Paranız varsa toprak alın. Artık üretmiyorlar. -Mark Twain |
|
||||||||||
|
Altı yaşında bir çocukken trenlere deliydim. Her tarafından dumanlar püsküren o kocaman ejderhalar istasyona çığlık çığlığa girerdi. Yerler sarsılır, toprak titrerdi ve ben korkardım. Yine de o kocaman devi istediği zaman durduran, hareket ettiren ve lokomotifin penceresinden çocuklara el sallayan lacivert şapkalı adama hayrandım. Ben de büyüyünce onun gibi tren şoförü olacaktım. Bütün vagonları birbiri ardına ekleyip çok uzun bir tren yapacaktım. Katarın en sonundaki bekçi vagonu Saruhanlı’dan çıkmadan lokomotif ta İshakçelebi’ye varacaktı. Demir yolu kıyısında oynayan çocuklar vagonları saymaya çalışacaklar ama öğrenebildikleri bütün sayılar yetmeyecekti. Görenlerin ağzını iki karış açık bırakan o uzun trenle canım nereye isterse oraya gidecektim. İki yıl sonra yaz tatilinde İzmir’e gittim. Bütün karnem pekiyi olduğu için ağabeyim beni dayıma götürdü. İzmir de çocuk olmak hiç eğlenceli değildi. “Sakın kapının önünden ayrılma. Kaybolursun… Burada çocuk hırsızları var. Tanımadığın kişilerle konuşma. Sakın kimseden bir şey alıp yeme emi. Seni kaçırıp zorla dilendirirler.”diyerek beni sürekli korkutuyorlardı. Yine de bir sabah bütün nasihatleri çöpe atıp kahvaltının ardından deniz kıyısına gitmek için yola düştüm. Gültepe’den çıkıp ta Konak’a kadar gittim. O gün orada yüzlerce gemi vardı. Kimileri ağaçtandı ve şişman karınlarıyla suyun özerinde tembel tembel yatıyorlardı. Peki ama bu kocaman şeyler niye batmıyordu? Hadi ağaç olanları anladım ama ya demirden olanlar nasıl suyun üzerinde duruyordu? İşte gemileri gördüğüm o gün tren şoförü olmaktan vazgeçtim. Üzerinde gavurca yazılar olan demirden gemilere binip uzak ülkelere gitmek tren şoförü olmaktan daha güzeldi. Çünkü trenler denizleri geçemezdi. O gün artık büyüyünce gemi şoförü olmaya karar verdim. Birkaç yıl sonra babamla Manisa’ya gittik. Göçmenlere ev yapabilsinler diye azcık azcık para ödeyerek arsa vereceklermiş. Vilayetin önündeki yedi sekiz arzuhalci vardı. Babam Meftun Dayı’ya dilekçe yazdırdı. Arzuhalciler gelenleri dinleyip biraz düşündükten sonra siyah daktilolarına kağıt takıp dilekçe yazmaya başlıyorlardı. Özellikle harflerin kağıdın üzerinde belirmesi, daktilonun tıkırtısı beni büyülemişti. Köylüler boyalı parmaklarını kağıdın altına basınca götürüp devletin adamlarına veriyorlardı. Kağıdı okuyan yetkili hemen isteklerini kabul ediyordu. Devletin kocaman müdürleri bile arzuhalcinin yazdığı kağıdı görünce süt dökmüş kedi gibi oluyordu. Hatta arzuhalcilerden bazıları yazdıkları dilekçe ile ipten adam bile alırmış. İçlerinde çok gün görmüş, bilgili ve yazısı kudretli olanları varmış. Ben kaleminden kan damlayanlarını görmedim. Zaten benim gördüklerimin hepsi daktilo kullanıyordu. İnsanların kaderine böylesine hükmeden arzuhalcileri görünce düşlerimi yeniden değiştirdim. Hem dilekçeler, hem kitaplar yazabilen bir arzuhalci olmak istiyordum. Yazdıklarım işe yarasın ve herkes kitaplarımı okuyup beni parmakla göstersin istiyordum. Hem de yazdıklarım okuyanın ciğerini dağlansın, ayaklarını yerden kessin ve anlattığım öyküler kulaktan kulağa söylensin. Önce pazarlarda yirmi beş kuruşa satılan destanlara özenip aile dramları yazdım. Fakat bu işin böyle yapılamayacağını, eğitimin şart olduğunu çok geçmeden anladım. Babama “ Beni Arzuhalci Meftun’a çırak ver.”dedim. Beni ciddiye bile almadı. Hatta dinlemek şöyle dursun inadına yapar gibi gitti Terzi Aydın’ın yanına çırak verdi. Akşama kadar dükkana çay, gazoz taşıyıp kömürlü ütüyü tutuşturmak, her sabah dükkanı silip süpürmek zor geldiği için işten kaçtım. Ancak dişimi sıkarak ve düşlerimi bir süreliğine erteleyerek iki hafta dayanabildim. Terzi çırağından yazar olduğu nerde görülmüş? Kısa süren terzi çıraklığından sonra yeni işim oldukça eğlenceliydi. Yazlık sinemada iki sezon makinist çıraklığı yaptım. Türk filmleri yazmaya olan tutkumu ateşlemekle birlikte ve alt yapımı da zenginleştirdi. Bu nedenle seyircilerin “ Ya ses, ya kes.”diye bağırdıkları Zeki Usta’ya çok şey borçluyum. Onun sayesinde Türk filmleri konusunda tam bir uzman oldum. Filmin afişine bakarak bütün senaryoyu anlatabilecek düzeye ulaştım. Film öyküleri birikimim üst düzeye ulaşınca daha fazla zaman kaybetmemek için makinist baş yardımcılığı görevini de bıraktım. Çünkü bir öykücünün maceralara atılması, insan selinin için karışıp farklı yaşamlarla tanışması gerekliydi. Kararım yerinde olmasına rağmen yaşadığım kasaba bir türlü yakamı bırakmıyordu. Bu kasabada karışabileceğim insan seli en fazla Cumaları kurulan pazar kalabalığı ile sınırlıydı. Beni yakamdan tutup kendine çekecek macera falan da yoktu. Artezyen borusundan aşağı akan suyun girdabında akşama kadar dönüp duran saman çöpü olmaktan bir türlü kurtulamıyordum. Bu durgunluk sadece benim yazarlığımın gelişmesini engellemiyordu. Bu kasabada habere konu olacak cinsten hiç olay olmuyordu ve renkli insanlar yoktu. Askerliğini bitirip dönen bir delikanlının başından geçenler önemli bir şey sayılıyordu ve en az yirmi gün ilgiyle dinleyici buluyordu. Yani bütün kasaba halkı can sıkıntısından patlıyordu. Sanki bütün kasaba bir kız kaçsa, bir kavga olsa, tren kasabanın sığır sürüsüne girse de konuşacak konu çıksa diye bekliyordu. Mahalledeki kadınlar bile dedikodu malzemesi bulmakta zorluk çekerlerdi. Hatta eski yıllara ait dedikoduları tekrar tekrar seslendirip " nerde o eski günler, bizim gençliğimizde bu kasabada üç günde bir kız kaçardı. Gaytan bıyıklı kocalar içip içip eve gelirler, üşenmeden gecenin köründe karılarını döverlerdi. Sabaha karşı sokağa jandarmalar gelirdi. Uykusuz kalırdık ama seyrine de doyum olmazdı. Beti bereketi kalmadı kasabanın valla" derlerdi. Böyle sakin ve sesiz bir kasabada insan düş gücünü sürekli canlı tutamaz. Yazarlığa ne kadar hevesli olursa olsun körelir. Can sıkıntısının elinde bütün pırıltısını, düş gücünü kaybeder. Bir yazara gerekli olan gözlem yeteneğini ve duyarlılığını yitirir. Neden bu kadar sıkıcı olduğumu, neden yazılarımı okurken esnemekten geberdiğinizi belki şimdi daha iyi anlarsınız. Çünkü ben bu kasaba da istemeden bile olsa çok fazla kaldım. Orta okulu bitirdiğim yaz gerçek bir macera adamı olmaya karar verdim. Artık düşünsel hazırlıklarımı pratiğe döküp yaşamın içinde akmaya adım atacaktım. İnsan seline karışıp yeni maceralara yelken açmanın zamanı gelmişti. Herkesin toz toprak içinde pamuk çapasından döndüğü bir akşam evdekilere ”Ben gidiyorum.” dedim. “Sakın hiç kimse bir şey sormasın. Önce trene atlayıp İzmir’e gideceğim. Sonrası Allah kerim. Rüzgar nereye atarsa, ayaklarım beni nereye götürürse oraya … Pamuk tarlalarında sürünmek istemiyorum. Her gün ensemde yumurta pişiren bu güneşten kaçmak istiyorum.” Evdekiler hemen “İyi, git bakalım. Görürsün ebenin sakızdan çıkan fotoğrafını.”demediler. “ Sen zaten yarım akıllı biriydin. Var olan aklını da kaybetmişsin. Kasabanın suyu mu çıkmış.. Otur oturduğun yerde.”gibi cümlelerle kasabamızın tarihi ve turistik güzellikleri üzerine ve aile huzurumuz konulu uzun bir nutuk çektiler. Hatta babam üç küçük keçi yavrusu ile yazın çalışmaktan kaytaran ağustos böceğinin masalını bile anlattı. Kararlı olduğumu, kararımdan caymayacağımı anlayınca beni tehdit etmeye başladılar. “Şu kapıdan dışarı adımını atarsan bir daha bu eve geri dönmezsin.” bile dediler. Bir battaniye ve birkaç parça giysimi alıp evden çıktım. İlk geceyi İzmir Fuarı’nda bir bankın üzerinde geçirdim. Ertesi sabah bir başıma maceralara yelken açmak yerine amcamın evine gittim. Oysa aklımda Çeşme, Foça yada Dikili’ye gitmek düşüncesi vardı. Bir iş bulup karnımı doyurmak ve kafama göre takılmak istiyordum. Karışanım, görüşenim olmadan kendi başımın çaresine bakabilmeyi ve büyümeyi de… İnsan seline karışmak ve otobiyografimi renklendirmek, yaşamışlığımı çoğaltmak yerine o yaz elektrikçi çırağı oldum. Çünkü amcamın Gültepe’de elektrik tesisatı çekme işi yanında fırın ve ütü tamiri de yapılan bir dükkanı vardı. Amca oğluyla birlikte bazen inşaatlarda çalışıyor yada evlere arızalara gidiyorduk. Bu semtin insanlarının kasabamdakilerden hiç farkı yoktu. Hepsi işinde gücünde, yoksul ve sıkıcı insanlardı. İyi bir yazar olarak kendimi yetiştirmek için bir türlü uygun ortamı bulamıyordum. Bütün yazı boşuna geçirmemek için birkaç şiir yazma girişiminde bulundum. Ne de olsa şiirler kısaydı ve çabuk bitiyordu. Ancak yaşadığım sokaklar şiirlerime Orhan Gencebay kederi ve Ferdi Tayfur etkisi yapıyordu. Bunalımda ergen bir delikanlı olmak yazarlık geleceğimi olumsuz etkiliyordu. O gün bu gündür hala yazar olmaya çalışıyorum. Buradan yayıncılara, editörlere, grafik tasarımcılara ve devlet yetkililerine sesleniyorum. Ben yazar olmak istiyorum. Bütün birikimimi bu coğrafyada yaşayan insanlarla paylaşmak ve beni yetiştiren topluma gönül borcumu ödemek istiyorum. Yazılarımı kocaman kocaman harflerle dergilerde, kitaplarda yayınlayın. Başlığın üzerine de yakışıklı bir fotoğrafımı koyun. Görenler hayran kalsın. Kıskananlar çatlasın…
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © seyfullah ÇALIŞKAN, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |