Roman yazmanın üç kuralı vardır. Ne yazık kimse bu kuralların neler olduğunu bilmiyor. -Somerset Maugham |
|
||||||||||
|
Sabiha Çaycı, sabah içilen çay... Ağustos depreminin üzerinden bir ay geçmemişti. Deniz kıyısında bir bankta oturmuş dalgın dalgın denize, adalara doğru bakıyordum. Fay kırığının oradan geçtiği, deprem olursa bir tsunami dalgasının oluşacağı kamuoyunda yoğun olarak konuşuluyordu. Bir hanımefendi geldi. “Oturabilir miyim?” dedi. Bank yeteri kadar büyüktü. “Buyurun” dedim, oturdu. Bir zaman konuşmadan durduktan sonra “Su seviyesi ile burası arasında kaç metre var?” diye sordu. “Yaklaşık iki metre” dedim. Üzülerek, “Ya öyle mi? Ben daha fazla olacağını düşünüyordum. Tsunami olursa dalga yüksekliğinin on metre kadar olacağını söylüyorlar. Öyleyse dalga buradan aşar. Biz çok yakında oturuyoruz.” dedi. “Ne yazık ki öyle” dedim. Böylece konuşmaya başladık. Ben kendimi tanıttım. O da kendini tanıttı. Adı Sabiha Çaycı imiş. Adını söylerken bir de espri yaptı; unutmayayım diye. “Sabah içilen çay...” Avukatmış. Kendisi hakkındaki bazı bilgileri ondan, bazılarını da yazdığı kitaptan aldım. Evet, bir kitap yazmış. Adı “Politika Bir Oyun mu?” SHP, SODEP ve CHP’de 12 yıl aktif politik yaşam içinde bulunmuş, bu partilerin örgütlerinde görev yapmış. Ancak partisinde gördüğü hoşa gitmeyen şeyler üzerine bir köşeye çekilmiş. Kitabının önsözünde şöyle diyor: “Anlattığım olaylar yer yer partinin genel başkanı ve yönetimlerinin yanlış sosyal ve siyasal politikalar uyguladıklarını ortaya koymaktadır. Sağ partilerde de en az bu partide yaşananlar kadar ‘Aziz Nesin’lik kara mizah olayların yaşanmakta olduğunu tahmin etmek zor değildir.” Kitap politika ile ilgili bir ibret belgesi olmuş. ANAPlı Ankara belediye başkanından meclis üyelerine (sosyal demokratlar dahil) dağıtılan altın kol saatleri, çıkar hesapları üzerine kurulmuş bir yapı kooperatifi gibi olaylar bizi olayın kaynağına götürüyor: Bireycilik ve faydacılık, dürüst insanların ayağını kaydırma. Sonuç, partinin küçülmesi. Kitabın içinden bir cümle daha: “Politikada düzgün insan bulmak zordur. Sanki karakter deformasyonuna uğramış bireyler politikaya ilgi duyuyorlar.” Ben bu söze tam olarak katılmıyorum. Kişilerin bir bölümü yola çıktıklarında temiz ve iyi niyetli olabilir. Değişim zamanla, ortam şartlarının zorlamasıyla oluyor. Bir arkadaşım yeni mezun olduğumuz sırada Belediyede iş bulmuştu. Sonra kısa sürede işten ayrıldı. Dedi ki: “Öyle bir düzen kurulmuş ki, ya rüşvet alacaksın ya da terk edeceksin. Arası yok, başka yol yok. Ben terk ettim.” Politikaya soyunan kişilerin çoğunluğunun tek amacı vardır: En iyi niyetle milletvekili olup maaşı cebe indirmek, emeklilik hakkını kazanmak. Hiçbir yolsuzluk yapmasa bile kazanacağı bu yasal hak yaşamının sonuna kadar bolluk içinde olmasını sağlayacaktır. Milletvekilliği sırasında gerçekleştirdiği yolsuzluklara milletvekili seçilirken yapılan masrafların diyeti, bir hak olarak bakıyor. “Bal tutan parmak yalar.” düşüncesi ile yanında durduğu kazanın içindeki baldan nasiplenmek istiyor. Bu arada biraz iş yaparsa, zorunlu olarak iyi yönde birkaç adım atılırsa bundan böbürlenmekten geri kalmıyor. ... Batı ülkelerinin Türkiye üzerinde oynadıkları oyunları bir tarafa bırakıp suçu kendimizde aramamız gerekiyor. Çünkü biz izin vermedikçe onlar bir şey yapamazlar. Bu izni onlara biz veriyoruz. Tek adamlık, yani bir liderin çevresinde toplanmak demokrasinin karakterine ters düşer. Cumhuriyetin ilk yıllarında demokrasi henüz gelişmemiş iken tek adam demokrasisi Türkiye’ye oldukça iyi uyum gösteriyordu. Çünkü halk başka türlüsünü görmemişti. Ancak demokratik kurumlar yerleştikçe, İsmet İnönü’den başlamak üzere, tek adamlık ülke bünyesine yabancı kalmaya başladı. Bireysel yetkinlikler arttı. Buna karşılık yöneticilerin ve yönetici olmak isteyenlerin zihniyetleri aynı kaldı. Yanlış olarak, bireyler birbirleri ile yardımlaşmak yerine, partiye tek başlarına hakim olma çabası içine girdiler. Bunun adı örgütler içinde hizipleşmedir. Böyle davranan bir parti başkanı da bir hizip sayılabilir. Bireyler ve onunla yürüyen gruplar paylaşmak ve birlikte yaşamak yerine diğer grupları ezmeye çalıştılar. İdeolojik olarak çok farklı olmayan, hatta hiç farklı olmayan fakat bireyci istekler nedeniyle bir türlü birbiriyle anlaşamayan küçük gruplar oluştu. Sandılar ki halk kitleleri eskiden olduğu gibi hiçbir sorguda bulunmadan onları takip eder. Sol partilerin varlıklarının esas nedeni demokratikleşmedir. Bireycilik ise demokrasinin özüne aykırıdır. Özlemi insanca yaşam olan halk kitleleri CHP’de ve daha sonra diğer sol partilerde gördüğü kısır çekişmelerden, bireycilikten hoşlanmadı, usandı. Ancak CHP ve diğer solcu partiler böyle davranırken bir taraftan insan haklarından, herkese hakça bir yaşamdan söz ediyorlardı. Yaptıkları ve söyledikleri şeyler birbirine uymuyordu. Yönetici adayları gerektiği gibi bir değişim gösteremediler. Ülkemizin demokratikleşmesinde yetersiz kaldılar, zamanla güvenilirliklerini yitirdiler. Halkın gözünde, bir anlamda demokrasinin kendisi başarısızlığa uğradı. Gelecekte paylaşmasını bilen bir sol yönetim başarılı olacak. Solda liderlik sevdasına düşenler başarısızlığa mahkumdur. Küçük çevresinde kısmen başarılı görünebilir. Ancak Türkiye çapında başarılı olamayacaktır. Önemli olan prensiplere, ilkelere dayalı bir düzen kurmaktır. Öyle ki yönetimdeki kişiler gidip yerine başkaları geldiğinde genel yapıda bir değişiklik olmasın. Yöneticinin değişmiş olması sistemin genel yapısını, sağlığını etkilemesin. Temelleri insanlara değil fakat ilkelere dayalı bir yapı kurulabilirse onu ne içeriden ne de dışarıdan yıkmak kolay olmaz. Böyle bir yapı zorlama ile kurulamaz. Akıllara “sağda neden liderlik başarılı oluyor?” gibi bir soru gelebilir. Sağda geçici olarak başarılı olabilir, çünkü sağın karakteri bunu gerektirmektedir ve böyle bir yapıya uygundur. Sağcı, daha açık bir deyişle gerici düşünce temel olarak taraftarlarından lidere kayıtsız şartsız teslim olmalarını ister. Tek lider ve tek partinin başarılı olamayacağının örneklerini tarihte bol miktarda görmüş bulunuyoruz. Bunun içine hem Hitler faşizmi hem Stalin sosyalizmi hem Cengiz Han İmparatorluğu dahildir. Tek lidere ve tek partiye dayanan bütün sistemler günü gelince yıkılmaktan kurtulamazlar. Dikkat çekmek istediğim bir nokta da zaman içinde demokratikleşme ile birlikte kişiler arasında paylaşımın da artmış olmasıdır. Eskiden bir başvezirin bile kafasının yerinde durması garanti değil iken, artık en kötü dönemde bile, bundan yirmi yıl kadar önce bir başbakanın prenslerinden söz edilir oldu. Yani artık malın hepsini bir kişi götüremez oldu. Pek hoş olmadı ise de, bir başbakan bir Cumhurbaşkanına devlet memuru muamelesi yapabildi. Bu duruma gelene kadar yönetim kademelerinde ve devlette, direkt olarak görünmeyen bir grup insan oluştu. Buna bazı yerlerde oligarşi deniyor. Demokrasinin iki tanımı var. Demokrasi sizin gibi düşünmeyen insana katlanmaktır; gücü ve kaynakları paylaşmaktır. Halk bu paylaşımdan nasiplendiği zaman gerçek demokrasi kurulmuş olacaktır. Geçmişten, ders alalım ki aynı hataları yeniden yaşamayalım, yapmayalım.
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Mehmet Sinan Gür, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |