Cumhuriyet fikir serbestliği taraftarıdır. Samimi ve meşru olmak şartıyla her fikre saygı duyarız. -Atatürk |
|
||||||||||
|
** Mehmet Özakıncı, akşam yemeğinin ardından zebanilerin yapacağı sayım için koğuşların arkasındaki meydana toplanan kalabalığa uydu. Ortalık mahşer yerini andırıyordu. Mehmet bu sayımın anlamını hiç kavrayamamıştı. İnsan cehennemden nereye kaçabilirdi ki? Tüm günahkarlar meydanda, kaldıkları koğuşa göre ayrı ayrı toplanıyorlardı. Mehmet Özakıncı da çok uzun zamandan beri alıştığı, meydandaki en soldan üçüncü grubun arasına karıştı. Kulaklarında bitmek bilmeyen bir mırıltı vardı. Günahkarlar sürekli konuşuyorlardı. Burada anlayamadığı olaylardan biri daha: İşledikleri günahlar nedeniyle burada toplanan güruh, yaptıklarından hiç pişmanlık duymuyormuş gibi kuralları çiğnemeye devam ediyordu. Şimdi zebanilerin sinirlenmesi an meselesiydi. ** Uzun boylu, kahverengi gözlü, çatık kaşlarıyla dikkat çeken bir gardiyan, “herkes yerine” diye bağırdı. Bu komuttan sonra ses çıkaran, kıpırdayan olursa çok sert cezalandırılacaktı. Bunu bilen kalabalığın uğultusu anında kesildi. Ancak hükümlüler arasında bir kişi vardı ki, korkusundan değil sevgisinden ve saygısından put gibi duruyordu. Ölü İhtiyar hiç kimsenin bilmediği bir yere bakarak dalıp gitmiş, hazır ol vaziyette bekliyordu. ** Tanrının hizmetkarları bir bir her koğuşun günahkarlarını saydılar. Eksik çıkan olmamıştı. Ama onca günahkar arasından üç kişiyi kenara ayırdılar. Mehmet, kendisine göre uzakta bir yerde bulundukları için, bu üç kişinin kenara ayrılma nedenlerini anlamamıştı. Yanıbaşındaki iki günahkarın konuşmasından, öğleden sonraki kazı çalışması sırasında zebanilerden birine saygısızlık ettikleri sonucunu çıkardı. Belki konuşulanları daha iyi anlasa, nedeni tam olarak öğrenip merakını yenebilecekti; ancak burada kimsenin ne düşündüğünü, ne konuştuğunu, ne yaptığını tam olarak anlayamadığı için hep bir tereddüt içerisindeydi. Herhalde yıllardır burada bulunup, artık cezasının sonuna gelip cennete kavuşacağı günleri saymaya başlayan bir günahkar olarak; diğerlerinden daha fazlasını bilip hissediyor olması doğaldı. Buradaki günahkarlardan hiçbirisi cehennemde olduğunun farkında değildi. İçlerinden cehennemi hapishane, zebanileri gardiyan olarak bilenler vardı. Mehmet Özakıncı bunu insanın ölümü kabullenemeyişine bağlıyordu. Elbet kendisi de buraya geldiği ilk gün –ki ne zaman olduğunu hatırlamıyordu, nasıl öldüğünü hiç hatırlamıyordu- yaşadığını, hayatta olduğunu sanmıştı. Daha sonra –yine ne zaman olduğunu hatırlamıyordu- aslında ölü olduğunun farkına varmıştı. Zamanınını hatırlamasa da, ölü olduğunu idrak edişini çok iyi hatırlıyordu. Çok hasta olduğu bir gün, ayakta zor durur bir halde öğleden sonra yapılan kazıya katılmıştı. Tüm gücüyle elindeki kazmayı toprağın yumuşak görünen yerine doğru savururken dengesini kaybettiğini hissetti ve yere düşmekten kurtulamadı. Yanındakiler ona yardımcı olmak, onu tozun toprağın içinden kaldırmak için hamle yaptılar. Bu sırada simsiyah botlarıyla uzun boylu, güçlü kuvetli, iri yapılı bir adam hemen oraya doğru gelmişti bile. “Kalk”, dedi. Mehmet Özakıncı kalkmaya çalıştı ama nafile. Eğer kalkmazsa onu iyice hırpalayacaklarını biliyordu, bu nedenle tüm gücü tükenmiş bir askerin son bir kez şınav çekmeye çalışırken harcadığı gücün benzerini harcayarak, vücudunu kollarının üzerinde biraz olsun yükseltmeyi başardı. Bu sırada ikinci emir duyuldu: “Hemen ayağa kalk dedim sana!” Mehmet Özakıncı kalan son enerjisini de harcayarak ayağa dikildi. Fakat bir sorun vardı. Gözleri kararmıştı. Hiçbir şey göremiyordu. Gözünü ovuşturmaya başladı ve gözünün toz toprak içerisinde kaldığını anladı. Bir taraftan su olmadan bu toz toprağı temizlemeye çalışırken, bir taraftan da ciğerinin derinliklerinden gelen öksürükleri vücudunun dışına itmeye çalışıyordu. Zar zor da olsa gözünü açmayı başardığında son gördüğü şey göğsüne doğru gelen tekme oldu. İşin garibi, o botun görüntüsü hiç unutmayacağı biçimde belleğine kazınmasına rağmen, göğsüne gelen darbenin acısını hiç hatırlamıyordu. Uzun bir zaman kendini bilmeden iyileşeceği günleri bekledi. Daha önce hiç görmediği kişiler yattığı yatağı ziyaret ediyorlar, başucunda bir şeyler konuşuyorlar, kendisine bazı ilaçlar yutturuyorlardı. Yattığı yerden tavanı izleyerek günlerin geçmesini bekleyen Mehmet Özakıncı orada ilk kez içine düştüğü durumu anlamaya başladı. Buraya geldiği günden beri dayak yiyor olmalıydı. Zayıf bünyesi nedeniyle sık sık hastalanıyordu. Zaten cezaevi olduğunu söyledikleri bu mekanın koşulları en sağlıklı insanı pes ettirecek kadar kötüydü. Kendisi gibi bir ihtiyarın bunca zaman bu ağır koşullara, işkenceye katlanabilmesi mümkün değildi ki. Yattığı yerden kolundaki bacağındaki sargılara baktığında, vücudunda ciddi kırıklar olması gerektiği sonucuna varıyordu. Peki bir zamanlar ayağı incindiği için izin alıp işe gitmeyen Mehmet Özakıncı’nın, şu an bu kırıkların acısını hissetmemesi mümkün müydü? Gel gör ki hiçbir şey hissetmiyordu, tıpkı bot darbesinin sebep olması gereken acıyı hissetmediği gibi. Buraya geldiğinden beri eski hayatıyla ilgili hiçbir şeyle karşılaşmamıştı. Ne bir dost, ne bir arkadaş, ne eski anılardan birini hatırlatacak en ufak bir ipucu. Herkes, her şey yabancıydı burada. Hasta yatağından kalkacak kadar iyileşir iyileşmez çevresine daha farklı bir gözle bakmaya başladı. Geçirdiği her saniyeyi hissetmek istiyordu adeta. Hayatta olduğuna dair kanıtlar bulmaya çalıştı. Eski hayatından kalan eşi ve bir çocuğu vardı. Kardeşi zaten ölmüştü yıllar önce. Eşi ya da çocuğuyla görüşmek istiyordu. Hatta bırakın görüşmeyi şöyle bir uzaktan görse ya da telefonla konuşmalarına izin verseler yetecekti yaşadığına inanmaya. Ancak bu düşüncesini diğer hükümlü/günahkarlarla paylaştığında ona deli gözüyle bakmaya başladılar. Bir süre sonra kimse onu adıyla çağırmamaya başlamıştı. Önce hükümlü/günahkarlar sonra düşüncelerini öğrenen gardiyan/zebaniler ona ölü ihtiyar demeye başladılar. Mehmet Özakıncı’ysa istediği kısa bir görüşmenin bile yerine getirilememesi yüzünden ölü olduğu kuşkusunun hiç de boş olmadığını düşünüyordu. Mehmet’in sonraları da ölü olup olmadığını sorguladığı sınavları sürdü. Vücudunun zayıf olduğunu biliyordu. Bu durumda daha önce yediği tekmelerin bir benzerini yemesi durumunda, eğer hayattaysa bile, hayatını daha fazla sürdürmesi mümkün olmayacaktı. Eğer yaşıyorsa ve yiyeceği dayakla ölürse, en kötü ihtimalle buraya benzeyen bir cehenneme gidecekti. Bu dayağa rağmen hala yaşıyorsa, inatçı sınavlarını biraz daha sürdürecekti. En sonunda eğer hiç ölmüyorsa, bu cehennemde cezasını çekmekte olduğu anlamına gelecek ve o da cezasının sona ereceği günü sessizce bekleyecekti. Bu yüzden sürekli huzursuzluk çıkarmaya başladı. Yemekte birkaç kez, herkesin gözü önünde bilerek tabak kırdı. Akşam sayım yapılırken kendi koğuşu dışındaki koğuşların sıralarına karıştı. Herkes yük taşıyıp, ellerindeki kazmaları tüm güçleriyle toprağa saplarken, kenarda aylak aylak oturdu. Bütün bunların sonucunda ona verilen cezalar caydırıcılıktan uzaktı. Mehmet, disiplinsiz davranışları yüzünden birkaç kez hücreye kapatıldı. Hücrede bile kapıya düzenli yemek getiriyorlardı. Bu arada intiharı düşündüğü de oldu. Fakat sonra neyle kendini öldüreceğini bulamadığı için vazgeçti. Yemekte günahkarlara verilen çatal, bıçak plastikti. Aklına ucu kör kazma bile geldi bir ara, ama sonra cesareti intihar kararı vermeye yeterli olmadığından vazgeçti, hayatını kendi isteğiyle sonlandırma şansını yok saydı. Aslında bulunduğu ortamla ilgili tüm düşünceleri, yapacaklarıyla ilgili planları, bazen gece yatağına girdiği sırada aklına gelen geçmişi nedeniyle gözünden damlayan iki damla yaş hep kendisini boşlukta hissetmemesi için bilincinin derinliklerinden kendisini yönlendiren önemsiz detaylardı. Daha fazla körlüğün bir anlamı olmayacaktı, artık hiçbir şeyin önemi yoktu, artık hiçbir şey yoktu. Burası dünyanın, tüm insanlığın hapishanesiydi, burası cehennemdi. ** Mehmet Özakıncı kendisini cehennemde olduğuna inandırdıktan sonra, davranışlarında gözle görülür bir değişiklik oldu. Her kurala hevesle, istekle uyan, her emire koşturan, diğer hükümlülere çektirilen her eziyete arkasını dönen, sonsuz bir inançla çıkacağı günün gelmesini bekleyen, bu günü ileri öteleyebilecek isyan olarak yorumlanma olasılığı bulunan her türlü davranıştan kaçınan ideal bir hükümlüye dönüşüverdi. Bu durum en çok hapishane yönetiminden sorumlu müdürü sevindirmişti. Çünkü Ölü İhtiyar artık fazla göz önünde bulunan bir mahkumdu. Daha önce kurtulduğu şiddet ona tekrar uygulandığı takdirde, bunun vücudunda kalıcı hasarlar oluşturma, hatta onu ölüme götürme olasılığı yüksekti. Adamın kalbinin zayıf olduğu doktor raporlarınca meydandaydı. Müdür birçok mahkumun içten içe bu adama çok acıdığını biliyordu. İlk duruşmalarında birkaç mahkumun Ölü İhtiyar’ın başına gelenleri hakime anlatmasından korkuyordu. Bu hapishanede yaşananlar sır olmasa da, yüksek sesle dile getirilmeyen gerçekler, henüz ortaya çıkmamış gerçeklerdir. Ölü ihtiyar’ın ölüm tehlikesi atlattığından beri gardiyanların ona karşı çok dikkatli davranmaları hükümlülerin gözünden kaçmıyordu. Ölü İhtiyar’a karşı gösterilen hoşgörünün sürmesi durumunda er geç başkalarının da aynı disiplinsiz davranışları göstermeleri yakındı. Disipliniyle ün salmış bu cezaeviyle ilgili böyle endişeler ortaya çıkması en çok müdürü rahatsız ediyordu. Önceki yıl boyunca hapishanenin karnesi hiç iyi sayılmazdı. Müdür umursamaz gözlerle, odasında bulunan dolabın en alt çekmecesinden çıkardığı birkaç dosyayı inceliyordu. Bunlar önceki yıl doğal sebeplerden öldü diye gösterilen bir dizi mahkumla ilgiliydi. Müdür bir kez daha her bir ölümün ört bas edilmesindeki zorluğu düşündü. Riske girilmemeliydi, Ölü İhtiyar yaşamalıydı, ‘kendisi için değil, benim itibarım için’ diye düşündü. Sonra aklına ihtiyarın yumuşayan davranışları geldi ve keyifle arkasına yaslandı. ** Mehmet Özakıncı’nın gözünün önünde bir günahkar ölesiye dövüldü. Nedeni zebani konuşurken gözünün içine bakmasıydı. Günahkar ilk tokadı yedikten sonra zebaninin gözünün içine bakmaya devam etti. Ona neden bu kadar sinirlendiğini anlamaya çalışır gibi bir hali vardı. Mehmet Özakıncı, dayaktan ve kötü koşullardan iyice yorulan, bozulan, artık görevini iyi yapmayan gözlerini kısarak bulunduğu yerden olayı izlemeye çalışıyordu. Birkaç tokattan sonra yüzü gözü şişen, kan içerisinde kalan günahkar yere yığılıp kaldı. Yerde öylece yatıyordu. Günahkarlardan, ellerindeki kazmayı bırakıp göz ucuyla arkadaşlarını izleyenler hiç kıpırdayamadılar. Mehmet yerdeki adama yardım etmeyi düşünüyordu. Ama aklından geçenler harekete geçmesine engel oldu: Cezasını çeken bir günahkardı o. Tanrı’nın işine karışmak doğru olmazdı. Hem zaten kısa zamanda büyük acılar çekmek, günahkarın cehennemde geçireceği süreyi kısaltıyor olabilirdi. Mehmet kendi yediği dayakları düşündü. Şöyle bir geçmişe baktığında fazla acı çektiği söylenemezdi. Ne de olsa onlar çekilmesi gereken acılardı. Yerde yatan günahkarın fazla acı çekmediği düşüncesine sarıldı. En son yaralandığı sefer, hastanede geçirdiği günlerde cehennemin farkına vardığını düşündü. Belki bu günahkarda da dayak farkına varış sürecini hızlandırabilirdi. Kendi kendisine söz verdi. Bu adamı kendine geldikten sonra yalnız bırakmayacaktı. Onunla cehennem hakkında konuşacaktı. Artık düşüncelerinde yalnız olmak istemiyordu. ** Ölü İhtiyar dayaktan bayılan mahkumu bir daha göremedi. Diğer mahkumlar gardiyanların yüzüne bakmaya cesaret edemezken, hiç umulmadık zamanlarda bir gardiyanın yanına gidip dayaktan bayılan mahkumun akıbetini sorabiliyordu. Hiç tatmin edici bir yanıt alamamıştı. Hatta bazıları öyle birinin hiç yaşamadığını, burada öyle biri olmadığını söylemişlerdi. Cehennem zebanileri yalan söyleyebilirler miydi acaba? Ölü İhtiyar daha fazla dini bilgisi olmadığına üzüldü. Ölü İhtiyar hastaneden çıktığı günlerden beri diğer hükümlülerle fazla konuşmuyordu. Çünkü konu hep cezaevinde mi cehennemde mi oldukları tartışmasına geliyordu. İçlerinde tanrıya bile inanmayanların olduğu bir topluluğu, cehennemde ceza çektiğine inandırmak onun için çok zor bir görevdi. Durum böyle olunca, hoşuna gitmeyen konuşmalardan kaça kaça diğer mahkumlardan uzaklaştı. ** Mehmet Özakıncı hayal görmediğine emin olmak istiyordu. Dayaktan bayılan günahkar gerçekten vardı, onu görmüştü. Zebaniler ona söylemeseler de iyi görmeyen gözleri onu hayallerle yanıltıyor olamazdı. Yemeğini bu sefer, uzun zamandır tek başına oturduğu masada yemedi. Üç kişilik bir günahkar grubunun yanına oturdu. Konuşmaya başlar başlamaz bu üçlünün kendisini tanıdığını anlamıştı. Bazen rüyalarına giren, göğsüne doğru ilerlemekte olan siyah botu onlar da görmüş olmalıydı. Mehmet Özakıncı konuyu dayak yerken gördüğü günahkara getirdi. Adamı içlerinden yalnız biri hatırlıyorlardı. Hatırlayanla birlikte, diğerlerine ölesiye dayak yiyen adamı tarif edip, birkaç olay anlattılar ama nafile. Hiç görmemişlerdi galiba. Şimdi sırada o adamın koğuşunu bulmak kalıyordu. Çünkü koğuştan birkaç kişiye, adamın yediği dayaktan sonra bir daha ortalarda görünmediğini onaylatmak gerekiyordu. Koğuşu öğrenip, adama ne olduğuyla ilgili topladıkları bilgileri paylaşmak üzere bir gün sonrası için sözleştiler. Ertesi gün Mehmet Özakıncı yine kendini öldürtmek istediği günlerde olduğu gibi kurallara uymadan umursamaz davranışlar içerisindeydi, çok sabırsız görünüyordu. Gördüğü herkese dayak yiyen adamı soruyordu. Zebanilerden birkaçının kendisine çatık kaşlarla baktığını fark etmişti. O da bu sert bakışlara karşılık vermekten kendini alamadı. Yüzlerce, belki binlerce –gerçek sayı konusunda hiçbir fikri yoktu- günahkar arasında görebildiği herkese ama herkese sordu. Artık takıntı haline getirmişti. O adamın nereye kaybolduğunu bulmalıydı. ** Bir gün önce sözleşen dört arkadaş yemekte bir araya geldi. İçlerinden biri doğru koğuşu bulmuştu. Koğuştan onunla arkadaşları hakkında konuşmaya cesaret edecek birini bulmak için çok uğraşmıştı. Sonunda gardiyanlara farkettirmeden konuşabildiği yaşlıca bir adam aradıkları mahkumun öldürüldüğünü söylemişti. Yüzüne hayal kırıklığı yerleşen Ölü İhtiyar hışımla bunu o adamın nereden bilebileceğini sordu. Aslında cevap açıktı. Adam, gardiyanlar kendi aralarında gülüşerek konuşurken duymuştu. ** Mehmet Özakıncı akşam yatağına yattığında gözüne hiç uyku girmedi. Aylar sonra yeniden yaşıyor olma olasılığı belirmişti. Fakat içini kemiren yeni bir düşünce dalgası da ortaya çıkmaya başlamıştı. Dayak yiyen adamın büyük bir acı çekmiş olduğu aşikardı. Kendi çektiği onunkinin yanında acı bile sayılmazdı. Belki de o cezasını bir anda çekip bitirmiş ve cennete gönderilmişti. Bu düşünceye sımsıkı sarıldı. Eğer yaşıyorsa burada ölmeyi başardığı takdirde gidebileceği en kötü yer buradan pek de farklı olmadığını tahmin ettiği cehennemdi. Yaşamıyorsa ve cehennemdeyse öldüresiye dövülmenin mükafatı olarak cennete gönderilebilirdi. Mehmet Özakıncı ertesi gün neler yaptığını hiçbir zaman hatırlayamadı. Gördüğü tüm zebanilere saldırmış, ellerinden silahlarını almaya çalışmıştı. Kendisine vurmaya çalıştıklarında karşılık vermiş, ölmeyi mi istediğini sorduklarında ‘memnuniyetle’ demişti. İçmeden sarhoş olmuş gibiydi. Onu izleyenler bıçağın kemiğe dayanmasının böyle bir şey olacağını düşündüler. Mehmet, isyanının sonunda kendisini yine ceza olarak bir hücreye kapatmadıklarını, gözlerini hastaneye benzeyen bir yerde açtığında anladı. Dediklerine göre daha önce de gözlerini açmıştı ama o hiç hatırlamıyordu. Bazen beyaz önlüğüyle doktor olduğunu sandığı bir kişi geliyor, kendi durumuyla çok ilgileniyormuş edasıyla sağlığıyla, hissettikleriyle ilgili sorular soruyordu. Yatağında uyumadığı zamanlar sık sık hemşireleri görüyordu. Bir kez de takım elbiseli birkaç adam gördü. Galiba avukat olduklarını söylemişlerdi. Ama Mehmet Özakıncı aldığı ilaçlarla sık sık uykuya yenik düşerken, yarı baygınlık haliyle uzun konuşmalara odaklanamayacak kadar bitkin durumdaydı. Sadece mesleklerini ve biraz da yüzlerini hatırladığı adamların neden bahsettiklerini bir dahaki uyanışında hatırlamadı bile. Günler geçti, Mehmet Özakıncı daha fazla uyanık kalmaya, daha az uyumaya başladı. Çevresinde olup bitenlere, konuşmalara daha rahat odaklanabiliyordu artık. Kendisiyle ilgili olduğunu sandığı kimi konuşmalardan vücudunda kalıcı zararlar oluşmuş olduğunu öğrendi. Fakat bu hasarların ne zaman oluştuğuyla ilgili kesin bir veri yoktu. Mehmet Özakıncı iki doktorun kendisinin uyuduğunu sandıkları bir zaman yanıbaşındaki konuşmalarından reflekslerinin zayıflamış olduğunu, kalbinin çok zayıf olduğunu ve ayrıca bir takım psikolojik sorunları olduğunu öğrendi. ‘Anlaşılan bunlar da beni delilikle itham edecekler’ diye düşündü. ** Mehmet Özakıncı cezasının kalanını çekmek üzere başka bir hapishaneye nakledildi. İşkence hapishanesi kapatılmış, sorumlulardan birkaçına göstermelik küçük cezalar verilmiş, alenen dillere düşmüş birkaç ölüm dışında olaylar hakkında ciddi bir araştırma yapılmamıştı bile. Kendini biraz daha farklı bir ortamda bulan Ölü İhtiyar bu ortamda da Tanrı’ya ait izler bulmakta gecikmedi. Burası daha önce Tanrı’nın onun için uygun gördüğü yere göre bir nevi cennet sayılırdı. Burada kimse nedensiz yere dayak yemiyordu. Böyle düşünerek kendisinin, daha önceki cehennemde Tanrı’nın kulları için uygun gördüğü cezayı küçümsediğini düşünerek üzüldü. Tanrı istemezse hiçbir şey olmaz, Tanrı istemişse doğru odur. Dün elli beş yaşına girmişti. Aynaya baktığında yetmiş yaşında göründüğünü farketti. Sırtı kamburlaşmıştı. Yüzünde birçok ezik ve çizik vardı. Yürürken hafif topallıyordu. Bir keresinde merdivenlerden inerken dengesini kaybedip yere düşerken, yakınlarda bulunan bir gardiyan/zebani yardımına yetişip onu yakaladı ve böylece büyük bir kazayı önledi. Ölü İhtiyar kurtarıcısının yüzüne uzun uzun baktı ve onun zebani olamayacağına karar verdi. Kendisine hastanede bakanları, buradaki kurtarıcısını düşününce cennet, cehennem birbirine karışmaya başladı. ‘Belki de ölümden sonra yaşam böyle bir şeydir‘ diye düşündü. Hep kapalı ortamlarda, yüksek duvarlar arkasında, hep umutlu ya da kimileri için umutsuzca beklenen uzun zaman... Buradan başka bir yerde birileri yaşıyor mu acaba? İnsanlarla diyalog kurma becerisini çoktan kaybetmişti. Ama nasıl olduysa yeni mekanında da bir arkadaş edinmeyi başardı. Yeni arkadaşı oğlu olacak yaşta Ali adında bir gençti. Ali, ona sürekli geçmişiyle ilgili, geldiği yerle ilgili sorular soruyordu. Mehmet Özakıncı, başlangıçta ona karşı soğuk, dikkatli ve ölçülü davransa da daha sonra kendisini gemlemeyi bırakarak içinden geldiği gibi konuşmaya başladı. Ali, Mehmet’in ölümle ilgili, cennet cehennemle ilgili düşünceleriyle çok ilgilenmişti. Mehmet Özakıncı’nın esaret hayatı boyunca karşısına çıkan her insan gibi bu genç de, ihtiyarı yaşadığına inandırma görevini üstlendi. ** Ali, Mehmet Özakıncı’nın durumunu hapishane yönetimine anlattığında, onların da öyle çok bilgisiz olmadıklarını farketti. Her nasılsa ihtiyarın akli dengesinin bozuk olduğuyla ilgili bir haber tüm gardiyanlara uçurulmuştu. Ancak Ali, ihtiyarı yaşadığına inandırmanın bir yolu olduğunu hapishane müdürüne söylediğinde, adamın ilgisini biraz olsun çekmeyi başarmıştı. Müdür Mehmet Özakıncı’yı ailesiyle yüz yüze görüştürmeyi kabul etmedi. İçinde bulundukları dönemin buna uygun olmadığını düşünüyordu. Fakat Ali ısrarıyla, bir telefon görüşmesi iznini kopardı. Birkaç gardiyanın birkaç sigara paketi karşılığında gerçekleştirdikleri özverili çalışma sonucunda Mehmet Özakıncı’nın karısının telefon numarası bulundu. Ali işini şansa bırakmak istemiyordu. Gardiyanlar arasından edindiği bir arkadaşı(!) sayesinde Ayşe Özakıncı’yla bir telefon görüşmesi bile yaptı. Kadın kocasından yıllardır haber alamamanın verdiği çaresizlikle, tüm umudunu yitirmişti. Öğrendiği haberlerle çok mutlu oldu. Bir gün sonra öğle saatlerinde Mehmet’le konuşacağıyla ilgili haberin verdiği huzurla, içi kıpır kıpır halde telefonu kapadı. ** Ahize Mehmet’in elindeydi, Ali yanında numaralara basmak üzere bekliyordu. - Mehmet Abi, on dakikamız var, hazır mısın? - Oğlum hazırım dedim ya, ara bakalım ne olacaksa olsun bitsin artık. - Abi sen bana hala inanmıyorsun, derken bir taraftan da numaralara bir bir basmaya başladı Ali. - Dur, sessiz ol, çalıyor. Mehmet Özakıncı’nın kalbi gümbür gümbür atıyordu. Yaşadığına dair içinde hala bir umut taşıdığını hissetti. Ahize yerinden kalkıyor... - Aloo... Bu Ayşe’nin sesiydi. Tıpkı daha önce hissetiği tandık bir duygu gibi... Gözü kararıyordu. Bu sefer neden acı çektiğini anlayamadı. Kalbi aklına geldiğinde, elini zaten çekmekte olduğu acıyı dindirmek istercesine kalbine doğru götürmüş olduğunu farketti. Mehmet Özakıncı çok öncelerden vazgeçtiği yaşama gözü açık veda etti. Kucağına düştüğü Ali, Ölü İhtiyar’ın açık gözlerine bakarken onun son anında yaşadığının farkına vardığını düşündü. İhtiyar dünyaya doyasıya bakıp veda etmeyi istemişti. Not: Bu öykü yaşanmış bir olaydan esinlenerek yazılmıştır. Olayın aslını bilenler, öykünün gerçeğe uymadığını düşünebilirler. Öykünün yazarı olayı bir kaç yıl önce duymuştur ve öyküyü yazdığı sırada gereğinden fazla esinlenmemek için bilinçli olarak olayın aslını araştırmamıştır. Bu nedenle öykünün gerçeklik iddiası yoktur.
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Güven Solak, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |