İnsanlığın hangi filizi köreltilmek istenmişse, tersine o filiz daha gür büyümüştür. -Freud |
|
||||||||||
|
Çektin gittin ya sen, o günden beri yokluğunu dost edindim ben… Tıpkı senin gibi dalıp gidiyor o da, tıpkı senin gibi susuyor, cevaplamıyor beni… Tıpkı senin gibi toplu taşıma araçlarında kavuşuyor bekleyenine o da, taksiye binecek parası yok belli ki… Onun da cebinde sadece yırtıklar var ve o da tıpkı senin gibi gülüp geçiyor her şeye… Ve senin gibi korkuyor o da yaşam denilen bu dipsiz, bu kara kuyudan… Öyle her şeyden de korkmuyor ama; yeri geldiğinde tıpkı senin gibi girişken, tıpkı ilk buluşmamızda olduğun gibi cıvıl cıvıl… İlk buluşmamız… İlk baş başa kaldığımızda üzerindeki giysiler hala bugün gibi gözümün önünde… Gözlerinle aynı renk bir çift pabuç vardı ayaklarında, ve gökyüzüyle aynı renk bir eteklik, masmavi sarmıştı seni benim artık asla saramayacağım gibi… … Ne yapıyorum ben yahu? Neyi, kime anlatıyorum sanki? Yazdıklarımın bir tek cümlesi bile samimi değil, bir tek kelimesi bile doğru değilken üstelik. Saçma sapan, başkasından kotarılmış bu üslupla nereye varmaya çalışıyorum? O ilk buluşma hakkındaki zırvalarım… Evet, evet. Dürüst olmaktan zarar gelmez. Yazmaktan zevk alıyorsam eğer, en azından kimsenin okuyamayacağı bu defteri dolduranlar dürüst ve özgün olmalı. Yalanın ne beyazı olmalı burada ne de siyahı. İlk buluşmamızdan başlayayım; o gün üzerinde ne olduğunu hatırlamıyorum elbette. O da benim giydiklerimi hatırlamaz; manyak değil ya? ‘27 Nisan 2000. Selim’le ilk buluşmamız. Üzerinde kareli, mavi bir gömlek, altında da kırış kırış bir kot pantolon vardı. Kahverengi botları ve kırmızı rüzgarlığı vardı ayrıca. Benim üzerimde ise…’ Yok daha neler! Saçmalamanın hiç gereği yok. Sonra o giriş paragrafı da neydi öyle? Koca şehrin ağırlığı, yalnızlığın ateşten gömleği, falan? Kimi taklit ediyorum ki? ‘Üç nokta’cıları mı? Burası büyük bir şehir olabilir ama ben küçücük bir semtte, küçücük bir evde yaşıyorum ve diğer evleri, diğer semtleri de bilmem. Onların ağırlığını ise hiç çekmem. Her koyun kendi bacağından asılırmış. Dışarıda da hava buz gibi, ne ateşten gömleğiymiş bu? Yalnız döneceksin elbette eve. Siyam ikizleri gibi mi yaşayacaktınız? Bazen çok kızıyorum kendime; yazdıklarım bir şeye benzemediğinde utançla karışık bir kızgınlık hissediyorum kendime karşı. Yukarıda yazdıklarımı okuduktan sonra daha da çok kızdım. Nedir ki bu? Bir o yana bir bu yana uçuşan sonbahar yaprakları misaliymiş. Klişeleşmiş bir laftan öte bir anlamı yok ki bunun artık. Ağaç mı var ki yaprakları kurusun, uçuşsun? Sonbaharlarda sadece balkonlardaki çamaşırlar uçuşuyor artık; bir de çöpten kurtulup özerkliğini ilan etmiş buruşuk gazete parçaları. Plastik poşetler de onların Sanço Panza’ları... Şimdi de bunlara mı güzellemeler döktüreceksin? “Çöpten saraylarındaki tahtlara kurulmuşlardı sokak kedileri, ama yalnız biz girmiştik tüy dökme mevsimine, biz, şehrin istenmeyen tüyleri…” Hah! Şu ‘Mor Hüzünler’ zırvalığını yazarken de hiç kendimde değilmişim demek ki. Böyle bir hissiyata sahip olduğumdan değil, hep böyle gördüğümden olacak. Hislere olur olmaz renk yakıştırma çabası… Mor hüzünler, yavruağzı ayrılıklar, çingene pembesi aşklar… Ucuz ve anlamsız benzetmeler… ‘Yokluğun’ ile ilgili bölümlere ise çok güldüm. Ne yalan söyleyeyim, gerçekten de komikti. Ne ayrılık ama! Gezmeye çağırdım, o da kibarca reddetti. Sınavları varmış. Ne yapabilirdi ki gecenin bu saatinde? Sen saatine bile bakmadan, düşüncesizce dayan kapıya, sonra da beyaz kağıtlar üzerine üçüncü sınıf ağıtlar yak, yok yere! Evin karşı köşesindeki Hacı Bakkal’dan aldığımız ‘lise defterleri’ne karaladığımız anlamsız şiirler ve deli saçması anketler geldi aklıma. ‘Soru 15: Hangi marka parfümü kullanırsınız? Cevap: Marka parfüm kullanabilecek durumum olursa öncelikle sana eli yüzü düzgün bir anket defteri alırdım. Yine de güzeldi. Evet, çok eğlendim. Önce kopya bir yazı yazıp sonra da kendi saçmalığımı kendi başıma yıkmak çok keyifliydi. Belki de böyle gidersem günün birinde, (planlı programlı ve kusurları mümkün olduğunca giderilmiş bir yazı yerine) konuşur gibi, anlık, içten ve cilalanmamış bir yazı yazabilirim. Belki de… İstedikten sonra olmaması için bir sebep var mı?
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Anıl Gökpek, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |