..E-posta: Şifre:
İzEdebiyat'a Üye Ol
Sıkça Sorulanlar
Şifrenizi mi unuttunuz?..
Mutlu köle çoktur. -Darwin
şiir
öykü
roman
deneme
eleştiri
inceleme
bilimsel
yazarlar
Anasayfa
Son Eklenenler
Forumlar
Üyelik
Yazar Katılımı
Yazar Kütüphaneleri



Şu Anda Ne Yazıyorsunuz?
İnternet ve Yazarlık
Yazarlık Kaynakları
Yazma Süreci
İlk Roman
Kitap Yayınlatmak
Yeni Bir Dünya Düşlemek
Niçin Yazıyorum?
Yazarlar Hakkında Her Şey
Ben Bir Yazarım!
Şu An Ne Okuyorsunuz?
Tüm başlıklar  


 


 

 




Arama Motoru

İzEdebiyat > Öykü > Varoluşçuluk > Güven Solak




4 Şubat 2008
Gece Bekçisi  
Güven Solak
Yıllarını geçirdiği yerden, işinden ayrılmak üzere olan Sadi Efendi'den... Öykü, etrafımda gördüğüm onlarca güvenlik görevlisi ve bekçinin zamanlarını nasıl geçirdiklerini düşünürken ortaya çıktı.


:BCHI:
    Osman’a:
    Oğlum, ben sana bir ağabeyin olarak, Sadi Ağabey’in olarak kısaca anlatayım burada ne olup bittiğini.

**


    Kulübede:
    Bir mektuba bu şekilde mi başlanırdı. Bir taraftan da müdür Mahmut’un lafı kulaklarında yankılanıyordu. “Kısa bir şey olsun Sadi Efendi, söz uçar yazı kalır, yeni çocuğa belki bir faydası dokunur, sen kısaca anlatıver.”
    Sadi Efendi yeni çocuğu Çarşamba günü görmüştü. Ziya’yla Şener getirmişti çocuğu önüne. “Abi bak bu Osman, haftaya başlayacak arkadaş.” Pek de gençmiş Osman. Öyle söylememişlerdi daha önce. Bir otuz beklerdim ben, kerli ferli biri olmasa da bunun daha tüyü bile bitmemiş, yirmi ancak yahu. Ben de mi böyleydim acaba?

**


    Osman’a:
    O zamanlar bu arazide değildik biz. Atölyenin yirmilik gece bekçisiydim, ama gerçekten bekçiydim ben, gelen giden olmazdı ki gece, sadece beklerdim. Osman, oğlum sen şanslısın, pek yalnız kalmayacaksın gece, giren çıkan çok oluyor artık. Otuz beş yıl önce, bu kadar oldu ha, şimdi yazarken şaşıyorum. Emekli olacaksın dediklerinde donup kalmışım, çok zamanım geçmiş burda çok. Neyse geldiğim günlerden bahsediyodum sana, ben hep şikayet ediyorum yalnızlıktan. Kiminle konuşsam hafif alaylı gülüyor, biraz da bana hak verirmiş gibi, senin de işin zor diyor. Halbuki ben bilmez miyim ne düşündüklerini bu hamal parçalarının. Sırtımıza yüklenmiyoruz ya malları, getir götür işi yapmıyoruz ya, benim iş kolay tabi. Bekçinin kamyondan pancar çuvallarını boşalttığı nerde görülmüş Osman, bak sana bir abi tavsiyesi: Yardım et diyene yanaşma burda, adamı sömürüverirler, ben biliyorum, kendim yaşadım. Kılını kıpırdatırsan ertesi gün aynısını hatta fazlasını beklerler, bir de bakmışsın ki, o iş eline yapışıvermiş. Bugün bana biraz saygı duyuyolarsa tembelliğimdendir, ben burda sadece kendi işimi yaptım, bekledim. Sen de bekleyeceksin, sana belki Sadi Abi’den betersin, diyecekler. Boşver desinler, müdürle iyi geçin yeter. Bir gün müdürün senin hakkında iyi düşündüğünü sezsinler, hepsi suspus olur. Dikkat ederler seninle konuşurken, arkandan atıp tutarken.
    Laf nerden nereye geldi Osman. Benim bu yalnızlık şikayetleri Ekrem’in kulağına gitmiş sonunda. Ekrem o zamanın müdürü, yaşı da az değildi, babacan bir adamdı. Uzaktan severdim ben pek tanımasam da. Şikayetleri duyan Ekrem toyluğuma vermiş, alışır gider zamanla demiş. Bir de kendince alay etmiş benle, arkadaş mı ister yanına demiş. Ama beni bir kez olsun karşısına alıp konuşmadı. Sanki şımarıcaktım hemen. Sonra gerçi arkadaş da aldılar fabrikaya. Fakat bizim şeker fabrikası yeni geniş arazisine taşındığından, iki kulübeye ihtiyaç duyuldu. Neymiş efendim, koskoca alan, iki giriş lazımmış. İki bekçi iki farklı kulübede beklemeye başladık. Yalnızlık devam etti. Arif Usta sustururdu beni hep. Fena mı arada sırada vur kafayı kestir biraz, kim duyacak senin horultunu, kim anlayacak senin yokluğunu derdi. Sağ olsun o da olmasa, dar, sıkıntılı günümde kimsem olmazdı. Nasıl ben o zamanlar bir Arif Usta bulduysam, sen de bir yoldaş bulacaksın burda. Yalnızım dediysem o kadar da değildi yani, en azından bir kişi olmalı, bir çıkış yolu olmalı Osman, doğru değil mi bir zamanlar bir sürü taş kullanır, koca kaleyi yaparlarmış ama önüne bir de kapı. O kapıyı kendin bulacaksın oğlum, onu ben bilmem.

**


    Kulübede:
    Saatin on ikiyi vurmasıyla Sadi Efendi kağıtlardan kafasını kaldırdı. Cumartesi günü başlamıştı böylece. Saate dikkat kesildi, otuz yıldır bu odada Sadi’yle birlikte bekliyor olmalıydı; ama Sadi Efendi saatin buraya nasıl geldiğini hatırlamıyordu. Acaba ilk döşenişte mi koydular yoksa daha sonra bana eksikleri sorduklarında mı söyledim?
    Tık tık tık tık tık...
    Masa saati, bunun çok derinden gelen bir sesi vardı. Duvardaki saat sadece saat başlarında vurduğu için Sadi Efendi, onu pek sevmiyordu. Soğuk, sessiz gecelerde çok hafif sesiyle orada yalnız olmadığını, nefes alışıyla, kalbinin her atışıyla birlikte zamanın ilerlemekte olduğunu, sonunda günün doğacağını hatırlatan bir şey lazımdı. Kim almıştı bu saati? Tabii ki Perihan. Ne varsa kızda varmış, rahmetli annem boşa söylememiş. Kızı olmadığından üç oğluna sinirlendiğinde böyle derdi, tabii hiç birisi alınmaz, kıskanmazdı bu lafla. Ama ben farklıyım anamdan, Erdem’le Ercan buraya gelsin şimdi, bağıra bağıra söylerim, Perihan gibi evlat olamadınız, adam olamadınız diye. Hadi Erdem’e okudu da burnu büyüdü dedik, büyükşehirde yaşayacakmış dedik, peki Ercan? Ne halt etmeye gitti karısının ağzıyla?. Ne yapacakmış Almanya’da? Tamam Perihan da gelmiyor ayağıma ama şu bayramda seyranda araması yok mu, her şeye bedel. Hem ne yapsın ki kız, anası çeldi bir kere kafasını? O kadın ne biçim doldurmuştur Perihan’ı, arada sırada araması bile yeter. Kıçınıza kına yakın Hayriye Hanım, sevdiğiniz oğlanlar İstanbul’larda, Almanya’larda sizi unutup yaşasın, şimdi böyle kızınızla kalakalırsınız. Emekli de oldum bakın. Bundan sonra o Perihan’ı elinizden almayı da bilirim ben. Artık gündüz uyumayacağım, aileye ilgi nedir göreceksiniz siz. Ne oldu ayrılınca sanki, inat kadın? Ne geçti eline geçti? Böyle hayat geçmez, bu adamla yaşanmaz, gecesi gündüzü belli değil! Bulabildin mi bari gecesi gündüzü belli birini? Sanki pavyona gidiyoruz, ekmek parası be, kimin için çalıştık bunca yıl? Benim için çalışma böyle, istemem. Senin ne istediğini yirmi yıldır anlamadım ki ben, hatta ayrıldıktan sonra bile anlamadım, o yirminin üzerinde bir on beş daha ekle. Arada haber gönderdim gururumu çiğneyip, söylemiştir Perihan sana. Ama kızcağız sonra geri aramadığına göre ya deli anasına söylemeye korktu ya da söyledi sen dudağını büzüp, ben bilirim onu değişmez, dedin. Doğru değişmem ben, değişmeyeceğim de, beni bu halimle kabul edeceksin inat kadın. Haberini alıyorum arada büfeci Mustafa’dan. Kısmet kısmet diye tepindiğin günler gerilerde kalmış, bulamazsın tabi benim gibisini, ah Perihan’ı kışkırtmayı beceremeyecektin de görecektin yalnızlığı. Gündüz uyunur da bu kadar mı uyunur Sadi.

**


    Osman’a:
    Benim kısa mektup uzadıkça uzuyor Osman. Sana esas anlatmak gerekenleri savsaklıyorum galiba. Aslına bakarsan iş konusunda içim rahat, saat kaçta neresi kontrol edilecek, nereyi arayacaksın, şurdaki kontrol cihazının üzerinki tuşlar ne işe yarar meselesi hallolur gider, biliyorum. Zaten Çarşamba günü gözünden anladım, olup biteni anladın sen. Zeki çocuksun, belli. Şunu aklından çıkarma; buraya bir sürü meraklı çalışan gelir akşam saatlerinde, yani senin mesainin yeni başladığı sıralar. Dışardan bakan bu meraklılar varsın o kameraların kontrolünü, kaydını karışık zannetsin, sen kimseye işini küçültme, bilmeden kendin küçülüverirsin. Merak etsinler dursunlar, şimdi şu kameranın görüntüsünü nasıl büyüteceğiz diye soran çok olur, yavaşça gülümse, zamanı değil de böbürlenerek. Sanırlar ki bilmedikleri bir şey var, hesap kitapla yürüyor her şey. Gündüzün bekçisi ayrı, geceninki ayrı biliyorsun, senin işin saat dokuzda başlar, sabah yediye dek sürer, onun ötesi seni ilglendirmez. Gündüz ne olmuş, ne bitmiş umrunda olmasın, merak edersen seni de merak ederler. Gündüz bekçileriyle seni karşılaştırırlar, birbirinize düşürüverirler maazallah. Hani olmaz da şaşırdığın bi şey oldu diyelim şu cihazlarla ilgili, ya da başka bir konuda; Ahmet’e sorarsın. Tanıştırmışlardır herhalde, diğer gece bekçisi. Onun kulübesi diğer tarafta, buraya bir kilometreden fazladır uzaklığı. Aç telefonu Ahmet’e, o yardım eder. Yılardır burada olduğundan gece bekçisinin nasıl olması gerektiğini iyi bilir, bu yüzden ilk sessizliği seni korkutmasın. Seni önce tartacak ki güvenilip güvenilmeyeceğini anlasın. Yalnız ben seni gözünden tanıdım Osman’ım, sen güvenilirsin, adam gammazlamayacağın belli. Aradın Ahmet Abi’ni diyelim, telefonu geç açtı, belli ki seninki uyuyor, ya da canı sıkıldı, çıktı dışarı sigarasını üflüyor. Kurallara göre sigara da yasaktır, söylemişlerdir sana, söylemedilerse de masanın çekmecesinde küçük kırmızı bir kitap var, orda yazar, arada sırada fazla ciddiye almadan bakarsın. Neyse Ahmet diyordum demin, telefona çıkmadı diye ertesi gün ortalığı velveleye verirsen, ya da hadi onu bırak, şu dünyada yalnızca bir kişiye söylersen ertesi gün Ahmet Abi’n işinden olur. Ben hep söylerim, şu dünyada insan kadar garip yaratık yoktur. Dedikodu yapar, dedikoduyu sevmez; arkadan konuşur arkadan konuşanı sevmez; ispiyonlar, ispiyoncuyu sevmez. Yılların Ahmet Abi’sinin ispiyoncusu da eninde sonunda bulacaktır cezasını Osman. Unutma, etme bulma dünyası.
    Çarşamba günü eline şöyle bir göz attım, yüzük falan yoktu. Kimseye de sormadım ya, yaşın yirmi ancak, bekar olduğunu varsayıyorum. Oğlum şu söyleyeceklerim seni şaşırtabilir, bir bunakla konuştuğunu sanabilirsin, zaten beni etrafa sorsan eminim bunu söyleyen de çıkacaktır ya, neyse şunu şimdi aklına sokmam lazım oğlum. Beni dinlemeyeceğini biliyorum ama yine de günah benden gitsin. Bu işe hiç başlama, yol yakınken dön. Parası fena değil, bilirim. Geceyle gündüz az parayla yer değiştirmez zaten, ama vardır bir bildiği azıcık aşım kaygısız başım diyenin. Ziya söyledi, gözünden, tavırlarından anlamış, nasıl anlamışsa, biraz para kazanıp çekip gideceğe benzer dedi senin için, aman benden duyduğunu söyleme de, belli ki benim gibi otuz beş yıl güneşle yatıp, karanlığa uyanmak istemiyorsun. Oğlum bana bu günleri başından söyleselerdi ben de istemezdim, yalnız bir kere buraya adımını attın mı, şu şikayet ettiğim yalnızlık bulaşıcı hastalık gibi çeker seni. Başta başının daha az ağrıdığını hissedersin, çünkü derdi, tasayı eve bırakıp buraya gelmeyi öğreniverirsin. Karanlık, sessiz gecede, radyodan arka arkaya çalan türküler hatun dırdırından daha güzel gelir kulağına. Ev sahibiyle, alacaklıyla hatta ananla babanla, karın senden daha fazla ilgilenir. Ben eve gider gitmez sımsıkı kaparım perdeleri, çekerim üstüme battaniyemi, dünya umrumda olmaz. Az mı kavga ettik Hayriye’yle zamanında. Hayriye yengen olur, ayrıldığım yengen. Senin başına gelecekler de farklı olmayacak oğlum, önce derdi tasayı bıraktığını düşünürken, sonra bir de bakmışsın ki evini, eşini, dostunu, ananı, babanı arkanda bırakmışsın, aklının köşesine bile düşmüyorlar. Hele bir de bunun gerçek huzur olduğunu düşünmek var ya, adamın ayağını kaydırıyor. Herkes beni yalnızlıktan şikayet edip duran huysuz ihtiyar sanır, bilemezler yalnızlığı ne denli sevdiğimi, demin sana başından bu günleri görsem bu işe girmezdim dedim, şimdi yalnızlığı seviyorum, burayı seviyorum diyorum. Koyacaklar benim gibi huysuzu cennete, gider elmayı yerim, biliyorum ben Osman’ım. Görürüm cehennemi, eyvah derim, bilseydim ne işim vardı, sonra ikinci bir şans verseler aynı şeyler tekrarlanır, cennette yine elim durmaz gider elmaya. Ziya’yı söylüyordum demin, gidici olduğunu söylemiş, Ziya daha ufak, bilmez benim buraya geldiğim günleri. Ben şimdiye beş kez ayrılmıştım burdan, gece bekçiliğiyle hayat mı geçer derdim ilk girdiğimde. Bir yıl sonra ayrılıyorum, üç ay sonra kesin, altı ay sonra bitiyorlarla geçti hep yıllar. Hayriye’yle kavga ederdik, uyutmazdı beni dırdırıyla, babasının bana bulduğu işi över, bekçiliği hor görür, benim sinirimi tepeme çıkarırdı. Galiba biraz da ona inat devam ettim ben. Senin gözünde de, o sakin yüzün ötesinde aynı hırsı görmemiş olsam bunları boşuna yazmazdım oğlum.

**


    Kulübede:
    Saat iki, yine duvar saatinin Sadi Efendi’ye huzur veren yüksek sesi. Şöyle bir gelen gideni kontrol etmek için kameralara yöneldi Sadi Efendi. Arazi içerisindeki tüm binaların girişleri aydınlatılmış ve birer kamerayla kontrol ediliyordu. Bir süre kıpırtısız baktı Sadi Efendi kameralara. Hepsi durgundu. Küçük buzdolabını açtı, su koymuştu akşam geldiğinde, buz gibi olmuştur şimdiye, diye düşündü. Bahçeden gelen belli belirsiz bir ses. Kulak kesildi Sadi Efendi. İçerdeki her binanın ayrı güvenlikçisi vardı ama gece pek dolaşmazlardı. Kesin onlardan biridir, çıkmıştır işte sigara içmeye, ne olacak? El feneri, burda, bir de telsiz. Ortalığı velveleye vermekten çekinerek dışarı çıktı. Şeker fabrikasına hırsız gelip pancar mı çalacaktı, otuz beş yıldır toplasan üç olay olmamıştır, dördüncüsü de benim emekli olacağım geceyi mi bulacak? İşe yeni girdiğindekine benzer bir heyecanla, titreyen ellerini durdurmakta zorlanarak, adım adım ilerledi Sadi Efendi. Aslında şimdi diğer bekçiye ve binaların güvenlikçilerine haber vermesi gerekiyordu ama bu yaştan sonra lüzumsuz bir kedi yüzünden rezil olamazdı. Fenerin ışığını rastgele tutuyordu etrafa. Ne aradığını bilmediği her halinden belli oluyordu. Korkuyordu da.
    Çatırtıyla irkildi. Sesin yönünü anlayamadı. Ne olurdu sanki şu araziyi ışıkla, lambalarla doldurmuş olsalar. Bunu giderayak müdür Mahmut’a söylemek lazım. İyi söyle de, Sadi korkmuş desinler. Hayriye’nin sesi kulaklarında: Sen ne yapacaksın milletin dediğini, yok mu senin kendi kafan? Tabii demesi kolaydı, ben Sadi bekçiliği beceremedi dedirtmem elaleme. Rahmetli babam çok sessiz, uysal biriydi, ondan mı böyle oldum acaba? O kabuğuna çekildikçe daha bir inatlaştım, üç oğlan, evin eksik erkek ihtiyacını birlikte karşıladık. Çocuklarımı da sen kaçırttın be adam? Ne yaptım da kaçtılar, eksik mi koyduk ceplerine paralarını? İşlerine mi karıştım, eşlerine mi? Hepsinin gözünde babalarını şeytan yaptın, ne beklersin sonra böyle yetişen çocuktan? Yirmi yaşında ödüm kopa kopa atardım kendimi karanlığa, kimse bilmezdi benim karanlıktan korktuğumu, tabi ya bekçi korkar mı hiç, bekçi bekler duygusuzca, hissizce. Ne zorluk gördü senin o iki oğlan, gözlerimde Erdem bana bağırıp çağıran öfkeli haliyle, Ercan para isteyip duran iyice alçalmış haliyle canlanıyor kendimi zorladığımda. Bunlar mı benim evlatlarım, senin olsun Hayriye, yeter..
    Kafasının içindeki onca sese rağmen etrafa aynı dikkatle bakıyordu. Soğuk soğuk terlemişti, sırtından akan damlacıklar iyice ürpermesine neden oluyor, korkusuna korku katıyordu. Sonunda –çoğu zaman olduğu gibi- bir kedi köpeğin ya da rüzgarın bu olmadık seslere neden olduğunu düşünerek kulübeye dönmeye karar verdi. Hızlı adımlarla Osman’ a döndü.

**


    Osman’a:
    İstanbul’a yerleşmiş bir oğlan, Almanya’ya kaçıp gitmiş bir oğlan daha, evlenip boşanmış yarı anasıyla yarı yalnız yaşayan bir kız ve boşandığım eş. İşte benim hayatım Osman, emeklilik geldi, nereye gideceğimi bilmiyorum, esasen zorla ayırıyorlar beni. Mahmut geçen ay çağırdı beni yanına. Sen daha müdürle falan konuşmamışsındır, yıllar sonra adam hesabına almaya başladılar beni de zaten. Elinde bir iki belge, yanında da muhasebeci İzzet. Hiç selam vermediğim, haz etmediğim bir adam. Hesap kitapla uğraşıyor, gelir gider hesaplıyor ya, sanki senin maaşın adamın cebinden çıkıyor, öyle havalı. Belli ki Mahmut durumun ciddiyetini anlatmak için çağırmış İzzet’i yanına. Günün doluyor, dedi bana gelecek aya. Prim günleri falan hesaplamayı ben bırakmışım yıllar önce, yok yaş haddi, yok ödenen miktar falan, rakamlar havada uçuşuyor. Burası benim evim oldu ya, burda öleceğimi sanmışım da farkında değilmişim. Anlattı işte, baygın baygın dinledim karşısında, anladığım tek şey beni bugün itibariyle emekli ettikleri oldu.
    Osman şu an sana bu mektubu yazarken bile kulaklarım havaya dikilmiş durumda. Dışardaki rüzgarın sesi, masamda duran saatin tıkırtısı, aldığım nefes ayrı ayrı o kadar güçlü seslere sahip ki, benim duyduğumu şu an sen duysan şüphesiz delirirdin. Gece böyledir, gündüz kaynağından çıkıp kaybolan, sinen ses; gece uğuldayarak gürleyerek dolaşır etrafta. Hayriye evde gündüz uyuyup durmama bozulur, ne olacak kestirsene kulübede, kimin haberi olacak derdi. Denemez olur muyum Osman, aylarca geceleri ne gelen oldu, ne giden. Uyumak tabii iyi olurdu ama Hayriye bilmez ki yıllardır ben gece uyuyamam. Zaten çocuklukta uykum hafifti, hatırlarım bir ses oldu mu ilk ben uyanırdım. Gece bekçilik yapmaya başladıktan sonra bir iki uyumayı denedim ve giderek daha kolay uyanır oldum. Küçücük bir ses yetiyordu beni ayaklandırmaya, hatta çoğu zaman gece uyanıp, boş boş etrafı dinliyordum, neden uyandığımı anlayamıyordum ki. İşin garibi gece bu kadar hassaslaşmış içgüdülerimin gündüz kendini bırakıvermesiydi. Hayriye başımda davul çalsa umrumda olmazdı, tek ki gündüz çalsın.
    Osman oğlum saat epeyce ilerlemiş. Ben artık sana usul usul veda edeyim. Arada sırada kendini çok yalnız hissedersen tekrar okursun bu mektubu, belki sana yoldaş olurum o zamanlar. Yolun açık olsun.

**


    Kulübede:
    Sadi Efendi yerinden kalktı, kameraları tekrar kolaçan etti. Gün ağarmaya başlamıştı artık. Dışarı çıktı bir iki depoyu kontrol etmesi gerekiyordu, bunu Osman’a yazmadığı geldi aklına, boşver dedi içinden, öğrenir gider.
    Kulübesine döndüğünde açtı küçük radyosunu, severdi hep türkü dinlemeyi. Ama gece sık dinlemezdi, dışardan gelen sesi kestiği için. Köşedeki kanepeye oturdu, arkasına yaslandı.Tertemiz, cilalı ahşap yer döşemesine, sımsıkı kapalı pencerelere, bekleyenler için konulmuş deri koltuklara, buzdolabına, içeriyi ışıl ışıl aydınlatan asma tavana baktı. Bir zamanlar burada fare peşinde koştuğu günler de olmuştu. Ne kadar çok değişmiş...
    Tık tık tık
    Zaman ilerliyordu. Saat beş buçuk olmuştu, bir buçuk saat sonra bir daha dönmemek üzere ayrılacaktı kulübesinden Sadi Efendi. Mahmut, özel eşyalarını almayı unutmamasını söylemişti laf arasında, şu masa saati Perihan’dan hediye olduğuna göre alabilirdi ama bunu yapamayacaktı Sadi. Ne o saati evine taşıyıp bir daha görmek istiyor, ne de Osman’dan bu huzur tıkırtısını esirgemek istiyordu. Varsın burda yapsın sesini.
    Tık tık tık
    Sadi Efendi kapının zorlanmasıyla kendine geldi. Bir anda havaya fırlamıştı, hemen saate baktı, yediyi beş geçiyordu. Gelen Rıza’ydı, gündüz bekçisi. Otuz beş yıldır bir kez uyurken yakalanmayan Sadi Efendi’yi emekliliğinde yakalamışlardı, bir kaç parça özel eşyayı koyduğu çantayla birlikte kulübeyi terkederken hala kulağında huzur tıkırtısı vardı:
    Tık tık tık



Söyleyeceklerim var!

Bu yazıda yazanlara katılıyor musunuz? Eklemek istediğiniz bir şey var mı? Katılmadığınız, beğenmediğiniz ya da düzeltilmesi gerekiyor diye düşündüğünüz bilgiler mi içeriyor?

Yazıları yorumlayabilmek için üye olmalısınız. Neden mi? İnanıyoruz ki, yüreklerini ve düşüncelerini çekinmeden okurlarına açan yazarlarımız, yazıları hakkında fikir yürütenlerle istediklerinde diyaloğa geçebilmeliler.

Daha önceden kayıt olduysanız, burayı tıklayın.


 


İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.

Yazarın varoluşçuluk kümesinde bulunan diğer yazıları...
Pazartesileri Sevmiyorum
Ölü İhtiyar

Yazarın öykü ana kümesinde bulunan diğer yazıları...
Gökkule
Gizemli Yabancı
Ölümden Sonra
Bana Sorma
Yüzyılın Son Fırsatı

Yazarın diğer ana kümelerde yazmış olduğu yazılar...
André Gide - Isabelle [İnceleme]
Boşlukta Sallanan Adam – Saul Bellow [İnceleme]


Güven Solak kimdir?

Çoğunluğun içinde azınlık ya da azınlığın içinde çoğunluk gibi hissedilebileceğini düşünen bir amatör. . .

Etkilendiği Yazarlar:
Fyodor Mihailovic Dostoyevski, Jean Paul Sartre, Albert Camus, Franz Kafka, Oğuz Atay, Sabahattin Ali, Dino Buzzati, Yusuf Atılgan


yazardan son gelenler

yazarın kütüphaneleri



 

 

 




| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık

| Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi |

Custom & Premade Book Covers
Book Cover Zone
Premade Book Covers

İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim Yapım, 2024 | © Güven Solak, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır.
Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz.