gibi gelen bu lüzumsuz “takıntılar” bir süre sonra nasıl bir “kabusa” dönüşür? Yani, ülkenin şu an içinde bulunduğu durum. “Takıntınız mı” var? Mesela turban takıntısı gibi, istemsiz küfür etme takıntısı gibi, örnek mi bakınız “ulan sen ne anlarsın? ulema mısın? o işleri ulemaya bırak” gibi naif hitap tarzlarıyla Türkiye Cumhuriyeti Devletinin en üst kademesindeki görevlilere seslenen yetkililer ve de etkililer, “ananı da al git hadddeeeee anca gidersin” üslubunu kullananlar (takıntı ya, herhalde istemsiz kullanıyorlardır, yani kötülüğünden değil), bastığı her karoyu, çıktığı her merdiveni sayan “sayı sayma hastaları” (mesela Çankaya’ya giden yolda her olasılık hassasiyetle hesaplanır), gencecik yaşına bakmadan “gemicik” koleksiyonu yapan koleksiyon takıntılıları, temizlik hastaları, ha bire ellerini yıkayanlar ya da devletin kadrolarındaki ATATÜRKÇÜ memurları ve ATATÜRKÇÜ bürokratları temizleme gayretine düşenler (istemsiz temizlik hastalığına bir örnek), yürürken çizgilere basamayanlar, ATATÜRKÜN huzuruna çıkamayanlar( Anıtkabirdeki yere döşeli karoların çizgilerine basamıyorlar ya sırf o yüzden, istemsiz yani, takıntıdan canım, kötü niyet yok), her şeyi iki defa tekrarlama hastalığı. Mesela, meclis kürsüsünden canlarını bu topraklar için vermeye gidenlere “orası yan gelip yatma yeri değil” demek gibi(tamamen istemsiz, yoksa neredeyse her gün bir şehit cenazesinin kalktığı bu memlekette insan ölüme giden o çocuklara böyle bir laf eder mi? kötü niyetten değil, sadece takıntı) Örnek mi çoooook. Yine meclis kürsüsünden tüm ülkeye hitaben “Farz edin ki türban siyasal bir simge. Ne olmuş yani?” diyebilmek (bu cümleyi içinizden iki defa tekrarlayın, benim bir kez daha yazarsam sinirlerim kaldırmayabilir, ruh sağlığım ciddi biçimde bozulabilir) gibi. Bunların hepsi “takıntıdan” ibaret. Yani bir çeşit “ruh ve sinir hastalığı”. Kesinlikle bir kötülük yok. Teşhisi önceden koyalım ki sonradan aklımız karışmasın. Gelelim oyunumuza. Tabii siz hala en başta sorduğumuz sorunun yanıtını merak ediyorsunuz? ATATÜRKÜN doğum tarihinden, ölüm tarihini çıkartırsanız ne kalır? Hadi biraz düşünün bakalım. Aceleye gerek yok. KURTULUŞ SAVAŞI bile bir günde kazanılmadı. Bu hassas bir ipucu. Takip ederseniz sizi yanıta götürür. Hadi işletin omuzlarınız üzerinde yükselen o naif uzvunuzu. Masa örtüsü büyüklüğünde bir bez parçasıyla sıkı sıkıya kapatıldıysa biraz zor olacak ama olsun siz yine de deneyin. Zarar gelmez. Oyun bir kabullenişle başar. Şuayip Kibar sahneye gelir ve izleyiciyi selamlar. “Ben, hastayım efendim”. (Güzel bu adamda umut var, en azından bir “takıntısı” olduğunu “kabul ediyor”? Ya etmeyenler? Mesela, “şeriatı, şeriatçılardan daha çok isteyen kadınlar” gibi umutsuz durumda olanlara ve durumun umutsuzluğunu “fark edemeyenlere” ne demeli?) Seyircilerin birinden yanıt “geçmiş olsun”. (Durumun vahametini henüz idrak edemeyen aydınlarımıza ne kadar benziyor değil mi?) Oyuna geçmeden önce oyun kişilerini tanıyalım. Şuayip Kibar. Eski yayın evi sahibi, şimdi emekli. 11 yaşından beri küfretme hastalığından muzdarip. Çocukluğu çok yalnız geçmiş. Evliliğin eşiğinden nasıl döndüğünü size kendisi anlatsın. Allah kimselere vermesin istemsiz olarak sürekli “küfrediyor”. Hele bir de krizi tuttu mu? Yandınız. Aslında o kadar kibar bir beyefendi ki tanısanız pek seversiniz. Sizden iyi olmasın. Tıpkı bazı yetkili kişiler gibi sürekli küfretmesi olmasa. Mesela gülümseyerek “beyefendi rica etsem, götümü yer misiniz?” diyorsa, bilin ki aslında “sizinle tanıştığıma çok sevindim, siz nasılsınız” demek istiyor. Kötülüğünden değil, sadece nezaket anlayışı biraz “farklı”. En meşhur lafı. “Küfretme hastalığı yaygındır bu memlekette. Bakın başbakanımızda bile var.”(Ben bir şey demedim Şuayip Bey öyle söylüyor. Elçiye zeval olmaz) Kamil Çakmak. Taksi şoförü. Sürekli sayı sayma hastalığı var, kafasında istemsiz olarak sayılarla uğraşıyor. Bastığı karoları, çıktığı merdivenleri hep sayar. Karşısındakinin içi dışına çıkana dek sayıları çarpar, böler, toplar, çıkarır. İçlerinde durumu en hafif olanı. Biraz açık göz ama özünde çok iyi bir insan. Rengi sarı (doğal olarak) Karısı Gülseren’e söz verdiği için gelmiş yoksa o hasta filan değil. Melek Pakyüz. Adından da anlaşılacağı üzere akça pakça bir kadıncağız. Sabun aşınıncaya kadar ha bire elini yıkar. Temizlik hastası. Eli çelikten yapıldığı için ne kadar yıkarsa yıkasın bir şey olmuyor. Olan seyircilerin sinirleri ile sabuna oluyor. Laborant. Rengi beyaz. Dediğine göre öpüşürken birbirimize ne kadar çok mikrop geçirdiğimizi bilseydik, asla kimselere yaklaşmazdık. Keşke bilseydik, doğal nüfus planlaması olurdu. (Aramızda kalsın, Şuayip Bey’e göre “titiz orospu”) Söğüt Kurugürültü. Soyadından da anlaşılacağı üzere sürekli her şeyi iki defa tekrarlayarak konuşmayı zamanla bir gürültü kirliliğine dönüştürüyor. Tekrarlama hastalığı var. Çok iyi bir kızcağız.. Eylül ile birbirlerini pek sevdiler. (Bazı bilgiler özellikle eksik bırakılıyor. Merak edenler oyunu izleyerek eksik bilgileri kendileri tamamlayabilirler. Amaç heyecan olsun) Rengi gri. (Şuayip Bey’e göre “kararsız orospu”) Eylül Çimen. Yerdeki çizgilere basamıyor, elindeki dergileri yerlere atarak yürür ya da masa, iskemle ve koltukların üzerinde şempanze gibi atlaya zıplaya hareket eder (seyretmesi çok eğlenceli ama yaşaması?) “simetri ve çizgilere basamama takıntısı” var. Sarı takım elbisesi ve çizgili pijamaları ile bizi mahfeden kimlik. Rengi yeşil. Bilgisayar oyun programcısı. Namı diğer “sarı çük”. Bilin bakalım adı kim koydu? Öğreniyorsunuz. Gecenin yıldızı, gönüllerimizin assolisti, sahneye en son o çıkar ve doğal olarak salon alkıştan yıkılır. Madam Arşaluz Taşaklıyan. Çok zengin bir ev kadını. Fena halde bakire. 29 yaşında “takıldığı” için gerçek yaşını tahmin etmek zor. Birkaç tane takıntısı var. Erkek cinsel organı, sürekli haç çıkarmak, “kerhaneye düştüm” zannetme takıntısı, cereyanda kalıp kızlık zarını üşütme takıntısı, elektrikleri, suları açık bıraktım takıntısı, ütüyü prizde, anahtarı evde unuttum takıntısı. Mesela anahtar, elektrik, su, ütü kelimeleri Madamın kısa süreliğine çıldırmasına neden olabiliyor. Son altı aydır Nişantaşı’ndaki arkadaşlarıyla buluşabilirse bezik oynayacak ama ancak Harbiye’ye kadar gelebilmiş. “Ütüyü prizde unuttun deli karı Kurtuluş’u yakacaksın” çığlıklarıyla birlikte gerisin geri eve koşuyor. Çok renkli bir kişilik olduğu için ona kesin bir renk verebilmek mümkün değil ama “sarı dore” bir ipucu olabilir. Son derece dobra, akıllı, hazır cevap, esprili ve alabildiğine dürüst, acılarıyla yüzleşirken bile çok namuslu. En fazla takıntısı olmasına rağmen, ilk önce “takıntılarından kurtulmaya” başlayan karakter, “iyileşmek” için arkadaşlarına cesaret veren, takıntıları ile “mücadele etmek” için arkadaşlarını “yüreklendiren” madamın bizzat ta kendisi. Şuayip Bey’in taktığı ismi söylemeyeceğim, merak edenler bizzat oyuna gidip kendileri keşfedebilirler. Mesela Madam Arşaluz’un soyadı neden özellikle Taşaklıyan? Neden? Hadi bulun. Bütün bu deliler bir türlü gelemeyen, “gelememe takıntılı” Dr. Mümtaz Bey’in muayenehanesinde toplanırlar. (Gerçekten doktor bir türlü “gelemiyor”. Hık demiş Godot’nun burnundan düşmüş) Geç oldu. Bu doktor gelmeyecek anlaşıldı. Yol bahane galiba ha? Eee o zaman gelin hep beraber bir “grup terapisi” yapalım. Zaman geçmiş olur, hem de buraya kadar boşuna gelmemiş oluruz. İşte böyle, birbirlerini tedavi etmeye çalışırlar. Üç dakika. Topu topu üç dakika takıntımızdan uzak durmaya çalışacağız. Diğerleri takıntısı olan arkadaşına takıntısı ile ilgili sorular sorarak kaçtığı sorunu ile yüzleşmesini sağlayacak. Bu arada geri kalan beş kişi de ona destek olacak. Hepsi dener. Ama içlerinden biri Melek Pakyüz bize, diğer takıntılılara bir şeyler “hissettirir”. Temizlik hastası laborant. Kimselere dokunamayan ve kendisine dokunulmasından nefret eden, tiksinen, dayanamayan, mikrop düşmanı. En insancıl teması bile kendine zehir eden kadın. Acı. Tek bir dost dokunuştan bile habersiz yaşamak. Acı. En kritik anlardan biri. Bütün eller, dost elleri tek tek Meleğe uzanır. O eller ki, tohumu toprağa eker, o eller ki ürünü tarlada kaldırır, buğdayı una, unu nimete çevirir. O mübarek eller ki Yaradan’dan aldığını yine toprağa bahşeder. İşte aynı mübarek dost elleri “yardım” için Meleğe uzanır. Ona dokunur. Melek, insanın o şifa veren dost ellerine ancak bir on saniye kadar dayanabilir. Takıntı üstün gelir. İnsanı yener. Ama olsun. O, “on saniye” başarıya giden yolda bir başlangıçtır. Bir ilktir. Melek, elde sabunu tuvalete koşarken yenilgisine yanar. Dayanma anı yenilgiye dönüşünce Şuayip Bey “Biliyor musunuz bir keresinde beni sokak ortasında dövdüler” deyip ağlamaya başlar. Sonra hiç tanımadığı birinin dost elini anımsar. “Beni bir taksi şoförü almıştı. Trafik tıkandı. Beni kriz tuttu mu? Bende küfürler, el kol hareketleri. Araba durdu. Taksi şoförü arkasını döndü. Şimdi beni dövecek diye bekliyorum. O takıntımdan bahsetti. Televizyonda görmüş. Bunun bir hastalık olduğunu biliyormuş. Takıntım hakkında bana o kadar güzel sorular sordu ki. Keşke trafik biraz daha tıkanık kalsaydı. Onunla biraz daha sohbet edebilseydim, bana daha çok soru sorabilseydi dedim. O gün ilk defa insan olduğumu hissettim. Ben bu hastalığım yüzünden 18 ay evden dışarı çıkamadım. Kimseyle konuşamadım. O taksi şoförü bana insan olduğumu hissettirdi.” Hepsi tek tek dener. Hiç biri takıntısıyla üç dakika baş etmeyi beceremez. Hepsi de ilk on saniyede pes eder. Umut yok. Anlaşıldı. Amansız bir hastalık gibi yakalarına yapışan bu takıntılar onları bırakmayacak. Kaybettiler. Hayır. Bir itiraz var. Ne oluyoruz? Durum bakalım. Olayı, içlerinde en akıllıları olan Madam Arşaluz Taşaklıyan çözer. İtiraz eder. Durun bir dakika. Aslında hepiniz başardınız. Nasıl yani? Melek, sen sadece bir defa sana dokunulduktan sonra ellerini yıkamak için tuvalete koşmadın. Söğüt ağladığında. Onu “teselli etmek” için yanına gittin. Başını okşadın ve sonra ellerini yıkama “gereği duymadın”. Gerek yoktu. Çünkü ellerin pis değildi ki. “Şefkat” pis bir şey değildir. Sen onun saçlarını okşadın. Ona “şefkat” gösterdin. “Şefkat, pis bir şey değildir”. Bunu biliyordun. O nedenle, ellerini yıkamadın. Mesela sayı saymadan, hesaplamadan tek bir anı geçmeyen Kamil yalnızca bir kez sayı saymadı. Unuttu. Sayı saymayı unuttu. Çünkü o an arkadaşına “destek olmak” sayı saymaktan daha önemliydi. Eylül’ü karolar üzerinde yürütmek için cesaret dediğinde, “cesaret” sözcüğünü kaç kez tekrarladın? Kaç kez cesaret dedin? Hiç saydın mı? Neden? Sen ki her şeyi salisesine kadar hesaplarsın. Basit bir tekrarı mı hesaplayamadın? Hayır, o an kendini, takıntını, kendi “hastalığını” tamamen “unutmuştun”. Kalbini ve beynini Eylül’ün hizmetine vermiştin. O nedenle “başardın”. Eylül’ün “acısı” senin “takıntından” daha “önemliydi”. Ya, sen çizgiler üzerinde yürüyemeyen, asimetri hayranı, çizgi takıntılı Eylül. Sana ne demeli. O kadar krizler geçirmene rağmen aslında bir defa takıntını yendin. Karo çizgilerinin üzerine parmağının ucu değdi diye komaya giren sen, neredeyse beş dakika boyunca karo çizgilerinin üzerinde durdun, koştun hatta yürüdün. Madam Arşaluz Taşaklıyan hastalandığında, evde cayır cayır yanan biricik yavrusunun acısını anımsayıp göz yaşlarına boğulduğunda hepimiz gibi “kendi acını unuttun”. Onun “derdi” senin takıntından daha “önemliydi”. Karo çizgilerini “boş verdin”. Ona odanın bir ucundan koşarak bir bardak su getirebilmek, karo çizgilerinin üzerinde yürüdüğün gerçeğinden daha “önemliydi”. Diğer üç sevimli, iyi yürekli delinin takıntısını nasıl yendiğini artık siz kendiniz bulun. Sevgi emek ister. Her şeyin altın bir tepsi içinde size sunulmasını beklemeyin. Siz de biraz çaba gösterin. Kendiniz keşfedin. Bakarsınız onları keşfedeceğim derken kendi “takıntılarınızı yenmişsiniz”. Belli mi olur? Ah, sevgili, tatlı, çılgın, Madam. Aklımızı ilk çelen siz oldunuz. Herkes pes etmeye dünden razıyken ilk itiraz eden de sizdiniz. Kesin bir tavırla öyle bir “Hayır bırakamazsınız, benim durumum herkesten daha ağır, ben bırakmadım, devam ettim, siz de bırakmayacaksınız. Bir kişi tekliyor diye takım vazgeçemez. Ben dayanabiliyorsam, siz de dayanabilirsiniz.” dediniz ki kimse oyundan vazgeçemedi. Utandılar. Oyunu yarıda bırakıp gitmeye utandılar. Biraz sizin cesaretinize duydukları saygıyla biraz da “takıntılarından” kurtulma isteğiyle devam ettiler. Ama esas neden “inanmalarıydı”. Siz onlara “kendilerine inanmayı” öğrettiniz. Durmak yok. İstiyorsan, “mücadele edeceksin”. Durmak yok! Vazgeçmeyeceksin! Direneceksin. Başaramadın mı. Sorun yok. Bir daha dene. Ama vazgeçme. Kendine inan! Siz ne yaptınız Madam. Sadece birkaç saat öncesine kadar daha önce hayatlarında birbirleriyle hiç tanışmamış altı kişiyi örgütlediniz. Onları daha önce hiç gelmedikleri bir doktorun bekleme odasında bir araya getirdiniz. Onları “ortak bir amaç etrafında topladınız”. Siz ne yaptınız Madam? O kokoş kimliğiniz altında neredeyse devrimci bir tavırla, bir kumandan edasıyla, sadece sıradan bir oyun gibi görünen bir deneyle insanlara kendi “özsaygılarını” ve “özgüvenlerini” geri verdiniz. Onları oyunu bitirmeye zorladınız ve bunu yaparken sadece onlara “öncülük” edebilmek uğruna kendi “acınızla yüzleştiniz”. Bunu yaparken de acınızı namusluca göğüslediniz. Yüreğimizi dağladınız. Sadece bir dakika önce bizi gülmekten öldürürken bizi acınızla kahrettiniz. O kahkahalar boğazımızda düğüm düğüm, gözyaşlarımız gırtlağımızda, yüreğimiz ağzımızda, elimiz böğrümüzde kala kaldık. Ne yapacağımızı bilemedik. Öyle acıdan katıldık kaldık. Sizin acınız bizim acımız oldu. Gözyaşlarınız süzülürken aniden fırlayıp yanınıza gelmemek, size sarılmamak için kendimi zor tuttum. “Neden anahtarlar” diye birileri çok üzerinize gelince. Dayanamadınız. Ruh çatlağına özenle sakladığınız acılar boşandı. “Gelmeyin üstüme. Çocuğum öldü benim. Yangında çocuğum yandı benim. Çocuğum gitti. Aaaaah, anahtarı unutmuşum, çocuğum içeride kaldı, yandı. Çocuğum öldü benim. Ben bakire değilim” Ama tam da bu yüzden takıntılısınız. Eğer kendinizi bakire zannederseniz belki çocuğunuz hiç olmamış, hiç doğmamış, hiç ölmemiş, çocuğunuzun acısı hiç olmamış olacak. Tam da bu yüzden, anahtarları o koca çantanızın içinde sürekli, hep aranırsınız. İçerde unutup da yangında çocuğunuz tekrar ölmesin diye. Beyniniz unutmaya hiç izin vermiyor ki. İşte tam da bu yüzden, her evden çıkışınızda belki milyonlarca kez geri dönüp elektrikleri, ütüyü, havagazını kontrol ediyorsunuz. Yangın çıkmasın diye. Çocuğunuz tekrar yangında ölmesin diye. Hep yangın öncesine geri dönmek istiyorsunuz. Hem melekler kadar masum. Hem bir o kadar suçlusunuz. O yüzden o binlerce gereksiz takıntı. O alaycılık kılıfına gizlediğiniz en büyük acınızı örtmeye çalışıyorsunuz. Şimdi burada, bu insanlara yardım etmek için acınızla yüzleşirken sadece kendinizi değil diğer takıntılıları da kıyıya çekme çabasındasınız. O nedenle, yaptığınız şey iki defa daha kıymetli. Ah, Madam keşke sizi seri olarak üretebilmek mümkün olsaydı. Mesela, şu an içinde bulunduğumuz ülkede her mahalleye bir Madam Arşaluz Taşaklıyan o kadar iyi giderdi ki. Ne demiştiniz? “ Aramızda biri bile başarsa devam etmeye değer” Herkes bir an donup kalmıştı. Yüreğimin çarpıntısı kulağıma gök gürültüsü gibi geliyordu. O an, aslında bütün kainat durmuştu. İnsanlar pes etmeyle, devam etme arasındaki o kritik “karar anında” donup kaldılar. Siz kimseye aldırış etmediniz. “Aaah, buraya iyi ki gelmişim. Ruhum aydınlandı. Anladım. Kötü zamanlarda, insanlar yanındakinin elini daha sıkı tutacak. Birbirine daha çok sarılacaksın. İnsanlar zor zamanlarda, dayanırsa, birlik olursa, birlikte direnirse, her türlü felaket aşılabilir. Bu bireyler için de geçerlidir, toplumlar için de.” Sevgili Madam, son olarak söylediğiniz dört cümleyi okullara, işyerlerine, fabrikalara, tersanelere, üniversitelere, evlere asmak lazım. Sabah, öğle, akşam. Günde üç öğün herkesin tekrarlamasını zorunlu kılmak lazım. Mecbur etmek lazım. Ezberleyinceye kadar. Ruhuna kazıyıncaya kadar. Sabah uyanınca, akşam yatmadan önce. Dua eder gibi. Başka türlü takıntılarımızı yenemeyeceğiz. Bir kişi de olsak, bin kişi de olsak, koca bir ülke de olsak “hastalıklarımızı” başka türlü yenemeyeceğiz. Takıntılarımız komik gözükse de içinde acılar barındırır. Başkalarına komik gelenler bizim içimizde trajedi olur. Ölüm korkusu, sevdiklerimizi kaybetme korkusu, kendimizi sebepsiz suçlama, takıntılar, acılarla beslenen takıntılar, büyür, büyür, büyür. Bulaşır. Sonra karmaşa. Sonra, felaketimiz olur. Bu karşındakini desteklemeye, karşındakinin acılarını dindirmeye çalışırken kendi takıntılarını unutmayla çözülebilir mi? Yani, başkalarına yardım ederken kendi hastalıklarımızı unutma hali. Başkalarının derdine düşerken, kendi takıntılarını unutmak mümkün mü? Ne demişti Madam? Hatırla. “Başkalarının hayatı ne kadar zor diye düşüneceksin. Kendini başkalarının yerine koyacaksın. El alemin derdi beni gerdi demeyeceksin. Sorumluluğun olacak. Onun derdini düşüneceksin. O zaman kendi saplantılarından arınıyorsun. Ruhun özgürleşiyor. Takıntılar davetsiz misafir. Gece başını yastığa koydun. Uyuyacaksın. Pat diye çıka geliyorlar. Ruhunun kapısına asılacaksın. Takıntılar içeri girmesin diye direneceksin. Ancak öyle özgürleşirsin.” Tam bu noktada Madam pat diye sorar. “ATATÜRKÜN doğum tarihinden ölüm tarihini çıkarırsanız ne kalır?” Ne kalır? Size biraz daha düşünme payı. Bu altı tane birbirinden benzersiz tatlı kaçık başardı. Birbirlerine “inandılar”. Birbirlerini hiç tanımadıkları halde hoş görülü davrandılar. En önemlisi “dayanışma” gösterdiler. Hayatta kalma içgüdüsü onları ayakta tuttu. Eğer bir ülke söz konusuysa…. Bir ülkenin hayatta kalması söz konusuysa, öncelikle bu ülkenin “takıntılarından” kurtulması lazım. Söz konusu takıntılarsa, mesela türban diye başlayabiliriz, ATATÜRKÇÜ kadroların tasfiyesi, ATATÜRK ilke ve devrimlerinin unutturulmaya ve özenle kafalardan silinmeye çalışılması, hukukun üstünlüğü ilkesinin zedelenmesi, anayasanın delik deşik edilmesi, akıllara estiğince yasaların keyfiyete bağlı olarak değiştirilmesi, ifade özgürlüğünün ortadan kaldırılması, haber alma özgürlüğünün kısıtlanması, (bakınız basına uygulanan eşi benzeri görülmemiş sansür ve baskılar), “sanatın ve sanatçıların ihaleyle çıkartılması”, tiyatroların kapatılması, (Örnek mi istiyorsunuz AKM, Muhsin Ertuğrul Sahneleri), özelleştirme adı altında kurum ve kuruluşların talan edilmesi, ülke topraklarının, yer altı ve yer üstü zenginliklerinin yabancı sermayeye satılması, oy kapmak için dinin siyasete alet edilmesi, “demokrasi, insan hakları, özgürlükler adı altında demogoji yapmak”, köşe dönmeci politikalar, küreselleşme adı altında kapitalizmin ve emperyalizmin hizmetine sunulan ülke zenginlikleri, adam kayırmacılık, şeriat eğilimli kadrolaşma, hortumculuk, vurgunculuk, şahısların kişisel hizmetine sunulan devlet olanakları….Bu ülkenin takıntıları o kadar çok ki, gerisini siz getirin. “Kötü zamanlarda, insanlar yanındakinin elini daha sıkı tutacak. Birbirine daha çok sarılacaksın. İnsanlar zor zamanlarda, dayanırsa, birlik olursa, birlikte direnirse, her türlü felaket aşılabilir.” Biz KURTULUŞ SAVAŞINI böyle kazandık. Yine yapabiliriz. Döndük en başa. Neden? Çünkü sorunun cevabı yine sorunun içinde gizli de ondan. Dersiniz çalıştınız mı? KURTULUŞ SAVAŞI sizi nereye götürdü? Madam Arşaluz Taşaklıyan pat diye sormuştu. “ATATÜRKÜN doğum tarihinden ölüm tarihini çıkarırsanız ne kalır?” Yanıt. CUMHURİYET kalıyor diyeceksiniz. Eğer bu gerçeği unutursanız, elimizde geriye hiç bir şey kalmayacak. Evet, ne demişti Madam? “Aramızda bir kişi bile başarsa devam etmeye değer” Neden? Çok basit. Sahip olduğumuz en değerli varlık, LAİK CUMHURİYET için.
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Seval Deniz Karahaliloğlu, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |