Bilgi sakalla ölçülmez. -Moliere |
|
||||||||||
|
Kına gecesine gelen kadınlar ve genç kızlar , önceden hazırlanan alaylara otururlardı. Tabure gibi iki desteğin üzerine , uzunca bir tahta uzatılırdı.(Daha sonraki yıllarda sandalye konulmaya başlandı.) İçiçe geçmiş dikdörtgenler şekli verilirdi bu oturma yerlerine. İşte bu düzene alay denirdi. Ortada , oyun oynamaya yetecek kadar boşluk bırakılırdı. En ön sıralara bindal(bindallı) ve üçetek giyenler otururlardı. Kız tarafının yakınları bindal, erkek tarafı üçetek giyerdi. Ama kızlar, erkek tarafı da olsalar, kız tarafı da olsalar üçetek giyerlerdi. Bindalı sadece kadınlar giyerdi. Kızlar, başlarına fes takmaz, çatkı ( Üzeri parlak pul ve boncuklarla işlenmiş olan, kırmızı renkte örtü.) örtmezlerdi. Üç etek giyenlere şöyle bir bakıldığında, kimlerin kız, kimlerin evli olduğu belli olurdu. Başında fes ve çatkı olmayanlar kızlardı. Fes ve çatkı, bir evlilik işareti gibiydi. Bu giysiler giyilince, altın ( Boyuna takılan beşibiryerde, gıremise, güneşli, cumhuriyet altını gibi .) ve bilezik takmak şarttı. Olmayanlar birisinden emanet alır, takarlardı. Bazı kadınların boyunlarındaki altın dizisi taaa göbeklerine kadar gelirdi. Onların bu görüntüsü, bana çok komik gelirdi. Kadınların oynaması için def çalınırdı. Def çalan kişi, çok güzel mâniler söylerdi. Önce üçetek ve bindal giyenler oynardı; sonra normal giysi giymiş olanlar. Yöresel giysi giymiş olanlardan da kız tarafı kalkardı önce oyuna. Sonra erkek tarafı oynardı. Tüm bunlara dikkat edilmeliydi. İki taraf arasındaki tatsızlıklar, sudan sebeplerle çıkardı düğünlerde. Kız tarafından yöresel giysi giymiş olanların oyunları bittikten sonra erkek tarafı oynardı. Kadınların bazıları, hatta çoğunluğu oyuna kalkmakta nazlanırlardı. Nazlanmak bile âdet gibiydi. Çok oyun meraklısıymış gibi, “Oyuna kalk” deyince, hemen kalkılmazdı. Çok oynamak da ayıptı. Kına gecesine gidenler, eğlenmek için değil, bir âdeti yerine getirmek için giderlerdi. Bu, o kadar belli olurdu ki. Kadınları oyuna kaldırmakla görevli bir kadın olurdu. Önce yöresel giysi giymiş hanımları sıra ile oyuna kaldırırdı. Kadınlara oyuna kalkmalarını söyler, eğer kalkmakta nazlanırlarsa, eline aldığı oklava gibi bir çubukla kadınları dürtükleyerek, oyuna kalkmalarını isterdi. Oyuna kalkan kişi, sıradakiyle(oturma sırasına göre) oynar, daha sonra orada bulunan akrabalarını oyuna kaldırır, nezaket gereği mutlaka bu kişilerle oynardı. Oyun bitince de birbirlerine sarılır, kucaklaşırlardı. Oynadıkları oyunlar, bana sıkıcı gelirdi. Ciddi bir tavırla, öyle çok fazla hareket yapmadan, sakin sakin oynarlardı. Oyun oynamıyorlar da, istemedikleri bir işi yapıyor gibilerdi. Birlikte oynadıkları kişinin ayaklarına bakarlar, aynı figürleri yaparlardı. Oynarken gülümsemezlerdi bile, hatta somurturlardı. Sanki bir görevi yerine getiriyorlardı. Büyük bir ciddiyetle oynarlar, tüm becerilerini ayak figürlerinde gösterirlerdi. Oyunları bitince, ön sıralarda oturan ve yöresel giysi giymiş hanımlardan para alırlardı. İsteyen, oynayan kişiye parayı uzatırdı; oynayan kişi de bir elini, para verenlerin önünde gezdirirdi. Verilenler hep madeni paraydı. Toplanan paralar, def çalan kadına verilirdi. Defin içine atılırdı. Defçi, defi şöyle bir sallayarak, paraları şıkırdatır, ”Allah bereket versin,” diyerek, memnuniyetini belirtirdi. Bazı oynayanlara herkes para verirdi de, bazılarına nedense pek veren olmazdı. Kimlere daha çok para verildiğine dikkat ederdim. Ama bu kişilere neden fazla itibar edildiğini anlayamazdım. Def çalmak, öyle herkese vergi değildi. Def çalanın hem sesi güzel olacak, hem de onlarca mâni bilecekti. Hatta, oyuna kalkan kişilere uygun mâni söylemesi gerekecekti. Oyuna kalkan kişiye yakışan mâni söylemek, mutlaka zor olmalıydı. Meselâ gelin görümce oynarken, genellikle şu mâni söylenirdi: “ Bahçelerde börülce Oynar gelin görümce. Oynasınlar bakalım Bir araya gelince.” Eğer oynayanlar iki eltiyse: “Bahçelerde eğrelti Oynalar iki elti,” diye başlayan mani söylenirdi. Defçinin söylediği bazı maniler çok komikti. Meselâ şöyle: Heddük hüddük gaynana Dişleri güdük gaynana Oğlun şeker getirmiş Saklı yedik gaynana. Gaynanayı ne yapmalı? Gaynar gazana atmalı. Yandım gelin dedikçe Altına odun atmalı. Ay doğar sini gibi Gayınna dili gibi. Gaynanam un eliyo Hakında geli’ gibi.(elinden gelir gibi) Kadınların ve genç kızların kına gecesi giydikleri yöresel giysiler çok hoşuma giderdi. Keşke biraz daha büyük olsaydım da, ben de bu giysilerden giyseydim. Parlak kumaştan yapılmış üçetekleri giymeye can atıyordum. O zaman ben de oynardım. Belki bana da çok para verirlerdi. Verilen paralar bende kalmayacaktı, def çalan kadına gidecekti ama , olsun. Kına gecesinde def çalan kadının söylediği mâniler çok güzeldi. Bu kadın , bu kadar çok mâniyi nasıl aklında tutuyordu? Mâninin sözlerini dikkatle dinlerdim. Ezberlemeye çalışırdım. Sonra kız arkadaşlarla oyun oynarken, kına gecelerini canlandırırdık. Birimiz gelin olurduk. Namaz örtüsünün veya tülbentin iki kenarını plise yapar gibi katlayarak toplar, iple bağlardık. Bunu gelinin başına örterdik. Bu gelinlikti. Gelinin yanaklarına gül yaprağı yapıştırırdık, allık yerine. Birimiz de defçi olurdu. Ablamın sesi çok güzeldi. O nedenle oyunlarda, genellikle ablam defçi olurdu, kına gecelerinde öğrendiğimiz mânileri söylerdi. Def yerine tepsi çalardı. Ben bazı mânileri ezbere bilirdim ama, sesim hiç güzel değildi. Ben de, oynardım arkadaşlarla. Ama kına gecesindeki kadınlar gibi hiç nazlanmazdık. Hoplaya, zıplaya, kahkahalarla gülerek oynardık. Nasıl olsa bizi ayıplayacak kimse yoktu. O zamanlardan aklımda kalan mâniler şunlar: Şu dağın ardı meşe Meşeyi yere döşe. Gaynana garısının Başına ataş düşe. Hoca ezan okuyor Sesi beni yakıyor Benim sevdiğim oğlan Fakültede okuyor. Bahçelerde maydanoz Biz maydanoz yemeyiz Oğlu güzel olmazsa Biz gaynana demeyiz. Bisiklete binersin Bizim orda inersin Eğer annen sorarsa Lâstik patladı dersin. Bahçelerde gül biter Kokusu bana yeter Oku sevdiğim oku Öğretmen olsan yeter. Evleri yaptır oğlan Camları taktır oğlan. Beni sana vermezler Sıcaklık yaptır oğlan. Mektup yazdım kış idi Kalemim gümüş idi. Daha çok yazacaktım Ellerim çok üşüdü. Oğlunu evlendirecek olan kadınlar, kız beğenmeye gelirlerdi kına gecesine. Özellikle köylerde. Gelinlik çağına gelmiş kızları göz hapsine alırlardı. Komşu köylerden de gelenler olurdu kınaya. Beğenilen kızların kimin kızı veya hangi köyden olduğu, sessizce, pek kimseye farkettirmeden soruşturulurdu. Bu kız beğenme işi, gençlere bırakılmazdı. Büyüklerin münasip gördüğü kızı alırdı delikanlılar. Kızlar da öyle. Annelerinin özellikle babalarının uygun bulduğu gençle evlendirilirlerdi. Evlilik ciddi bir işti. Öyle, gençlere bırakılacak kadar basit değildi(!). Hele kızlar! Kızlar kendi bildiğine hiç bırakılmazdı. ” Kızı kendi bildiğine bırakırsan; ya davulcuya giderdi, ya zurnacıya.” Büyükler böyle diyorlardı. Düğünlerde davul çalan davulculara kimsenin kız vermediğini sanırdım çocuk aklımla. Ya da kaçan kızların hep davulculara kaçtığını. Oğlanın alacağı kızı; oğlanın anası , babası seçerdi . Elinden iş gelen, becerikli biri olmalıydı gelin olacak kız. Büyükler kendileri söylüyorlardı böyle olması gerektiğini. Köyde kadınlar konuşurken duyardım sık sık. Örneğin, yetişkin oğlu olan bir kadın; “Tarlaya, bağa, bahçeye yetişemiyorum. Pek yalnızız. Oğlanı artık evlendirmeli,” derdi. Sanki eve çamaşır makinesi ya da bulaşık makinesi alınacak gibi. Demek ki oğlanı evlendirmekten en öncelikli amaç; eve, işleri yapacak birini getirmekti . Zavallı gelinler!.. Eve gelecek olan gelin, kayınvalidenin işlerini kolaylaştıracaktı. Böylece eve, yeni bir iş gücü kazandırılacaktı. Bu nedenle elinden iş gelen becerikli kızlar, hemen talip bulabilirlerdi. O nedenle kızlara ev ve elişleri öğretilirdi. ” El kapısına gidecek, sonra bize lâf getirmesin,” denirdi. Genç kızlar, kına gecesinde birileri tarafından izleniyor olmanın farkında olurlardı. O nedenle dikkatli davranırlar, hanım hanımcık otururlardı. Gelinlik yaşına gelmiş kızlardan başka, yöresel giysi giymiş olanlar da göz hapsinde olurlardı. Herkesin gözü, bu gelinlerin, kadınların kollarında ve boyunlarındaydı. Acaba, kimin daha çok altını vardı? Köyün en varlıklı aileleri, işte bu kına gecelerinde kadınların taktıkları altınlardan belli olurdu. Köy kadınlarının tek lüksü de altın takmaktı. Kendilerini gösterebilecekleri tek yer de kına geceleriydi. Yeni gelinler hemen belli olurdu. Onların altınları hem çok, hem de yeni olduğu için parlaktı. Onlara hayranlıkla bakardım. Acaba benim de böyle çok altınım, bileziğim olacak mıydı?..... Yöresel giysi giymiş gelinlerin önlerine kayınvalideleri, altlarına bir tabure alır, otururlardı. “Arkamdaki bu güzel gelin, benim gelinim,” ger gibilerdi. Hele , gelinlerinde çok altın varsa, sanki bununla öğünür bir tavır içinde oldukları belli olurdu. Çünkü altın, varlıklı olmanın ispatıydı. Gelinleri kına gecesine kayınvalideler getirir, kına bitince eve kayınvalidelerin kontrolünde götürülürlerdi. Yeni evli kadınlar(yani gelinler), öyle kendi başlarına hareket edemezlerdi. Özgür olmadıktan sonra, o altınlar ne işe yarardı ki! Yöresel giysi içinde , boynu ve kolları altınlarla dolu olan bu gelinlerin gönlünden ve aklından geçenleri kimse bilemezdi. Gecede, gerekirse yöresel giysi giyer, gerektiğinde ve gereği kadar oynarlardı. Yani hep kontrollü. Kayınvalidelerinin yanında onlara pek lâf da düşmezdi. Geleneklerin, göreneklerin, âdetlerin, kendilerinde yaşatıldığı bir araç gibilerdi. Hem eşlerinin, hem de kayınvalidelerinin yönettiği bir kişiydi onlar. Çocuk aklımla, ben bile bunu bilirdim. Etrafımdaki kadınların zaman zaman bir araya geldiklerinde yaptığı sohbetlerden böyle olduğunu anlardım. Kadınlar eşlerinden korkarlardı, ya da çekinirlerdi diyeyim. Onlardan izinsiz pek bir şey yapamazlardı. Bir yere gidebilmeleri için eşlerinden izin almaları gerekirdi. Kadınların, özellikle yeni evli olan gelinlerin, hayatlarından hiç de memnun olmadıklarını bilirdim. Onların görevi; kayınvalideye, kayınpedere, kocaya hizmet etmekti. Evin tüm işleri onlardan sorulurdu. Tarlada, bağda, bahçede çalışırlardı. Tüm bunların üstüne, bir de çocuk büyütürlerdi. Onlar için dur durak yoktu. Belki de onun için kına gecelerinde gelinleri ağlatıyorlar diye düşünürdüm. Ne gelin olmak, ne de ağlamak istemezdim. Hem ben, annemden, babamdan ayrılmazdım. Ağlayan gelinler için üzülürdüm. Onları ağlattıkları için kızardım. Özgürlüklerinin kısıtlanacağına, evlendikten sonra başlarına geleceklere şimdiden ağladıklarını sanırdım. O gelin ağlatma mânilerine de ağlamamak mümkün değildi. Hepsi de çok acıklıydı. Dinlerken, gelin çatkının altında sarsılarak ağladıkça, benim de gözlerim dolardı. Her kına gecesinde, ağlayan bir gelinin “Ben evlenmekten vazgeçtim,” demesini beklerdim. Ama böyle bir şeye hiç tanık olmadım. Demek ki “ Hem ağlarım, hem giderim,” sözü , işte bu çelişkili durumu anlatıyordu. Öylesine etkilenirdim ağlamalarından. Orada bulunan kadınların da çoğu ağlardı gelinle birlikte. Kına gecesinin sonunda, oyunlar bittikten sonra ağlatırlardı gelini. Önce oyna, sonra ağla. Ne acayip bir durumdu (!). Gelini ağlatan o mânilerden bazıları şunlardı: Atladı , geçti eşiği Sofrada kaldı kaşığı. Kız evlerin yaraşığı Ah başım, saf yazım! Evimizin önü kuyu Kuyudan alırlar suyu İşte ben gidiyorum Bilinmez ellerin huyu. Attınız taşlar gibi Yaktınız ataşlar gibi İşte ben gidiyorum Oturun baykuşlar gibi. Evimizin süsü kızım Radyomuzun sesi kızım. Eller seni hor tutar Başımın fesi kızım. Güyümleri susuz koyan kız Evleri ıssız koyan kız Gelin olup gidecem deye Bizi yalınız koyan kız. İki tahta çaktılar Arasından baktılar Onbeşime girmeden Bana nişan taktılar. Bu mâniler söylenirken, bir yandan da gelinin ellerine, ayaklarına kına yakılırdı. Kına kabının içinde yanan bir mum dikilirdi. Bu mumu söndürmek, uğursuzluk getirirdi. O nedenle, mum tamamen eriyip bitene kadar söndürülmezdi. Gecenin sonunda bir kenara bırakılır, mum bitene kadar yanardı . Gelinin bir eline genç bir kadın, diğer eline genç bir kız kına yakardı. Herkes , gelinin kınasından birazcık alır, başına sürerdi. Bu kınanın, baş ağrısına iyi geldiğine inanılırdı. Gelinin ve damadın akrabaları, komşuları geline para, bilezik, altın hediye ederlerdi. Bir kadın, takılan bu hediyeleri ; ”Falancadan bir çeyrek altın,” gibi bağırarak, herkese duyururdu. Gelin oturduğu yerden, başına örtülen çatkının altında ağlar dururdu. Kendisine takılan takılar hiç umurunda değil gibiydi. Bir kadın tarafından da, başı iki elle tutulurdu, gelin sarsıla sarsıla ağlarken. Gelinin kına yakılan elleri ve ayakları, kısa bir süre sonra yıkanırdı...Oyunla başlayan kına gecesi, ağlamakla sona ererdi. Düşünürdüm kendi kendime: Zavallı gelini ne diye ağlatıyorlardı? Madem ağlayacak kadar kötü bir şeydi gelin olmak, o zaman niye kına gecesi yapıyorlar, niye oynuyorlardı? Ya da kızlar, evlenirken ağlayacaklarına, neden evlenmekten vazgeçmiyorlardı?........ Ben evlenmeyeceğim işte. Kına gecemde ağlayacağıma, evlenmem , daha iyi. Vazgeçtim altından, bilezikten. Hem babam bana alır belki. Zaten yeşil taşlı küpelerim var. Çerçiciden almıştım geçen sene. Önce altındı ama, şimdi gümüş oldu. Altını gitti, gümüşü kaldı sizin anlayacağınız. Olsun! Köydeki bazı kızların, bu kadarı da yok.
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Kâmuran Esen, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |