Sevginin bulunmadığı yerde us da arama. -Dostoyevski |
|
||||||||||
|
Bir telaş, bir koşuşturmaca sormayın gitsin... Sanki bütün dünyanın yükü bizim omuzlarımızda. Sıkıntımızın biri bitmeden diğeri başlıyor. Ne kadar koşturursak koşturalım yetişemiyoruz. Sıkıntı, dert, sağanak sağanak üzerimize yağıyor. Akşam olup eve döndüğümüzde parmağımızı kımıldatacak halimiz bile kalmıyor. Televizyonun karşısındaki koltuğa boş çuval gibi yığılıp kalıyoruz. Canımız yemek bile istemiyor. Evdekilere “Eee ne var, ne yok? Gününüz nasıl geçti?”diye sormaya bile üşeniyoruz. Kendi halim neyse de son günlerde insanlara hal hatır sormaya çekinir oldum. Herkesin sıkıntısı, derdi başından aşkın. Bir dokun bin ah işit... Keyfi tıkır, neşesi yerinde birini, mumla arasan bulamazsın. “Annem hasta, babam ameliyat oldu, kız kardeşim eşinden boşandı, iş yerim söz verdiği zammı yapmadı. Zam alacağım diye bir kaç kuruş borçlanmıştım. Şimdi resmen şapa oturdum. İçim sıkılıyor. İmdat, boğuluyorum diye bağırasım geliyor.” Bir tek kişiden güzel bir cümle duysam kelime ilaç yapıp süreceğim. Sanki insanlar en dertli benim, en derin bunalım çukurlarına ben düştüm yarışı yapıyorlar. Lütfen beni yanlış anlamayın. Kimseye, gündelik, olağan sorunları çok abartarak yansıtıyor falan demiyorum. Hepimizin kötü dönemleri, rüzgarın sürekli tersten estiği, aksiliklerin üzerimize çullandığı zamanları olmuştur. "Biraz daha sık dişini. Hepsi geçip gidecek. Sen bunun gibi ne sıkıntılar gördün? Bununla mı baş edemeyeceksin?" demekten başka elimizden bir şey gelmiyor. Hadi paraya sıkışana üç beş kuruş borç verip rahatlatabiliriz ama diğer sorunlar için teselli edebilecek bir kaç cümle söylemek dışında yapabileceğimiz bir şey yoktur. Kitaplar sorunlarımızla baş edebilmek için genellikle yaşama iyi yanlarından bakmamızı söylerler. Hatta bazıları sorunlarımızı öncelik sırasına dizip sistematik bir mücadele yöntemi önerirler. Olumlu yaklaşımlar ve abartılı iyimserlik önerileri akıllıca olsa bile bazen tepemizin atmasına neden olur. "Söylemesi kolay! Sıkıysa gel de sen bu sıkıntılarla baş et de görelim!" demekten kendimizi alıkoyamayız. Çünkü açık açık "Bazen yaşam ve zamanın getirdikleri bizi yenecektir." diyemezler. "Bu sefer fena halde köşeye sıkıştınız. Yapabileceğiniz hiç bir şey yok. Canınız yanacak ve bu acıyı yaşamaktan başka elinizden bir şey gelmeyecek "diyemezler. "Madem yüzme bilmiyorsun, ne işin var kavak ağacında?" demek kitapların doğasına aykırıdır. Çok sevimsiz bile olsa, onlarca kez yenilmek, sıkıntılara katlanmak, acılarımız azalsın diye zamanın belleğimizdeki anıları soldurmasını beklemek gerçeğin kendisidir. Ben, çok sevdiği annesini, babasını, kardeşini, eşini, arkadaşını, sevgilisini, işini veya mülkünü yitirmemiş, yitirmenin ne olduğunu hiç tanımamış biriyle henüz karşılaşmadım. Bizim için baş edilmez olan bunlardan bir kaçının bir arada karşımıza çıkmasıdır. Okuduğum bir yazının da dediği gibi yaşam hep aksilikler ve terslikler toplamı değildir. İnsanın şikayet etmeye ve yakınmaya eğilimli doğasını küçümsememek gerek. Herkesin mutlaka güzel günleri olmuştur. "Okulunuzu bitirip diplomanızı aldığınız, askerden dönüp sevdiklerinize kavuştuğunuz, bir kızın size evet dediği, yeni doğan bebeğinizi ilk kez kucağınıza aldığınız günler olmuştur." Sıkıntılar ömrümüzü sevinçlerimiz gibi süslemeye devam edecekler. Can DÜNDAR bir yazısında aşka nasıl ayıp ettiğimizi anlattı. Şimdi de hep birlikte kederli şarkıların boynuna sarılıp ağlayarak bahara ayıp ediyoruz. Yağmur, bulut, çiçek, dal, kelebek demek küçümsenir oldu. Ucuz romantizm, kof iyimserlik, hormonlu ve zorlama bir coşku hali gibi kabul görüyor... Oysa mevsim bahara, takvim Nisan’a gelip çatmış. Kim ne derse desin. Şeftali ağaçlarını çiçeklerle bezenmiş gördüğüm zaman ben kontrolümü kaybederim. Dal, yaprak romantizmi; kuş, böcek şapşallığı gibi yorumlasanız bile umurumda değil. Üç gün yüzünü gösteren güneş, birkaç gün peş peşe ılık esen lodos, doğayı tepeden tırnağa başka renklere boyayıverdi. Sabah biz uyanıp daha yollara düşmeden önce sanki sihirli bir el gelip her şeyi değiştiriyor. Büyümek, koca koca herifler olmak, adamdan sayılmak derdine düşüp kendimizi fazlaca baskı altına aldığımızı sağır sultan bile duydu. Biz hala anlamazdan gelmeyi sürdürüyoruz. Dal dal yaprak ve çiçekten devşirdiği renklerin, en parlak, en canlı tonlarıyla kendini yeniden yaratan doğa hepimizin kanına karışıyor. Basın açıklaması yapan cumhurbaşkanlığı sözcüsü ciddiyetindeki ifademiz yüzümüzde çok yapmacık duruyor. Bahara tepkisiz kalmak, “bana ne” diyebilmek gibi bir seçeneğimiz yok. Öğlen vakti yemekten sonra işe başlamadan sokaklarda kısa bir yürüyüş yapma isteğinizi engelleyemezsiniz. Eliniz mahkum çıkıp dolaşacaksınız. Belki de en yakın parka gidip oturmak isteyeceksiniz. Ceketi ne zaman sırtınızdan çıkarıp kolunuza attığınızı bile unutacaksınız. Yeni filizlenen yaprakların arasından sızan güneş göz açıp kapayıncaya kadar tiril tiril gömleğinizi geçip koynunuza akacak, bahar kanınıza karışacaktır. O öğlen işe dönmek size her zamankinden biraz daha zor gelecektir. Hatta geçerli görülebilecek bir bahane yaratıp işten tamamen kırmayı düşüneceksiniz. Bahar ve aşk, tencere kapak gibidir. Nisanda bizi aşka mecbur eden bir sihir vardır. Bütün sokaklar ya yeni bir aşka, ya da eski aşkların hüzün kokan anılarına çıkar. Dinlediğim aşk öykülerinin çoğunda Nisan ayından "aşkın halden anlamaz, söz dinlemez" zamanı diye bahsedilir. Cemrelerin ardından aşka düşen insanlar için ‘sürücü hatasından kaynaklanıyor’ deyip okuyucuyu kandırmak niyetinde değilim. Mevsimin, sarhoş etmek, aklımızı çelmek, en hazırlıksız zamanlarımızda bizi tuzağa düşürmek gibi kötü huyları var. Bana biraz kantarın topuzunu kaçırma hakkı tanırsanız " Bahar bitmeden bir kez daha aşık olun; yağmurda ıslanın ve tuzağa düşün." derim. "Ben bu filmi görmüştüm. Hiç işim olmaz. Bu saçmalıklarla uğraşacak vaktim yok. Kırkından sonra da olmaz ki canım..." diye kendi kendinize söylenmekten vaz geçin. Fazla gök kuşağı göz çıkarmaz. Hadi ama... Bahara yazık, Nisana ayıp oluyor. Deniz Fenerinin Güncesi Seyfullah Nisan 2004
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © seyfullah ÇALIŞKAN, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |