İnsanların arasında yaşadığımız sürece, onları sevelim. -Andre Gide |
|
||||||||||
|
Medeniyet kavramını ne kadar geniş açıdan ve taraf tutmadan ele almaya çalışırsanız çalışın sizi taraf olmaya iten çıkıntıları ayanıza batacaktır. Ve medeniyetin çıkıntıları ona daha çok sarıldıkça sivrileşerek etinizin derinliklerine doğru dalacaktır. Gül ile bülbülün hikayesine benzeyen bu eziyetli sürecin bizzat kendisine talip olmadıkça bunun bir delilik olmadığını kim söyleyebilir? Toplumları yönlendirenlerin yanıtlamaktan kaçtıkları sorular ise bence bu eksende sorulacak sorulardır. Bu sürece talip miyiz? Bir medeniyete hayranlık besleyebilirsiniz. Ve kendi medeniyetinizi çok sıkı bir şekilde eleştirebilirsiniz. Ancak eleştirilse de o toplumu yaşatan dinamikleri belirleyen kendi medeniyetidir. Bu açıdan bakıldığında bence Mustafa Kemal’in vermek zorunda kaldığı en zor karar bu olmuştur. Keza muzaffer genç cumhuriyetin de! Mustafa Kemal’in konuşmalarını okuduğunuzda şunu görüyorsunuz ki kendisi de açık açık bir Batı medeniyeti olma/ulaşma hedefi göstermemiş. Denilebilir ki “muasır medeniyet” ile başka neyi kast etmiş olabilir? Ben Mustafa Kemal’in özgün bir medeniyet oluşturma niyetinde olduğunu düşünüyorum. Ancak hem kendi karakterinden hem de mevcut toplumun içinde bulunduğu şartlar nedeni ile fikir insanı üretememesinden onulmaz bir yalnızlığa düştüğünü tahmin ediyorum. Kendi medeniyetinin çelişkilerini en keskin bir biçimde yaşayan bizim Hamlet’imizdir Mustafa Kemal. İçkinin onu bu kadar esir almasında bu duyguların ve düşüncelerin çok etkili olduğunu söylersek yanılmış olmayız. Mustafa Kemal’i bir düşünce adamı olarak ele alan çok az çalışma vardır. Çünkü kendisi ile ilgili o kadar güçlü bir ikonalaştırma ve yalnızlaştırma söz konusudur ki bu gerçekten üzücüdür. Ayrıca ülkemizdeki “medeniyet tartışması” ile Mustafa Kemal’i bir ele almamak bence tartışma etiğine hakarettir. Eğer klasik bir “anti” ci değilseniz yada gözü kapalı bir statükocu Mustafa Kemal ve medeniyet ilişkisi ciddi bir araştırma ve tartışma konusudur. Ki bu tartışma evrensel ölçekte anlamlıdır. Her Türk aydını dürüstçe bu tartışmaya katılmalıdır. Bir insan düşünün ki çok hakim olduğu ve sevdiği her halinden belli olduğu “Arap alfabesinden” ve “Osmanlıca”dan kopuyor, gemileri yakıyor, Endülüs’e adım atıyor! Buradaki epik davranışın “kelebek etkisini” tasavvur edebiliyor musunuz? Biz Kemalizm, Atatürk devrimleri deyip geçiyoruz ama bu ifadelerin ne kadar sığ kaldığını bilmem ifade etmeye söz yeter mi? Buna aydın cesareti demek gerekir diye düşünüyorum. Bu insanın gövdesini nelere siper ettiğini şöyle bir düşünün. Mustafa Kemal ile İbn Haldun arasında bir rabıta (zıt yönlerde) kurabiliyor musunuz? Ya da en yakınındaki adamın bile gözlerinde ona inanmayan bakışlara rağmen yıldızlara doğru yola koyulmak? İkonalarımızdan biridir Mustafa Kemal ile İnönü’nün Çankaya bahçesindeki fotoğrafları. Birbirlerine bakarlar. Mustafa Kemal çaresiz, İsmet İnönü inanmaz bakışlarla. Mustafa Kemal asla demokrat değildi. Ama adil olduğu söylenebilir. Nasıl Hz Ömer’in adaleti varsa onun da adaleti vardı. Çünkü içinden çıkageldiği Osmanlı medeniyetinin hiçbir zaman demokrasi ile bir alakası olmadı. Çeşitli “komik” teşebbüsler oldu ama “Osmanlı’da demokrasi vardı” diye ben bir cümle edemem. Nasıl ki 1990’lara kadar vardı diyemeyeceksek. Türkiye’de 1999’dan sonradır demokrasinin varlığını belli etmesi. Mustafa Kemal’in demokrat olmaması bence mazur görülebilir ama Deniz Baykal’ın veya Devlet Bahçeli’nin, Recep Tayip Erdoğan’ın demokrat olmayışı asla tasvip edilemez. Mustafa Kemal’in Elmalılı Hamdi Yazır’a Kur’an tefsiri hazırlattırdığı dönemde Mehmet Akif Ersoy’un ülkeyi terk etmesi de Mustafa Kemal’in muasır medeniyet hedeflemesi için bir gösterge kabul edilebilir. Keşke Ersoy ülkeyi terk etmeseydi ama dediğim gibi Mustafa Kemal demokrat değildi ve bir faniydi. Çaresiz çatışacaklardı. Kamplaşma olmadan çatışmalarını çok isterdim ama Osmanlı geleneğinde maalesef böyle bir alışkanlık yoktu. Bir çeşit “Kurtlar Vadisi”ydi Osmanlı. “Ve kurtlukta düşeni yemek kuraldır”. Doğu’da yaşam zordur. Doğu’nun Avusturya sınırından başladığını çok iyi bilen bir insandı Mustafa Kemal. Ne yaman bir çelişkidir bu. Bir yandan sizi sınırlayan gerçekliğin farkında olacaksınız. Soğuk bir ustura ağzı gibi şah damarınıza yakın hissedeceksiniz. Öte yandan ruhunuzu yakıp kavuran, gerçeklikle kavga eden ideallerinize gem vuracaksınız. Mustafa Kemal’in hedeflediği muasır medeniyete ulaşmak için ortaya koyduğu projenin sabit ayağı ordudur. Çünkü bence bir militarist olmayan Mustafa Kemal’in bir doğu toplumu olan kendi toplumunun “silaha biat ettiğini” çok iyi gözlemlemiştir. Bugünlerde çokça tartışılan 28 Şubat sürecinin en önemli yanı ilk kez toplumumuzda (bir doğu toplumunda; sadece Müslüman olma özelliği ile değil) “silah olmaksızın” bir çeşit müdahalenin gerçekleşmiş olmasıdır. Bunun önemini asla ıskalamamalıyız. Türkiye’yi 3 Ekim pozisyonuna getiren en önemli olgudur 28 Şubat! 28 Şubat ile Mustafa Kemal aşılmıştır. Projenin sabit ayağı artık ordu değildir. Çünkü bu dayanağa gerek kalmamıştır. Proje de aşılmıştır. Proje toplum tarafından hem hazmedilmiş hem de değiştirilmiştir. (Bu hazım sırasında binlerce insan ölmüş, sürülmüş, hapse girmiş, işkence görmüş, ülkeyi terk etmiş ve çok değerli bir –yüzyıl- kaybedilmiştir ama durum budur.) Sivil toplumun demokrasi birikimi orduyu işlevsiz kılabilmiştir… Mustafa Kemal’in bence tasavvur ettiği medeniyeti kurmuş değiliz ancak onun medeniyet projesinin işe yaradığını da itiraf etmeliyiz. Projenin ikinci sabit ayağı “eğitim”di. Ve doğrusu eğer üçüncü sabit ayak doğru işletilseydi yani “serbest piyasa ekonomisi” eğitim çok daha verimli olabilecekti. Ancak Mustafa Kemal’in kurduğu düşün öngöremediği yanı bu ayakların iş gördüğü ülkelerdeki çok partili liberal demokrasi sayesinde etkili olabildiğiydi. Mustafa Kemal’in kişiliği ve Osmanlı’nın genç Cumhuriyet’e bu alanda bıraktığı kötü miras bu mekanizmayı asla çalıştırtmadı. Yani eminim ki Mustafa Kemal bu unsurlar arasındaki bağlantıyı ve karşılıklı gerekliliklerini görebiliyordu ama yerine getirecek insan kaynağına sahip değildi. Bir anlamda çaresizdi. Eleştirileceğini bile bile görmezden geldi. Onun hipotezinin bir anlamda doğrulandığını söyleyebiliriz. Ve elbette insanın özgürlüğünün kısıtlanmasını savunmayan bir insan olarak eminiz ki o dönemde yaşasaydık biz de Cevat Şakir gibi kalebentliğe mahkum edilirdik. Mustafa Kemal bu kadar “başka medeniyetler hayranı” olmayan, kendi medeniyetini kuran ve geliştiren bir toplum hayal etmişti. Olmadı. Ama projesi işe yaradı. Türkiye bir doğu toplumu olmasına rağmen en “medeni sayılan ülkeler” tarafından kurulan birliğe ortak olma hakkı kazandı. Şahsen ben “oraya değil ama sürece talibim”. Bu hakkın müzakere sürecinde bizim kendimize özgü bir muasır medeniyet oluşturabileceğimiz umudunu taşıyorum…Nasıl diye soranlara ise…muhtaç olduğumuz kudret…diye bir cümleyi hatırlatıyorum.
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Hidayet Ersin, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |