Özgür insan, denizi daima seveceksin. -Baudelaire |
|
||||||||||
|
Seval Deniz Karahaliloğlu Kaos, kargaşa, anlamsız bir telaş. ‘Lütfen arkadaşlar. Kesinlikle Manfred’e yaklaşmıyorsunuz. Manfred’e kesinlikle ve kesinlikle soru sormuyorsunuz.’ (İyi de o zaman bizi buraya neden topladınız?) İnsanı sinirlendiren tırmalayıcı ses buyruk vermeye devam ediyor. Elinde bir sopası eksik. ‘Kesinlikle ve kesinlikle onu rahatsız etmiyorsunuz.’ (Eğer o kadar rahatsız olacaksa, Manfred Wekferth’i buraya neden getirdiniz? Ayrıca bu kadar aklı başında, yaş ortalaması otuzu aşmış akademisyen, tiyatro oyuncusu, tiyatro yönetmeni, yazar ve gazeteci gibi belli meslek gruplarına mensup kişilere biraz ayıp olmuyor mu? Sonuç olarak, burası Hababam Sınıfı değil biz de sıra dayağına çekilecek azılı talebeler değiliz.) Yer İstanbul Mimar Sinan Üniversitesi Konservatuarı, Manfred Wekferth’in atölye çalışması için toplanmış bir avuç aklı başında insan. Ama bunu fark edemeyen kraldan çok kralcı yaklaşımıyla haddini aşan bir adam. ‘Yaklaşmayın, dokunmayın, kesinlikle soru sormayın (her nedense kesinlikle soru sormak yasak), onu rahatsız etmeyin. (Neden biz katılımcılara dört gün boyunca, cüzzamlı muamelesi yapıldığını anlayabilmek maalesef mümkün olmadı. Cüzzamlı muamelesini hak etmek için ne yaptık acaba?) Alman Goethe Enstitüsü ve İstanbul Beşiktaş Belediyesi Kültür Sanat Platformu’nun ortaklaşa düzenlediği Brecht Günlerinde bir ‘organizasyon faciası’ yaşıyoruz. Bertolt Brecht’in ölümünün 50 yılı anısına düzenlenen Brecht Günlerinde davetli onur konuğu Manfred Wekferth’i dinlemek için toplanmış bulunuyoruz. (Yoksa dayak yemek için mi?) İmkan olursa Manfred Wekferth’e soru soracağız ama asistan barikatını aşabilmek ne mümkün? Sözde Manfred Wekferth ile önceden ayarlanmış söyleşiyi yapmak için İzmir’den kalkıp İstanbul’a geldim ama şimdiden geldiğime geleceğime bin pişman vaziyetteyim. Toplam 1200 k.m. yolu azarlanmak amacıyla mı kat ettim (?) diye düşünmekten kendimi alamıyorum. Dört günlük yorgunluk, uykusuzluk, sinir harbi ve dönüş sonrasında yolculuktan kaynaklanan hastalık. Eğer toplantı amacına ulaşabilmiş olsaydı, bütün bu olumsuzlukları bir nebze olsun unutulabilirdim ama olmadı. Karşılaşılan aksaklıklar, hakarete varan çirkin davranışlar, önceden verilen sözlerin keyfi olarak tutulmaması, verilen randevulara zamanında gelinmediği gibi keyfi olarak son anda randevu iptalleri bardağı taşıran son damla oldu. Manfred Wekferth, Alman oyun yazarı Bertolt Brecht’in asistanı ve onun eserlerini sahneye koyan kişi. Cesaret Ana, Arturo Ui’nin Önlenebilir Yükselişi, Cornellius ve 3. Richard gibi önemli eserlere imza atmış bir yönetmen. Brecht’in eserlerini anlamak ya da anlatmak için hayatını vermiş bir tiyatro insanı. İstanbul’a geliş nedeni de kısaca bu. Bertolt Brecht’in eserlerini anlamak ve de anlatmak (?) amacıyla düzenlenen ve ironik bir biçimde düzenlenme amacıyla çelişen bu organizasyon faciasını Bertolt Bercht görse ne derdi acaba? Hem de hayatını ‘insana saygıya’, ‘inanca’, ‘düşünce özgürlüğüne’ ve ‘değişime’ adamış bir insanın kendi eserlerinin ironik bir eleştirisi gibi duran ve toplantının ruhu ile bire bir ters düşen olaylar karşısında bu dört günü nasıl anlatırdı acaba? Mesela Cornellius’u ele alalım. Bertolt Brecht bu eserde insanların ‘tanrılaştırılması’ kavramını kıyasıya eleştirir ve bu olguyu ‘kraldan çok kralcı yaklaşımla’ besleyen kişiler üzerinden işler. Brecht Günlerinin onur konuğu Manfred Wekferth için Cornellius çok özel bir çalışma niteliği taşıyor. Çünkü, sahneye koyduğu oyunda Cornellius karakterini Brecht’in damadı oynar. Romalı komutan Cornellius’un hayatını anlatan oyun, İngiliz ozan William Shakespeare’e ait. Oyunda, Cornellius’un nasıl iktidara geçtiği ve bir süre sonra halk tarafından nasıl ‘tanrısal’ bir varlığa dönüştürüldüğü anlatılır. Üstelik Manfred Wekferth’e göre, Cornellius William Shakespeare’in yazdığı en önemli eserdir. Acaba bu dört gün içersinde Manfred Wekferth, çevresini saran bir takım insanlar tarafından nasıl ‘anlamsız ve gereksiz’ bir biçimde ‘tanrılaştırıldığını’ ve çevresine komik boyutlara varan camdan bir duvar örüldüğünü fark edebildi mi? Ya da bu organizasyon faciasının mimarları bunu fark edebildiler mi? Yönettiği oyunlarla tiyatro tarihine geçen Manfred Wekferth’i, tanrı miti üzerinden ‘hiç de hak etmediği bir biçimde’, bir zamanlar yönettiği oyunun baş kahramanı, oyun kişisi haline dönüştürdüklerini fark edebildiler mi? Organizasyonlarda, olası sorunların çözülmesiyle görevli olan bir komite vardır. Ortaya çıkan krizleri çözmek, kaçınılmaz olarak çıkacak sorunlara ara çözümler üretebilmek esnekliğine sahip kişilerin görev aldığı bu komiteler, organizasyonların kazasız belasız yürütülmesini amaçlar. Tabii Brecht Günlerinde ne böyle bir komite, ne de bu zihniyete sahip insanları bulabilmek mümkün oldu. Yoksa, ‘imkansız’, ‘maalesef olmaz’, ‘yapamazsınız’, ‘konuşamazsınız’, ‘görüşemezsiniz’, ‘yaklaşamazsınız’, ‘göremezsiniz’ gibi sözleri, ezberlettiğinizde bir papağan da aynı işi yapabilirdi. Organizasyonda felaketler, Wekferth daha İstanbul’a adımını atar atmaz başladı. Brecht Günlerinin ilk gününde, Manfred Wekferth’in yönettiği ‘Happy End’ isimli film, Alman Goethe Enstitüsünde gösterilecekti ve Manfred Wekferth de eşiyle birlikte bu filmi izlemeye gelecekti ama organizasyon faciası buna izin vermedi. Çok önceden ayarlanması gereken otel rezervasyonuna, basit bir ‘olur’ alınması unutulduğu için Manfred Wekferth ve eşi otelde resepsiyonun önünde saatlerce bekletildi. Olaydan sorumlu kişi, zahmet edip de otel rezervasyonunu önceden kontrol etseydi bu gereksiz kriz yaşanmayacaktı. Dolayısıyla, yorgunluktan bayılmak üzere olan Wekferth ve eşi filme katılamadı. Ve ilk gün doğal olarak, Wekferth’i görebilmek mümkün olmadı. İkinci gün de çok farklı değildi. Şahsıma önceden ayarlandığı söylenen sözde söyleşi, ısrarla göz ardı edildiği ve iletişim kurulacak bir organizasyon komitesi olmadığı için maalesef gün içersinde Wekferth’e ulaşmak mümkün olmadı. İkinci günün akşamı, Brecht Şarkıları Dinletisinde Wekfreth’i yakalayıp kendi işimi kendim görmek durumunda kaldım. Dinletiden sonra, Wekferth’in yanına gitmemiz komik bir biçimde engellenmek istendi. ‘Wekferth şu anda müsait değil’(Peki, bu adam ne zaman müsait olacak?) Dört gün boyunca bıkmadan usanmadan söylenen replik o kadar ‘iç bayıcı’ noktaya geliyor ki, insanın bu repliği duyduğunda kusmak istiyor. Halbuki adam iki adım ötede büyük bir keyifle atıştırıyor, gülüyor, sohbet ediyor, kahkahalar atıyor. Ve oldukça müsait görünüyor. Tabii ben ‘lüzumsuz’ engeli eklimin tersiyle itiyor ve Manfred Wekferth’e yaklaşıp meramımı anlatıyorum. Söyleşi isteğimi söylüyorum. Kabul ediyor, saat kararlaştırıyoruz. Aynı söyleşi isteğimi ertesi gün atölye çalışması sırasında bir kez daha anımsatıyorum. Ve bir kez daha kendisinden onay alıyorum. Etkinliğin dördüncü günü, kitapları imzalamadan önce söyleşi için bana söz veriyor. (Sonradan şahısların verdikleri sözlere ne kadar saygı duyduklarını ya da verilen sözlerin ne kadar değeri olduğunu acı bir biçimde anlayacaktım) Üçüncü gün Mimar Sinan Üniversitesinde atölye çalışması da başka bir felaket oldu. Suları akmayan ve tuvaletlerini pislik götüren Mimar Sinan Üniversitesi Konservatuarında, Wekferth oyunların video filmlerini göstermek istediğinde ses düzeni çalışmayan, ara ara sesin gittiği, ancak vurarak ve döverek çalıştırılabilen bir aletle iş çözümlenmeye çalışıldı. (Sorunları anında çözen komite ya da insanlar nerede? Bizi azarlayacaklarına önceden zahmet edip bu aletin çalıp çalışmadığını kontrol edebilirlerdi. Azarlamadan sorumlu asistanımız sadece mazeret üretmede başarılı olduğu için doğal olarak, sorun çözmek gibi ayrıntılarla uğraşmıyor) Cesaret Ana, Urarto Ui’nin Önlenebilir Yükselişi, Cornellius ve 3. Richard zaman zaman sesin gitmesiyle, güç bela izlenebildi. Tek tek gösterdiği filmleri açıklayan üzerine uzun uzun konuşan Wekferth, ‘Urarto Ui’nin Önlenebilir Yükselişinde’ bağırarak konuşan karakterin ‘inanç’ kelimesini söylerken ses tonunun nasıl birden fısıltıya dönüştüğüne ve hareketlerinin nasıl yavaşladığına dikkat çekti. Bertolt Brecht’in karakter üzerinden ‘inanç’ kelimesinin oluşturduğu çifte anlam etkisi üzerinde durdu. Olayın sanal gerçekliği ile olayın kendi gerçekliği arasında bir sınır çizgisi gibi duran ‘inanç’ ve ‘inanma’ kelimesini nasıl değerlendirmeli acaba? Gerçekte hayatta kelimenin düz anlamını bile dolduramazken nerede kaldı Bertolt Brecht’in göndermeleri? Gün boyu süren atölye çalışması sırasında sergilenen ‘çiğlik’ son haddinde. Wekferth’in sözde asistanının atölye çalışmalarına katılan izleyicileri döver gibi azarlayışı karşısında dayanamayıp, patlıyorum. ‘Ne yani, ne yaparsınız? Döver misiniz? Falakaya mı yatıracaksınız, sıra dayağına mı çekeceksiniz yoksa hepimizi tek ayak üzerinde köşeye mi göndereceksiniz’ diye gayet sert bir ses tonuyla çıkışmaktan kendimi alamıyorum. Normal şartlarda insanın yüzünü kızartan bu reaksiyon karşısında asistanımızın yüzü bile kızarmıyor. Öyle rahat bir tavır, öyle geniş bir anlayış. Son gün, kendi verdiği randevuya iki saat gecikmeli olarak gelen Wekferth hiçbir görüşme yapmayacağını açıklıyor. Kitap imzalamak için gelen ve kitap imzaladıktan sonra hemen gideceğini söyleyen asistanı konumundaki kişiye durumu hatırlattığımızda tıpkı Cesaret Ana’daki samimiyetsizliği görüyoruz. Cesaret Ana, Bertolt Brecht’in en önemli eserlerinden biridir. İçerdiği önem bakımından belki de en can alıcı olanı. Cesaret Ana, savaşın içinde, savaşla beslenen, ekmeğini savaştan çıkartan bir kadın. Analık kavramıyla, savaş bezirganlığı arasında gel gitler yaşayan karakter üzerinden Bertolt Brecht, savaş olgusunun sorumluluğunu bütün bir topluma birey bazında yükler. Olaylara belli bir mesafeden bakmamızı sağlayan etken Brecht’in olayın özüne serpiştirdiği çelişkilerdir. Cesaret Ana dilsiz kızı savaşta öldürülünce, savaşa lanetler yağdırır ama bir yandan da elleriyle bezelye torbalarını yoklar, satacağı malları kontrol eder. Bu durumda, Cesaret Ana’nın savaş karşısında ne ölçüde ‘samimi’ olduğunu bir kez daha sorgularız. Aynı şekilde, son gün randevuya keyfi olarak iki saat geç gelen Manfred Wekferth’in tavrındaki ‘samimiyet’ duygusunu sorgulamaktan kendisini alamıyor insan. Asistanı konumundaki kişinin verdiği yanıt ise görülmeye değer. Güya savaşa hayır diyen ama savaştan nemalanan Cesaret Ana’nın iki yüzlü ve samimiyetsiz tavrıyla ve pişkin edasıyla aynen şöyle diyor. ‘Vallahi imza gününe getirebilmek için o kadar çok uğraştım ki. (Acaba neden?) Hep sizleri düşündüğüm için. (Gerçekten mi? Bunun imzalanan kitaplarla bir ilişkisi olmasın sakın. Mesela kitapların satışından elde edilecek gelir gibi.) İçerde imzalatılan kitaplarla ilgili olarak, ‘Kitaplar kaç tane sattı? Kitabın satışıyla kim ilgileniyor?’ diye sorarken keşke aynı özeni sorunları çözmek için de gösterseydi, Brecht Günleri daha az hasarla atlatılırdı diye düşünüyor insan. Kitap satışlarından elde edilecek gelirin peşine düşerken gösterilen hassasiyet ve özen iki gün önce verilen sözlere ve randevulara uyulması konusunda da uygulansaydı inandırıcı olabilirdi ama maalesef sudan bir bahane olmaktan öteye gidemiyor. Sadece belli isimlerin keyfi olarak söyleşi almasına müsaade edilen bir anlayışla, Bertolt Brecht’in ‘özgür düşünce’ anlayışı ne kadar örtüşüyor acaba? Zor durumda kalındığında ‘Vallahi ben hiçbir şeye karışmam’ demek çözüm olmuyor. (Madem hiçbir şeye karışmayacaktınız da burada ne işiniz var? Ve dört gün boyunca neden herkese olur olmaz müdahale ettiniz?) Pişkin ve umursamaz bir tavırla söylenen ‘Canım sende gördüklerini yazarsın’ sözüne ne demeli? Bu durumda, bana da gördüklerimi yazmak kalıyor. Manfred Wekferth’in söylediğine göre, Bertolt Brecht ‘kokuşmuş’ dediği felsefe zırvalıklarından, laf salatalarından neden nefret ederdi acaba? (yoksa atölye çalışması boyunca dinlediğimiz sadece laf salatası mıydı?) Nedeni özünde gördüğü ‘samimiyetsizlik’ olmasın? Aynı samimiyetsizliği, Bertolt Brecht’i anmak, uğruna bütün ömrünü verdiği değerleri anlamak (!) adına yapılan bu toplantıda görmek büyük bir hayal kırıklığı oldu. Wekferth, Brecht ile tanışmasını on altı yaş delişmenliği ile onun oyunlarından birini sahneye koyma macerasıyla başladığını anlattı. On altı yaşındaki Wekferth’i ve oyun grubunu izlemek için onları ‘ciddiye’ alan Brecht ‘samimi’ tavrıyla Wekferth’i izlemiş dahası onunla konuşmuştu. Ama Brecht’in Wekferth’e gösterdiği aynı ‘samimiyet’ ve ‘ciddiyet’ duygusunu ne Manfred Wekferth’de, ne de Brecht Günlerinde bulabilmek maalesef mümkün olabildi. Ya ‘ciddiyet’ ve ‘samimiyet’ kelimeleri zamanla anlamlarını kaybederek ‘hafiflemişlerdi’ ya da Brecht Günlerinde, ‘Brecht Ruhundan’ bahsetmek ‘abesle iştigaldi’. İnsana saygı duymak, ‘inanç’, ‘kraldan çok kralcı olmak’, ‘insanların tanrılaştırılması’ ‘özgür düşünce’, ‘samimiyet’ Brecht’in oyunlarında altı çizile çizile işlenen kavramlar. Üstelik bu kavramları, atölye çalışmasında neredeyse kafamıza vura vura anlatan Wekferth’in kendisi bu kavramların ne ifade ettiğini gerçekten ‘samimi’ olarak anlayabildi mi? Maalesef sergilenen davranışlar bunun tam tersini gösteriyor. Brecht’in adına düzenlenen bir toplantı, Brecht’i temsil eden değerlerle bu kadar çok çelişebilir mi? Sistemin bireylere belletmeye çalıştığı mantaliteye karşı duran Brecht öğretisi, şiddetle reddettiği davranışlar üzerinde yükseliyor. Brecht’in düşüncesiyle ancak bu kadar çok çelişen, ters düşen, önerdiği kuramları yerle bir eden, onun savunduğu ilkeleri değersizleştiren bir ‘anlayış’ olabilir. Brecht’in dünya görüşüne taban tabana zıt bir tavrın yer aldığı Brecht Günlerinde bunun hesabını kimden sormalı? Sonuç, Brecht ruhunu anlayamayan, büyük ihtimalle asla anlayamayacak olan, hayat görüşünü maalesef kavrayamayan ve gerçek hayata tahvil edemeyen insanlar, Brecht Günleri düzenlememeli. Atölye çalışmasına katılan bir dostumun düşüncesini paylaşmamak elde değil. Bana, meşhur atölye çalışmasından sonra aynen şöyle demişti: ‘Ben, göreceğimi gördüm! O insanlardan bazılarını daha önce hiç tanımamıştım ve hiç tanımamış olmayı dilerdim.’ Aynı duyguları paylaşıyorum. İstanbul’a Brecht Günleri’ne hiç gelmemeyi ve o insanlarla hiç tanışmamış olmayı dilerdim! Son söz Manfred Wekferth’in kendisine. Almanlar, millet olarak, verdikleri sözlere ve özellikle randevularına sadık kalmakla tanınırlar ve bunu bir gurur vesilesi yaparak bu özellikleriyle övünürler. Özünde ‘insana saygıdan’ yola çıkan bir anlayış benimseyen Bertolt Brecht’i anlamak için bütün bir hayatınızı verdiğinizi söylüyorsunuz ama en küçük saygı kuralını görmezden geliyorsunuz. Verdiğiniz sözün ardında duramadıktan sonra, bütün hayatınızı Bertolt Brecht’i anlamaya adamanız ne işe yarar? Verdiğiniz sözün ardında duramadıktan sonra, onca yıl Bertolt Brecht’in asistanlığını yapmanın ne değeri kalır? Önceden söz verdiğiniz basit bir randevuya bile gelemedikten sonra nerde kaldı Bertolt Brecht’i anlamak? Maalesef, işin özünü kaçırmış, bütün bir hayatınızı boşa geçirmişsiniz Sayın (!) Manfred Wekferth…
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Seval Deniz Karahaliloğlu, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |