Bütün sanatlarda insanı şaşırtan bir yan vardır. -Alain |
|
||||||||||
|
Yine de evden çıkmak için tek yol bu kapının açıldığı holden geçmiyordu. Sitenin arkasında kalan, ancak sitenin kalbi sayılan (yani evden çıkılsa bile gidilecek tek yer olan) dere boyuna (Kaan’ın yaptığı gibi) balkondan inip arkadaki küçük bahçeyi aşarak da ulaşılabilirdi. Üstelik bu daha az zaman alır ve site içinde takip altına alınma olasılığınızı sıfıra indirirdi. Kaan -kız arkadaşının ailesine görünmeden buraya girip çıkmak için- birkaç sene önce bu yolu kullanmaya başlamıştı. Kaan garip birisiydi ve insanların ilgisini de -sempatikliğinin ötesinde- muhtemelen bu garipliği ile çekiyordu. Örneğin, rock dinleyen ve bu tür müziği yarı-profesyonelce icra eden birisi olarak ondan beklenen giyim tarzı ‘siyah t-shirt/kot pantolon’ ikilisinden ibaretken , o pek nadiren bu tarzı giyimine yansıtır, çoğunlukla da ‘rengarenk gömlekler-şortlar-ve olabildiğince rahat ev kıyafetleri’ ile çıkardı insan içine. Bunlar -onu yakından tanıdığınız zaman- yine de pek garip değildi; asıl garip olan, bahsi geçen özellikleri taşıyan bu kişiyi, arada bir de olsa, ütülenmiş kumaş pantolon ve beyaz şile bezi gömleği ile görmekti. Doğaldır ki, bu garip adamın yaşadığı ev de bir parça garip olacaktı. Ölü sivrisinek desenli kapıdan sigara kokan salona girdiğinizde karşınıza çıkan manzaraya en uygun sıfat ‘curcuna’dan başkası değildi. Kapı odanın sol ucundaydı ve kapının önünden tam karşınızda kalan balkon kapısına kadar uzanan dev gümüşlük ile hemen onun önünde yer alan altı kişilik yemek masası odanın giriş kısmını tümüyle dolduruyordu. Solunuzdaki bu ahşap yığını ile hemen sağınızda kalan sobanın arasından, 80’lerin çizgilerini yansıtan bir oturma grubu tarafından üç koldan çevrelenmiş durumda bulunan odanın (nispeten ‘boş’ olan) diğer yarısına geçiliyordu. Tam da şu anda, bu satırları okurken ‘curcuna’ kelimesinin size çağrıştırdıklarını düşünün; gürültü, (odanın giriş kısmındaki ahşap yığınının orta yerinde devamlı surette çalışmakta olan müzik seti ve onun yardakçısı televizyon, ayrıca odanın diğer ucundan ya da balkondan gelen uğultu, kahkahalar, bağrışmalar, ve benzerleri) kalabalık, (o odada hiçbir zaman yalnız değildiniz) kargaşa, (her tarafa dağılmış durumda bulunan kitap ve dergiler, Kaan’ın çalmadığı zamanlarda masanın üzerinde dinlendirdiği gitarı, aynı şekilde sobanın üzerinde dinlenmeye bırakılmış gitar amfisi, masanın hemen önünde, yerde yaşayan efekt pedalı, masanın ya da koltukların üzerlerinde -izlenecekleri ya da çalınacakları zamanı- bekleyen elli civarında film ve müzik CD’leri, kasetler, kuruduğu için toplanmış ve ancak toplanıldıklarıyla kalmış çamaşırlar, ve de odanın prime-time’ında buraya doluşan -minimum sayı ile- 8 kişi,) ve bu üçünden sonra, ‘curcuna’ fikrini zorlayan birkaç şey daha: Sağda, solda çay lekeleri, koltuklardan birinin altına düşmüş ve orada unutulmuş bir çatal, kül tablalarından ortalığa yayılmış sigara külleri, odanın çehresini tümüyle değiştiren toz, (Kaan’ın kardeşi Gözde’ye ait) bir çift baget, bir tavla, ve ortaya bırakılmış ancak salona asla uyum sağlayamamış bir sehpa. Özetle -az önce de belirtildiği üzere- curcuna. Tüm bu durumlar içerisinde en garip olanı ise şuydu: Bu eve ‘arkadaş’ sıfatıyla gelen hiç, ama hiç kimse salonun bu anormal halini hiçbir zaman yadırgamamış ya da eleştirmemişti, tersine onlar bu odayı -sanki bir zamanlar aralarında gizli bir sözleşme yapılmış ve hem bu sözleşmeyle hem de odanın durumuyla ilgili hiçbir şey konuşmamaları şartı herkesin imzasıyla garanti altına alınmış gibi- inanılmaz bir kabullenişle sevmişlerdi. Hemen hemen hepsinin evleri can sıkıcı bir biçimde temiz ve düzenli, aileleri ise robotlara özgü bir tek tiplilikle titiz ve katıydı. Oysa altı üstü yazlıktaydılar ve en basit anlatımıyla kışın sıkıntısını, yorgunluğunu atmak, dinlenmek için orada bulunmaktaydılar. Belki de sırf bu yüzden -yani bu ev kendi evleriyle inanılmaz bir zıtlık içerisinde bulunduğu için- burası onların sığındığı bir liman, bir kurtarılmış bölge, ya da o sıkıcı anavatanlarından kopmuş bir cennet bahçesi gibiydi. Belki de değildi, kim bilir? Ancak şurası kesindi ki, bu evde gerçekten rahattılar; ve muhtemelen en rahatları da Mete’ydi. Burada olmak onun için bir tür başkaldırıydı, arkadaşlarını kendi evine davet etmesine izin vermeyen ailesine karşı sessiz bir protesto, bir pasif direniş; bu yüzden Kaan’larda olmayı, insanlarla bu evde bir araya gelmeyi seviyordu. Oturduğunuz yerde tatlı bir yorgunluğa teslim olup uyuklamaya başladığınız o anları düşünün: Bir sinema salonunda ya da -yorgun bir günün sonunda bindiğiniz- bir belediye otobüsünde, oturduğunuz koltuğa yayılıyorsunuz ve perdeden yansıyan beyaz ışık ya da camın ardından size ulaşan yumuşak akşam güneşi sizi mayıştırıyor, bulunduğunuz yeri neredeyse oraya aşıkmışçasına benimsiyorsunuz, dışarıdaki hayat sizden çekilir ve sesler silikleşirken, siz de bulunduğunuz yeri dolduruyor, mekan ile tek vücut oluyorsunuz. Sanki yüzlerce minik peri tüm vücudunuza hafif hafif masaj yapıyor... Ancak o tatlı kaşıntılardan miras kalabilecek türden hoş bir ürperti... İşte Mete de o uyku halini sever gibi seviyor ve sahipleniyordu burayı. Odanın her ayrıntısını avucunun içi gibi ezberlemişti. Örneğin odadan çıktıktan sonra bile Kaan’ın oturduğu koltuğun sağında ve solunda, omuz hizasında duvara çakılı o iki rafı net olarak gözünün önüne getirebilir, omuz hizasındaki bu rafların üzerinde, sağda ve solda yan yatmış vaziyette duran iki kitabı ve hatta bu kitapların nasıl durduklarını bile rahatça hatırlayabilirdi. Sağdaki kitabın üzerindeki etiketi (Ege Üniversitesi Kitaplığı) ve soldaki kitabın sırtında basılı altın yaldızlı rakamı (27) sanki onlar kendisinin çizdiği bir resmin ayrıntılarıymış gibi bilirdi. Odadaki diğer tüm ayrıntılar da aynı şekilde yer etmişti zihninde; bunun tek nedeni orada bulunmayı sevmesi, ve orada gerçek anlamda huzurlu olmasıydı. Odanın adeta canlı bir organizma oluşundan kaynaklanan sürekli değişiklikleri ise hiç yadırgamaz, tersine onları da aynı incelikle -ve büyük bir çaba sarf etmeksizin, neredeyse bilinçsizce- oya gibi zihnine işlerdi. Odanın dekoruna yeni eklenenler arasında bu akşam en çok dikkatini çeken ise odanın ucunda, gümüşlüğün tam karşısında duvara asılmış çerçeveli bir fotoğraftı. Çerçevesi pahalı elişi ahşap çalışmaların polyesterden yapılma, ucuz bir taklidiydi ve sahte oluşu neredeyse hınzır bir çabayla gizlenmişti. Aşırı bir gösterişten kaçınılarak üretilmiş çerçevenin içindeki görüntü ise sonradan renklendirildiği için hem resim hem de fotoğraf etkisi bırakıyordu insanda. Bütün yüzünü beyaz sakallarının altına gizlemiş, cin bakışlı, orta yaşın üzerinde bir erkeğin fotoğrafıydı bu. Mete fotoğraftaki adamın, Kaan’ın rahmetli dedesi Ahmet Fazıl Bey olduğunu öğrenmişti. Sevimli ve zeka dolu bakışları ile gerçekten de Kaan’ı anımsatıyordu. Kaan’ın babasını düşündü Mete, annesini, kardeşi Gözde’yi ve dedesini. Sonra da kendi babasını düşündü, annesini, kardeşini ve dedesini. Kaan’ınki gibi bir ailenin üyesi olmak güzel olmalıydı mutlaka. Sonra -tanıdığı kadarıyla- diğerlerinin ailelerini de teker teker aklından geçirdi. Orada bulunanların çok garip bir toplama olduklarını fark etti: Öğretmen çocukları, otomobil galerisi sahibinin oğlu, Hakim Bey’in çocukları, tütün eksperinin çocukları, fırıncının oğlu, mali müşavirin kızı, ve diğerleri. Tüm katmanlarıyla orta sınıf. Çok pahalı arabalar ve pahalı arabalar, diye geçirdi içinden. Ucuz arabalar ve çok ucuz arabalar. Pahalı ve çok pahalı ya da ucuz ve çok ucuz yaşamlar. Yazlıkçılar ve kendisi gibi yılın dört mevsimini orada geçirenler. Eğlenceli ve sıkıntılı yaşamlar. Yazlıkçılar Mete’nin geriye kalan üç mevsim boyunca çektiği sıkıntıları güneşin havayı iyiden iyiye ısıttığı aylarda eğlenceye çeviren kişilerdi. Akçay yazın da, kışın da aynıydı onun için; her yerde olduğu gibi orada da yöreyi değiştiren, güzelleştiren ya da çirkinleştiren insanlardı. Ey insanlar! Şu güzelim Akçay’ı eviniz gibi temiz tutun. Çekirdek kabuklarını yerlere atmayın, yutun! Sonra dere boyunu düşündü Mete. Yazın kıyısındaki banklarda insanların sabahlara dek oturdukları o dere kışın hüzün olur akardı. Yazın neşe dolan evlerin, yılın geri kalan zamanında boş ve sessiz durması, en sevdiği şeyin zorla elinden alınması gibi üzerdi insanı. Biri bir diğerinin ardından sönen ışıklar ve caddeleri ağır aksak terk eden tıklım tıklım dolu arabalar, pahalı ve ucuz arabalar... Sonra bir gün, boşluk ve terkedilmişlik hissi, insanın suratına beklenmeyen bir tokat gibi iniverirdi bir anda. Ne var ki, dokuz ay boyunca bu hüznün esiri olan Mete yazın da bunları anımsayıp canını sıkmaktansa eğlencenin, birlikteliğin tadını çıkarırdı. Ona göre insanların imkanlarının kısıtlı olması eğlenmeye engel değildi. Parasız kaldıkları çok olmuştu, sigarasız ve aç kaldıkları da, ama -nasıl olur bilinmez- hep bir yolunu bulmuşlardı işte. Gezmek için ille de lüks bir araca ihtiyaçları yoktu. Mete’nin babasına ait Anadol ile Altınoluk’a, Ören’e ve hatta Ayvalık’a kadar gitmişler ve çok eğlenmişlerdi. Ayvalık dönüşü ’73 model tek kapılı Anadol’un -Türk otomotivinin 30 yıllık yürüyen tarihinin- hararet nedeniyle yanmaktan kıl-payı kurtulması bile eğlenceli bir macera olmuştu onlar için. İşte bu sene de yazlıkçı arkadaşlarının hemen hepsi gelmişlerdi, bu da bugün için eğlence demekti. Yarını kim umursar ki? Çok eski bir hikaye geldi Mete’nin aklına; ömrünü çalışmak, ‘yarın’lar için birikim yapmakla geçiren bir adamın öyküsüydü bu. Ömrü boyunca hep ‘yarın’ı düşünerek yaşamış, hep ‘yarın’ kaygısının omuzlarına yüklediği sorumlulukla yaşamış, ‘bugün’ü hiç umursamadan, ihtiyaç duyduğunda bile eline geçenlerin tek kuruşuna dokunmadan varını yoğunu biriktirmeye adamış bu yaşlı adam günün birinde hasta düşer. Birden anlamıştır artık bir ‘yarın’ı kalmadığını, ‘yarın’ ‘bugün’ oluvermiştir birden ve onca varlığının ortasında fakir bir adam olarak dünyadan göçüp giderken hayatın asıl anlamı bütün açıklığıyla belirivermiştir zihninde. İşte belki de sırf zihnine kazınmış bu kıssa yüzünden, Mete, hep nefret etti biriktirme fikrinden, cimrilikten. Koleksiyonculardan da tiksindi hep, acımayla baktı onlara. ‘Bu hırsızlıktır’ derdi, ‘Biriktirmek hırsızlıktır.’ Neden insanoğlu yaşadıklarını biriktirip kültüre dönüştürmek yerine hep mülkiyeti biriktirirdi ki? İnsanlar biriktirdiklerini paylaşmak yerine neden kendilerine saklarlardı, işte bunu anlamak çok zordu Mete için. Burada, bu insanların arasında bulunmayı biraz da bu yüzden seviyordu. Biriktirmekten, biriktirenlerden nefret ederdi ve bilirdi ki bu evde Kaan’ın tek biriktirdiği arkadaşlarıydı. Diğerleri de onun gibiydiler, onlar da paylaşırlardı. Zamanı, yemeklerini, sigaralarını ve hatta sigarayı yakacakları ateşi bile paylaşırlardı. Bütün çakmaklar ortadan kaybolsa ve geriye bir tane kibritleri kalsa bile sorun değildi onlar için, son kibritle bir mum yakılır, ateş korunmuş olurdu. Prometheus tanrıların ateşini paylaşmıştı insanlarla ve bu yüzden en erdemlileri oydu. Yaz mevsimini seviyordu, arkadaşlarını seviyordu, ve Prometheus’u da seviyordu. Sadece bu yüzden, onların geçip gittiği bir gün, bir Eylül akşamı ölmeyi istiyordu. Bugün itibariyle Eylül’e tam 60 gün vardı. 60 gün her şeye yeterdi. Güzel bir başlangıç yapılmıştı. -Neyse canım, kapatalım bu konuyu da içelim, haydi şerefinize, dedi Kaan. Ev sahibi olarak kadehini kaldırıp misafirperverliğini ve dostluğunu göstermişti. En mutlu, en keyifli misafirin de kadehini kaldırıp jeste karşılık vermesi gerekirdi. Mete de öyle yaptı ve kadehini kaldırdı: -Ahmet Fazıl Dede’nin şerefine! Mert dahil herkes bir hayli içmişti, hatta Mert’in biraz fazla içtiği bile söylenebilirdi. Oturduğu koltukla bütünleşmişti ve hareketleri oldukça ağırlaşmıştı. Konuşması pek bozulmamış olsa da kıpkırmızı yüzü ve odaklanmakta zorluk yaşayan gözleri ile komik bir sarhoş portresi çiziyordu. Hele kaybettiği çakmağını ararken girdiği hal görülmeye değerdi. Düşmemek için bir yere tutunduğunda, sanki düşmemek için tutunmamış da aramasını o noktada sürdürüyormuş gibi davranması çok keyifli bir görüntüydü Mete için. “Neyse ki çakmak bulundu da Mert’in yaygarası kesildi.” diye içinden geçiriyordu ki, bir an bir şey dikkatini çekti: Normalde fotoğrafların insanın gözünün içine bakarmış gibi durmasına alışıktı, ne var ki, tam da o an, rasgele Kaan’ın dedesinin fotoğrafına baktığında sanki gördüğü resim canlıymış gibi hissetti. O kısacık an ve o anlık his. O, kısacık bir an için kendisine bakan bir fotoğraftan çok gözlerini Mete’ye dikmiş capcanlı bir adamdı. Ürperdi birden. Neyse ki bu da anlık bir şeydi ve salondaki hareketlenmeye karışıp gitmişti. Salondaki hareketlenmeyi fark ettiğinde bir tiyatronun kulisindeymiş gibi hissetti. Birisi bir yere gidiyor, birisi bir yerden geliyordu ve bu hareketlenme durulsa da dinmiyordu. Herkes sanki hazırlanmakta olan oyunun senaryosuna göre hareket ediyordu; kendilerini oyuna alıştırmaya çalışırlarken, oyunu da bir yandan gerçek kılıyorlar, hem oyuncu hem de seyirci oluyorlardı ve böylece bu hareketlenme asla bitmiyordu. Bazen başınızı döndürebilecek bir hıza ulaşılıyordu. Ya oyuncular çok profesyoneldi ya da oyun o kadar iyiydi ki tüm amatörlükleri örtüyordu, zira ortaya çıkan sonuç sizi müthiş bir başarıyla kendisine bağlıyor, eğlendiriyordu. Bu oyunun oyuncu kadrosunu şöyle tanımlamak mümkündü: Kaan ev sahibiydi -yani oyun salonunun sahibi ya da yönetmeni ve oyunun neşesi. Bahsedilen tüm özelliklerinden aldığı kuvvetle oyunu sırtlanıyor ve salonu dolduranlar için her şeyi çekilir kılıyordu. Ona en çok yardımı dokunanlar ise kardeşi Gözde ve ekürisi Can’dı. Gözde Kaan’dan dört yaş küçüktü ama asla Kaan’ı ağabeyi olarak görmemişti, daha ziyade arkadaş gibiydiler. Laf olsun diye değil, kelimenin tam anlamıyla ‘arkadaş gibi’. Mete ne zaman Gözde’ye -ve onun ile Kaan’ın arasındaki muhabbete- baksa hemen aklına kendi kardeşi Özlem gelirdi ve aralarındaki farka hayıflanmaktan kendisini almazdı. Özlem kötü bir insan değildi elbette, ne var ki kendisinin etrafına ördüğü duvar Mete’nin ona ulaşmasını engellerdi, ağabeyi her zaman ona uzaktı. Oysa Gözde Kaan’a karşı böyle değildi, aralarından -deyim yerindeyse- su sızmazdı. Kaan’ın çekingen kaldığı zamanlarda Gözde girişkenliğiyle bu açığı kapatır, Kaan’da onun açıklarını kapatmayı kendisine borç bilen müteşekkir bir ağabey olarak yemeği hazırlar, çamaşırları yıkar, ve benzeri işleri görürdü. Birbirlerini böyle başarıyla tamamlamalarının asıl sebebi karakter açısından birbirlerine taban tabana zıt olmalarıydı. Aralarındaki kişilik farkları satır satır örneklense bile bitecek gibi değildi. En üstünde durulmaya değer farklardan birisi ise eve gelen konuklar hakkındaki fikirlerindeydi. Kaan evine gelen hemen herkesi sever, sevmese de nefret etmez, nefret etse de nefretini ustalıkla gizler ve muhabbetini onlardan esirgemezdi. Gözde ise daha az kişi ile daha çok eğlenirdi, yalnızlığı severdi ama yazın da eve kapanıp bunalıma girecek sorunlu gençlerden değildi. Onun istediği arkadaş topluluğu sayı olarak az ama muhabbetleri açısından nitelik sahibi insanlardan oluşmaktaydı. Mete kendisinin de bu küçük topluluğun üyelerinden birisi olarak görse de yanılmaktaydı; Gözde’nin istediği küçük arkadaş topluluğunda Leyla, Can, Selim ve şu an orada bulunmayan Nur vardı. Nur erkek arkadaşıyla beraber başka bir tatil yöresindeydi ve sezon boyunca muhtemelen Akçay’a hiç gelemeyecekti. Bu nedenle Gözde bu sene Kaan, Leyla ve Can ile yetinmek zorundaydı. Bir de Selim vardı elbette. Can bu eğlenceli topluluğun jönüydü. Başrolü -oynanan oyun hangisi olursa olsun- birkaç kişiyle paylaşıyor ve yeteneğini sergiliyordu. En öne çıkan yeteneği ise konuşmaktı. Ne konuşulursa konuşulsun konunun düzeyli tutulmasına çabalar, saçma sapan muhabbetlere pabuç bırakmaz, gönüllü olarak bozulan muhabbetleri de tamir ederdi. Genel kültürü belirgin olarak iyiydi, bu da onu kültürlü ve dolayısıyla sosyal konularda yetenekli yapıyordu. Sosyal konularda gösterdiği yetenek ise, ne yazık ki, kızlarla arasında kurmaya çalıştığı ilişkilerde açıkça gösterdiği yeteneksizliğine derman olamıyordu. Buna bir çeşit şanssızlık da diyebiliriz. Bir kızdan bir kez soğursa bir daha asla ona ısınamaz, istese de başka bir şans veremezdi. Bir insandan bir kez şüphe ettiğinde, onu anında silebilecek katı yürekliliği -kendisine rağmen- gösterir ve bir süre sonra kendisi dışında gelişen olaylar Can’ı o kişiyle bir kez daha karşı karşıya getirdiğinde de tükürdüğünü yalayamaz, çok istese bile ‘istemem-yan-cebime-koy-ikiyüzlülüğü’nü gösteremezdi. Mete Can’ın -yukarıdaki şanssızlığını saymazsak- sosyal yeteneklerine hayrandı. Onu Kaan’ın bir diğer bütünleyicisi olarak görürdü, onun gözünde ikisi sanki birbirleriyle arkadaş olsunlar diye özenle yaratılmış gibiydiler. Bu akşam Can’ın dergilerde yayınlatmak üzere yazdığı bir tür ansiklopedi ya da sözlükten bahsedilmişti. Kaan’ın da bu ansiklopedinin ‘G’ maddesini yazıp Can’a teslim ettiği (ki Mete’ye göre bu madde muhtemelen gitar ile ilgiliydi) konuşmalarından belli oluyordu. Yaptıkları çok hoş ve insanı çeken bir şeydi, liseli kızların ‘havalı’ bulacakları türden, insanı katılmaya özendiren bir şey. Ne var ki bu akşam Mete’nin aklından ‘Neden bunu yapan ben değilim de Kaan ile Can?’ ya da ‘Neden Can bu tip bir şeyi benimle değil de Kaan ile paylaşıyor?’ gibisinden fesatlıklar geçmemişti kesinlikle; asla geçmezdi de. Zira kendisini de, Kaan’ı da, Can’ı da iyi tanır, üçünün de ayrı ayrı nelere muktedir olduklarını bilirdi. Kendisinin de çapını bilir, üzerine vazife olmayan şeylere burnunu sokmamaya özen gösterirdi. Bu onlara karşı bir eziklik değildi, bu daha ziyade kendisi ile barışık olmanın verdiği bir şeydi. Örneğin, Can kendisinin sırtından inmeyeceğe benzeyen o şanssızlığına rağmen Leyla’nın peşine düşmüşken Mete böyle bir işe asla burnunu sokmaz, kendisini rezil etmeyi göze alamazdı. Gerçi Can’da bu kovalamacaya yeni girişmiş gözüküyordu ve karşı taraftan gelebilecek herhangi bir ölümcül şüphe ile henüz karşılaşmamıştı muhtemelen, ama yine de Mete -Can’ın yerinde olsaydı- bu tip bir işe asla girişmez, tersine Leyla’ya yaklaşmaktan daha işin başında kaçınırdı. Zira Leyla Mete’nin asla yaklaşamayacağı türden bir kızdı; o, kelimenin tam anlamıyla, ‘kusursuz’du. ‘Kusursuz kızlar evde kalırlar’ derler ya, Leyla da buna uyar gibi mütemadiyen yalnızdı. ‘Muhtemelen yakın geçmişte ömründe gördüğü ilk ve tek sevgilisinden de ayrılmıştır.’ diye geçirmişti içinden Mete, ‘Böyle sürekli dalıp gittiğine göre...’ Gerçekten de Leyla Ankara’da, okumaya başladığı sene tanıştığı bir delikanlı ile bu tip bir maceraya atılmış, sonra iş gereğinden fazla uzayıp yıkıcı bir hale geldiğinde de kopamayacak kadar alışmış, ve bu mecburi kopuş kendi istemi dışında olunca da psikolojik ve sosyal açıdan bir yorgunluk dönemine girmişti. Psikoloji bölümünde okuyordu, üstelik başarılı bir öğrenci sayılırdı. Ne var ki kendi psikolojisini düzeltmeye mecali yoktu. ‘Terzi kendi söküğünü dikemez.’ derler, Leyla da dikememişti bir türlü. Hal böyle olunca okulunda da bir dikiş tutturamamış, kötüleşmekte olan derslerini de bir düzene sokamamıştı. Ve bütün bunlar onun zihnini sürekli meşgul ediyor, onu -kendisi asla istemese de- bunalımlı bir görüntüye sokuyordu. Bu görüntü de birçok erkeği ondan daha başından uzaklaştırıyordu. Kendisine ‘terk-edilmeyi-rahatlıkla-kabullenmiş-kız’ görüntüsü vermek için çok uğraşmış ve hatta oldukça hoş bulduğu Kerem’e de bir şekilde yakınlaşmaya çalışmıştı; ancak Kerem -ya ondaki rahatsızlığı hissettiğinden ya da ‘kızlarla-ilgilenmektense-onların-ilgilenmesini-bekleyen-cool-erkek-maskesi’ni taktığından dolayı- onun bu ilgisini karşılıksız bırakmış ya da görmezden gelmişti. Belki de fark etmemişti bile. Adının taşıdığı ‘sevgilisi-adına-her şeyi-yapacak-aşık’ anlamı, ona fazlasıyla uzak görünüyordu. Zira kumar ve futbol dışında kalan her şey, Kerem’in aklında kendisine yer bulmakta zorlanırdı. Mete Kerem’e bir sefer hangi takımı tuttuğunu sorma hatasında bulunmuştu, ve bu basit görünen soru onun birkaç saatine mal olmuştu. Kerem için futbol muhabbetinin bir sonu yoktu, olamazdı ve olmadığı iyiydi. Zira onun için bu en çok önemsenmesi gereken şeylerden biriydi. Kerem ‘Futbol bir zeka oyunudur’ derdi. Bu, onun bu konuyu ne kadar önemsediğini açıkça gösterir. Kumar ise Kerem için vazgeçilmez bir tutkuydu; parasına oynansa da oynanmasa da onu kağıt oyunları ya da okey oynanan bir masada görmeniz işten bile değildi. Kendisini ancak böyle ifade edebiliyordu Kerem ve bu tip oyunlarda gösterdiği başarı -ki gerçekten de başarılıydı- ona müthiş bir tatmin hissi veriyordu. Kerem küçük yaşta babasını kaybetmişti ve bu olay bir baba figürü aramaya değil kaybolan baba kimliğini ailesi adına üstlenmeye itmişti onu; babasının tüm özelliklerini (aklında kaldığı kadarıyla) kendisine taşımış ve üzerinde iyi durup durmadığını da hiçbir zaman umursamamıştı. Mete’nin fikrine bakılacak olursa Kerem, tam da üstlenmek durumunda kaldığı bu rolün getirdikleri yüzünden -yani ailenin küçük çocuğuyken ailenin reisliğine terfi edip, annesine ruhsal anlamda bile olsa bir tür eş olduğundan, yani halihazırda bir eşi bulunduğundan dolayı- kızlarla ilgilenmeyi pek de ilgi çekici bulmuyor olmalıydı. Sebebi ne olursa olsun -dışarıdan bakıldığında- kumar ve futboldan aldığı keyfi, kızlardan alabileceği keyfe tercih eder gibi görünmekteydi. Aslına bakılırsa -dışarıdan pek belli olmasa da- onun da gönlünü yakan birisi vardı: Fatoş. Ancak Keremin insanlara karşı tutumlarındaki dengesizlikler onu bazen küstahlaştırıyordu, ve bu sebeple Fatoş, Kerem’in -umutsuz aşığı olduğunu fark etmek şöyle dursun- kendisinden nefret ettiğini sanıyor ve ümitsizce Can’ın peşinde helak oluyordu. İşin kötüsü Can’ın Leyla’yı Fatoş’a tercih ettiğini bütün dünya biliyordu ve bu Fatoş’u üzüyor ama kahretmiyordu. Çünkü Leyla ne değilse Fatoş tam olarak oydu. Ve bu saf kız bunu açıkça bilmese de hissediyordu. Eğer ‘Kusursuz kızlar evde kalırlar’ sözü gerçekten doğru bir söz ise, bu Fatoş’un asla evde kalmayacağının garantisiydi. Ömür boyu sürecek bir garanti. Fatoş tam da Mete’nin korkmadan yaklaşabileceği türden bir kızdı. Sıradan bir kız. Ne var ki Fatoş’ta iki özellik vardı ki, bunlar Mete’nin bile ona yaklaşmasını engelliyordu. Birincisi, aslında Fatoş’u tanıyan birçok insan için bir söylentiden ibaretti ve Mete’nin de bu konuda pek sağlıklı bilgileri olduğu söylenemezdi. Ancak küçük bir sitede yaşadıklarını da akıldan çıkarmamak gerekirdi. Zira böylesine küçük yerlerde dedikodu mekanizması parmak ısırtacak, ve hatta önünde şapka çıkartılacak kadar kusursuz işler. Altınkum Mahallesi’nde de kendisinden beklendiği gibi, sorunsuz biçimde işlediği için, buralarda duyulan dedikodulara şüphe ile yaklaşılmaz, ‘kesin-bilgi’ gözüyle bakılırdı. Fatoş hakkındaki söylenti -ya da diğer bir deyişle Fatoş’un, kendisini Mete gibi erkeklerden koruyan iki özelliğinden birincisi- ise onun bir hayli zengin bir aileden geliyor olmasıydı. Gerçekten de bu dedikodu da gerçek payı bir hayli yüksekti. Fatoş oldukça zengin bir aileye üyeydi ancak bu aile kökten zengin bir aile değildi. Sonradan kazanılan bu zenginlik için Kaan’ın yaptığı yorum Fatoş’un dedesinin ‘meslekten-hırsız’ olduğuydu. Mete de Kaan’ın mizah anlayışını tanıyor olduğu için buradan şu sonuca varmıştı: ‘Fatoş’un dedesi muhtemelen siyaset ile uğraşıyor olmalı.’ Şimdi milletvekili dostlarımız belki bir parça alınacaklar ama Mete’nin tahmini kesinlikle doğruydu. Müteahhitlik yapan dede bir sonraki aşama olan milletvekilliğine iki dönem önce geçiş yapmıştı ve şimdi her ne kadar mecliste çalışmaktan (seçim yoluyla) alıkonulmuş olsa da, vekilliğin o asla geçmeyen izleri ona hala hatırı sayılmakla bitmeyecek bir getiri sağlamaya devam etmekteydi. Daha önceden de bahsedildiği gibi Mete, pintilere, hırsızlara, biriktirenlere ve bu yollar ile anlamsızca zengin olan ‘tuzu-kuru’lara asla katlanamıyordu. Bu ve benzeri ‘tuzu-kuru’lar ile ne zaman karşılaşsa, -nereden aklında kaldığını kestiremediği fakat Can’dan duyduğunu sandığı- şu alıntıyı anımsardı: ‘Kuruysa tuzunuz, susunuz, susunuz, susunuz.’ Ne ki onlar sussa da Mete’ye verdikleri rahatsızlık geçmiyordu. Örneğin, Fatoş’un durumunu düşündüğünde, onun elde edebildikleri ile kendisinin elde edemediklerini kıyasladığında, Mete bir hayli hayıflanırdı. Ancak bu hayıflanma, örneğin, Kaan ile Gözde’nin kardeşliğini kendisi ile Özlem’in kardeşlikleri ile kıyaslarken duyduğu türden bir ‘keşke’ hayıflanmasından oldukça farklıydı. Bu daha çok ‘onlarda-öyleyken-bizde-neden-böyle’ türünden bir duyguydu. Dümdüz, mantıksız bir nefret duymuyordu Fatoş’a ve ailesine karşı; sadece onları her düşündüğünde bir haksızlık hissi filizleniveriyordu içinde. Nedenini çözemediği bu his onun içini kemiriyordu, ve o, Fatoş ile ailesini bu hissin mimarları addediyor, bundan dolayı da, kışın Akçay’da yalnız kaldığında, üzerine yağmur bulutu gibi çöken o kör olası mutsuzluğun en azından bir kısmının sorumluları olmakla suçluyordu onları. Aynı durum aslında Fatoş için de ezici ve acı bir rahatsızlık oluşturuyordu. Vekil eskisi, müteahhit dedenin aileye getirdiği maddi refah, onun için asla manevi bir refahı da beraberinde getirmemişti. Daha ziyade bu zenginlik, beraberken mutlu olduğu insanların arasında -ne şanssızlıktır ki, arkadaşlarının gerçekten de tümü normal gelir düzeyine sahip ailelerin çocuklarıydılar- Fatoş’un kendisini çokluk ezik hissetmesine sebep oluyordu. Ne var ki olmuş ile ölmüşe çare yoktur. Fatoş da elinden geldiği kadar kendisini rahat hissetmeye ve onlardan birisiymiş gibi davranmaya çabalıyordu. Zaman zaman, sanki kolej mezunu bir kız değilmiş de, tersine cahilin tekiymiş gibi yapıp kendisini komik duruma düşürmesi bundandı belki de. Zira bilindiği gibi bir topluluk içerisinde kabul görmek isteyen bir kimsenin o topluluğun ortalamasından çok yukarıda özelliklere sahip olmaması, ya da başka bir deyişle topluluğun genel özelliklerinden açık bir biçimde kopuk olmaması gereklidir. Bundandır ki, örnek olarak ele alındığında, Mete Kaan’ın arkadaş topluluğuna elini kolunu sallaya sallaya girebilmektedir. Bahsi geçen seçicilik neredeyse tüm sosyal ilişkilerimize sirayet etmiş, böylelikle insan insanı seçer hale gelmiştir. Fatoş da -bilinçli ya da bilinçsiz- bunu derinlerinde hissederek kendi farkını aptal rolleriyle kapatmayı seçmiş görünmektedir; ancak görünen o ki kız kendisini bu role fazlasıyla kaptırmış, bazı çevrelerde tuhaf huylarıyla haklı bir nam salmıştır. Örnek olarak Kaan ile Can arasındaki şu konuşmayı alabiliriz: -Fatoş birkaç dakika izin verirse belki, ama Leyla’nın peşini bıraktığı yok yahu. İnsan bütün gün dedikodu diye tutturmaz ki! -Sen de Leyla gitmesin diye bütün gün Fatoş’a katlanıyorsun tabii. -Aynen... Can -her ne kadar kendisini sıkıcı bulsa da- Fatoş’tan nefret etmezdi; onun dedikodu merakından pek hoşlanmazdı ve Fatoş’un -kendisini fazlasıyla kaptırdığı- rolünü o da ciddiye aldığı için onunla muhabbetten pek de hazzetmezdi o kadar. İkisinin arasında başlayan herhangi bir muhabbet de çokluk tıkanır kalır, özetle kısa sürerdi: -Alfabedeki her harf için bir madde yazıyorum. Konuları rasgele seçiyorum. Birleşince ansiklopedi ya da sözlük gibi bir şey olacak, birkaç dergiye yollamayı düşünüyorum. -Çok güzel ya! Ben de Kaan gibi bir madde yazabilir miyim? -Sen?... Olur, tabii. Hangi harfi istersin? -‘F’ olabilir mesela, Fatoş’un ‘F’si. Ne dersin? -Ne diyeyim yahu? Yazacak olan sensin, ister ‘F’ye yaz, ister ‘S’ye. Mete’nin Fatoş’a ilk ve tek yakınlaşma girişimi ise taraflardan erkek olanı için hüsran ile sonuçlanmıştı: -Merhaba, benim adım Mete. Sizinki de Fatoş’tu değil mi? -Hıhı... Fatoş’un ruhuna işlemiş bulunan ‘istediği-her-şeyi-elde-edebilme’ rahatlığı, onun sosyal ilişkilerine de işlemişti; hoşuna giden kimseler ile arkadaşlık eder, beğenmediklerini de -erkek ya da kız olmaları fark etmeksizin- ciddiye bile almazdı. Bu nahoş durum onu birçok kişinin gözünde ‘kibirli’ kılsa da o bunu bilinçli olarak yapmazdı. Örneğin Kaan’ın karşı komşusunun çocuklarından, (ki Kaan onlara üzerlerinden akan tüm pisliğe rağmen bayılır, onlarla oturup ciddi ciddi sohbet ederdi) Fatoş bir hayli tiksinirdi. Asla onları Kimi insanlar ile arasına mesafe koyarken Mete’nin büyük bir haz duyduğu su götürmez bir gerçekti. Bunu yaparken böylesine haz duyması kendisini içinde bulunduğu topluluktan -üstün olmasa da- farklı görmesindendi. Oysa gözden kaçırdığı bir nokta vardı ki, o da bir topluluğu meydana getirenlerin herhangi birinin birey olarak ele alındığında içinde yer aldıkları topluluğun ortalamasından oldukça farklı olduğuydu; toplumsal ortalamamız farklı olmasa da çoğu zaman bireysel olarak içinde yer aldığımız topluluktan farklıyızdır. Burada da elbette herkes -bir birey olarak- diğerlerinden oldukça farklıydı; kişiyi diğerlerinin gözünde ‘farklı’ yapan ise onun ortaya koyabildiklerine bağlıydı. Örneğin Can farklıydı, zira o ortaya zekasını koyuyordu; Kaan’da ortaya serdiği yetenekleriyle farklıydı; Gözde’nin kendine özgü hüzünlü halet-i ruhiyesi onu farklı kılmaya yetiyordu; Leyla güzel ve -her ne kadar geçmişinde akılsızca birkaç tercih yapmış olsa da- akıllıydı; Özlem burada pek eğlense de buraya gelmekte gösterdiği çekingenlikle farklıydı; Mete ise farklı olduğunu ispatlamak için ortaya koyduğu bir yığın saçma sapan şey, ve bu ortaya koyuşu -kendisini salak gibi gösterdiği halde bunun farkına varmayarak- komik bir abartı ile yapışı ele alındığında oldukça farklı sayılırdı. Aralarındaki ‘farklı’ olmayan tek birey ise, aslında onu da bir hayli farklı yapacak birçok şeyi kendisine saklayan ve bu saklayışını bile başarı ile etrafındaki insanların dikkatlerinden sıyrılarak yapan Aslan’dı. Aslan gayet rahatsız bir birey olmasına rağmen, bu rahatsızlığından dolayı çevresindekileri vicdan azabına sürüklemeyen yalıtılmışlığı ile, pek de dikkati çekmeyen, sade bir vatandaşımızdı. Sadelik burada bir sembol ya da eğretileme değildir; Aslan gerçekten de katışıksız, çözümü kolay kişilik özelliklerine sahip, sade bir insandı. Teknik olarak bu topluluğun içinde Aslan’ı en az ilgi çekici bulması gereken kişi, psikoloji eğitimi alan ve insanları -ister istemez- bu açıdan da ele alan Leyla’ydı. Ancak teknik çıkarımların daima tutarlı olabileceğini söyleyemeyiz, zaten Aslan konusundaki bu çıkarım da bu topluluğu tanıyanlar için gayet tutarsızdı. Zira bu evde Aslan’dan pek haz etmeyen bir kişi varsa o da Can’dı. Can, mantıklı bir sebebi olmadığında -elinden geldiğince- insan seçmemeye çalışırdı, ancak Aslan, (kaderin tuhaf bir oyunundan başka bir şey olamazdı bu) Can’ın, pek de hoşlanmadığı ilkokul öğretmeni, korku verici Kader Hanım’ın oğlundan başkası değildi. Can, -aralarındaki yaş farkı sebebi ile- Aslan’ı ilkokul yıllarından tanımazdı. Akçay’da ilk kez tanıştırıldıklarında -ve Kader Hanım’ın bahsi ister istemez geçiverdiğinde- Aslan içinden ‘Dünya küçük’ diye geçirmekle yetinirken, Can, bu tuhaf tesadüfe ve Kader Hanım’a bildiği tüm küfürlerden özenle derlediği bir seçkiyi yollamıştı. İçinden elbette. Zira Can’ı asıl sıkan Aslan değildi, onu delirten bu garip tesadüftü, ve tabii Kader Hanım’ı o kadar yıldan sonra tekrar görme ihtimalinin belirişiydi. Küllenmiş nefreti tekrar alev almıştı. Can laf arasında ilkokul öğretmeni Kader Hanım için, ‘Yaratıcılığımı neredeyse öldürecek olan şu yaşlı cadı’ demişti Mete’ye. Önceden de bahsetmişti ondan, ancak Aslan’ın -Kader Hanım’ın gölgesi ile beraber- yıllar sonra Akçay’da aniden ortaya çıkışı bu acı hikayeyi Mete için de anlaşılır kılmaya yetmişti. Kader Hanım faktöründen dolayı da Can, istemeye istemeye de olsa, Aslan’a karşı bir hayli soğuktu. Zaten elinden de hiçbir şey gelemezdi, zira Aslan içine kapanık, konuşmaktan televizyon izlemekten aldığının binde biri kadar bile keyif almayan, sessiz, sakin ve sade bir insandı. Can, Kader Hanım’ın Aslan’a hayatı -kendisine edebildiğinden kat kat fazla- zehir ettiğini tahmin edebiliyordu elbette ve aynı acının iki mağduru olarak, oturup onunla baş başa konuşmayı, dertleşmeyi çok istemişti. Ancak Aslan Can’ın bildiği aslanlara hiç benzemiyordu. Adeta kapalı bir kutuydu ve açmak mümkün değildi. (Hatta onu, ilgilenmesi ya da incelemesi için Leyla’ya tavsiye bile etmişti, ne var ki Leyla’nın bu teklifi değerlendirmeye alıp almadığı hakkında en ufak bir fikri bile yoktu.) Böylece -Can ve Leyla da dahil olmak üzere- o topluluktaki herkes Aslan’ı, şu çok klişeleşmiş tabir ile, olduğu gibi kabul etmeye başlamıştı. ‘Ne demektir ki bir insanı olduğu gibi kabul etmek?’ Selim’in, üzerinde takıntı derecesinde durduğu birçok saçma sapan ‘günlük-konuşma-klişesi’nden birisi de buydu: “Onu olduğu gibi kabul edelim.” ‘Bundan başka ne gelir ki elimizden?’ demişti Selim, ‘Kim kimi değiştirebilmiş ki biz Aslan’ı, ya da bir başkasını değiştirebilelim?’ Ne var ki yanılıyordu, zira Kader Hanım Aslan’ı değiştirmeyi başarmış, ondan bambaşka bir şey -ya da diğer bir deyişle, bir hiç- elde etmişti. Aslan’dan geriye, iletişim namına hiçbir şey kalmamıştı. Boşluk. İşin tuhafı, sadece televizyon izlese de bu eve gelip onlarla beraber olabiliyor, hatta bir yerlere gezmeye karar verildiğinde bu karara boyun eğiyor, evine geri dönüp televizyon sefasına orada devam etmeyi yeğlemiyordu. İşte bundandır ki -Selim’i kızdırmak pahasına da olsa- o saçma klişeyi kullanarak, onu ‘olduğu-gibi-kabullenmek’ten başka bir şey gelmiyordu ellerinden. Selim’in kızmasını da pek fazla umursamazlardı zaten. Zira o her şeyi eleştirir, her lafı takıntılı bir biçimde incelerdi. Bu yönüyle Aslan ile en büyük tezattı Selim. Aslan her şeyi, -kendisine uysa da uymasa da- kabullenirken, Selim her teklifte bir hata bulur, kendisini her şeyi eleştirmekle yükümlü hissederdi. Gerçi konu iletişim olduğunda hemen hemen herkes Aslan ile tezattı, ancak Aslan bile bazen onun bu eleştirelliğini tuhaf bulurdu. Aslan, Mete, Can, Kaan, Gözde, Fatoş. Kısacası tanıdığı herkes Selim’in gelecekte başarılı bir eleştirmen olabileceği konusunda fikir birliği içerisindeydi. Ancak bir şeyleri eleştirdiğinde rahat edecekmiş gibi görünse de o aslında her an rahatsızdı. Zaten bu eleştirme merakı da rahatsız oluşundan kaynaklanıyordu. Rahatsızdı, çünkü onun ölçütleri ile diğerlerinin ölçütleri asla ortak paydada buluşmazdı. Onun kurallarıyla hayatın kuralları hep birbirlerine ters düşerdi. Örneğin hemen herkes güncel bir şeyler dinlemekten keyif alırken o alaturka müzik dinlemeyi tercih ederdi. Gerçi ‘zevkler ve renkler tartışılmaz’ derler ama Selim bu sözü bile tartışabilirken kendi garip zevklerini asla tartışma konusu yaptırmazdı. Neden alaturka diye soracak olursanız alacağınız cevap muhakkak ‘Neden olmasın?’ olacaktı. Bilgisayar kullanımına karşıydı mesela, ve gerçekten de asla kullanmazdı. Ancak bir şeyi kuru kuruya da eleştirmezdi. İnceler, ölçer biçer ve bir karara varırdı. Bilgisayar kullanımı konusunda da takıntı haline getirdiği bu teknolojinin çarpık gelişimi ve yayılımıydı. Ayrıca bilgisayarların yer yer ve zaman zaman hayatı kolaylaştırmak şöyle dursun, onu daha da zorlaştırdıklarını iddia ederdi ve buna dair bulgularını uzun uzadıya listeler, tezini kuvvetlendirirdi. Birçok yönüyle Can’a benzetirdi Mete Selim’i, ancak Can’ı daha içten bulurdu. Zira -Mete bunu açıkça gözlemleyemese de- insanların gözünde Can’ı Selim’e göre tercih edilir kılan şey Can’ın kullanmaktan asla utanmadığı bir kelimeyle alakalıydı: Bilmiyorum. Can bunu rahatlıkla kullanır, bundan asla utanmazdı. Bu onun alçakgönüllülüğünün kanıtıydı. Oysa Selim alçakgönüllülük fikrine asla katlanamazdı. ‘Niye kendimi olduğumdan daha basit gösterecekmişim ki?’ derdi, ‘Ben buyum, beğenmeyen yemez.’ Evdeki kişi sayısının daha az olduğu bir gün Gözde ile aralarında geçen şu konuşma onun bu tavrını daha net açıklamaktadır: -Her zaman böyle ‘dediğim dedik’ olmak insanı küstah durumuna düşürebilir ama. -Ne münasebet? Ben küstah değil akıllıyım, sen de öylesin, Kaan da, ve elbette Can da öyle. Akıllı insanı küstah bulan kişi, kendi aptallığını gizlemeye çalışan aciz kişidir. Öylesiyle de işimiz yok zaten. -Ne yapacağız peki? Akıllılar Kulübü kurup oturacak mıyız? Aman ne güzel! Körler sağırlar, birbirini ağırlar. -Güzel tabii kızım. Sanki bayılıyorsun sen de hepsine. Daha iyi değil mi? -Değil tabii! Kalabalık olmasın dediysem bu kadar da katı olalım demedim. Vur dedik, öldürüyorsun. -Öldürürüm. Gerekirse onu da yaparım. -Coşma be manyak! Gerçekten de Selim’in bazen böyle manyaklıkları tutardı. Yeni tanıştığı bir kişi ile anında (karşı tarafın anlamsız bulsa da katılmak durumunda kaldığı) herhangi bir tartışmaya girebilirdi. Kerem ile tanışmalarını alıntılayarak onun bu kendine özgü manyaklıklarına iyi bir örnek verilebilir: -Meraba. -‘Meraba’ değil ‘merhaba’ Eğer bu kelime söylenişi açısından zor geliyorsa basitçe ‘selam’ da diyebilirsin. -Hello desem? -Ah, o hiç olmaz, zira bu laf henüz lisanımızda yer etmiş bir laf değil. -‘Lisan’ da bizim dilimizden değil, ona bakarsak. -Türk Dil Kurumu’nun Türkçe Sözlüğü’nün ikinci cildinde ‘L’ harfine bakınız. Zira orada kendisine yer bulan bir laf lisanımıza işlemiş, böylelikle de bu dili kullanan topluluk içerisinde kabul görülmüş demektir. Hello ve benzeri bir dizi Amerikan Filmi repliğinin lisanımıza kabulü için ise bu bu ve benzeri lafların toplumumuzda yaygın bir biçimde kabul görmesini beklemeliyiz. -Yes. -Ah, dilinizi eşekarısı soksun. Tüm bu kendine özgü çok bilmişliklerine rağmen, insanlar -özellikle, Kerem de dahil olmak üzere, yeni tanıştığı insanların büyük bir çoğunluğu- onu küstah bulmaktan ziyade, bir parça tuhaf olmakla beraber oldukça şirin bulmaktaydı. Selim ise -tahmin edilebileceği üzere- şirin bulunmak fikrine de sinir olurdu. Onun insanlardan istediği, ona pek fazla karışmamalarıydı. Burada, bu evde bulunmasının tek sebebi ise tatilde de kendisi gibi birkaç aklı başında insan ile beraber sakin bir biçimde vakit geçirmekti. Ne var ki Kaan’ın, -Selim ne kadar onu buna zorlasa da- evine dadanan bu insanlardan kurtulmaya hiç niyeti yok gibiydi. Hatta Kaan ona takılmak için bazen şöyle derdi: ‘Napalım, sen de beni ve evimi olduğu gibi kabullenmek zorundasın.’ Selim de elinden başka bir şey gelmediği için mümkün mertebe rahatına bakmaya çalışırdı. Örneğin kitapları ve kasetleri hep burada dururdu. Tatilde de kendi ailesi ile beraber yaşamaktansa, annesi ve babası gelene dek, Kaan’larda hayatını devam ettirir, sadece uyumak için evine dönerdi. Zaten Kaan’ın anne-babası da buraya pek sık gelmezlerdi. Böylece Selim -Kaan ile Gözde’nin samimiyetlerine güvendiği için- evin üçüncü bir üyesi gibi rahat davranırdı. Hatta üzerinde konuşulan şu gecede Selim durumu bir parça abartmıştı. Önceki gece beraberce sabahlamışlardı ve sonra Selim yüzmeye gitmiş, bütün gününü plajda geçirmişti. Uykusuzluktan gözleri kanlanmıştı ve yemekten sonra bayılacak hale geldiğinde Kaan onu evine yollamamıştı, yatak odasında yeri hazırdı zaten. Selim’in uyuyor olması nedense Mete’ye tuhaf bir rahatlama veriyordu, sanki korktuğu veya çekindiği bir kişinin gazabından ömür boyu kurtulmuş gibi. Oysa ondan korktuğu yoktu, sadece onun yanındayken, konuştuğu kelimeleri daha dikkatlice seçmesi gerektiği için, bir parça sıkılıyordu. Şu halde bu akşam Mete’nin sıkıntıya girmeden, dilediğince konuştuğu, hatta kelimeleri gönlünce, gelişigüzel saçtığı söylenebilirdi. Nitekim öyleydi de ve bu en çok Kaan’ın sinirine dokunuyordu. Kaan Selim’in, ‘Kurtul şunlardan artık!’ şeklindeki önerisini sadece Mete’yi göz önüne aldığı zaman cidden aklından geçiriyordu, ama her seferinde kimseye bunu yapamayacağını düşündüğü için vazgeçiyordu. Mete her akşam aynı saatte kapıda belirdiğinde tekrar tekrar pişman oluyor ve öneriyi bir daha ciddiye alıyordu. Bu paradoks her gün sil baştan tekrarlanıyor, ve Selim de Kaan da her akşam tekrar tekrar kahroluyorlardı. Ama Kaan böyleydi, yapılacak hiçbir şey yoktu. Tek çözüm Mete sinir bozmaya başladığında onu ciddiye almadan sakin kalmaya çalışmaktı. Selim bu gece uyuyordu ve Kaan Mete’ye katlanma konusunda Gözde ile yalnız kalmak üzereydi, zira Can da Leyla’yı -yanında da elbette Fatoş’u- konuşmalarına daha rahat devam etmek üzere yan odaya çağırmıştı. Kör talih, Leyla henüz cevap bile verememişti ki Fatoş teklifin üzerine balıklama atladı. Tam da o an birkaç bakışma yaşandı odada. Can Kaan’a ‘Ben kimi çağırıyorum, kiminle gidiyorum’ anlamına gelebilecek kaçamak -ve de bıkkın- bir bakış attı. Leyla Gözde’ye bir bakış atarak ‘Bıktım bu kızın şu tez canlılığından.’ gibisinden ağzını büzüştürdü. Durumu fark eden Kaan Can’a bir göz kırpıp başının ufak bir hareketiyle Leyla’yı işaret etti. Bu da ‘Durumda bir sakatlık var.’ şeklinde yorumlanabilirdi. Bu bakışmalar zinciri tamamlanmaktayken Mete’nin Kaan’ı gerecek türden bir cümlesi ile tam üç kişi birden Kaan’a dönüverdi. Bunlardan birincisi olan Can ilk önce kısa bir süre için gülümsedi, sonra da -ayağa kalkarken- öne eğdiği başını iki yöne doğru birkaç kez salladı. Bu ‘bıkkınlık’ anlamına gelebilecek bir hareketti. Mete’nin cümlesi ile Kaan’a dönüveren kişilerden ikincisi Leyla’ydı ve onun yüzündeki gülümseme ise muhtemelen ‘Allah sana kolaylık versin’ gibi bir anlama geliyordu. Kaan’a dönüveren üçüncü kişi ise Fatoş’tu ve önce Kaan’ı da meraka düşüren bir sessizlikle bakmaya devam etti. Neden sonra bu kısa süreli anlamsız bakışmanın sebebi anlaşıldı: -Sana diyor Kaan’cığım. Kaan Fatoş’un bu gereksiz ve anlamsız yardımseverliği ile istemediği bir sohbete orta yerinden dalmak zorunda kalmıştı. İçinden Fatoş’a teşekkür etmek geçmişti ya, bu sinir ile sesini kontrol edemeyeceğinden korktuğu için susmuş ve Mete’ye dönmüştü. Aslında Kaan Mete’ye katlanabilir, hatta onu sevebilirdi. Zira Mete, şüphesiz ki, iyi bir insandı, samimiydi ve Kaan’ın evine ve arkadaşlarına yönelik bir tür ihtiyacın içerisindeydi. Ne var ki Kaan Mete’nin klasikleşmiş ‘Ben ezik bir insan değilim’ anlamındaki tavırlarından bambaşka bir anlam çıkarmaktaydı: ‘Evet, ben ezik bir insanım ama ikiyüzlülüğümden dolayı bunu kabullenmiyor ve yağ gibi üste çıkarak ezik değilmişim gibi davranıyorum. Bazen de size üstünlük taslayacak kadar küstahlaşabiliyorum.’ Ayırtına varmaktan kendisini alamadığı bu ‘ben-ezik-değilim-ezikliği’nin ötesinde Kaan’ın Mete’den hoşlanmamasının asıl sebebi Mete’nin sürekli konuşup aslında hiçbir şey anlatmamasıydı. Mete konuşmayı severdi ve ahkam kesmemeye de dikkat ederdi. Ama keserdi. Hem de Kaan’ı rahatsız edecek biçimde, alenen yapardı bunu. Örneğin Kaan Selim’in ahkam kesmesinden asla rahatsız olmazken Mete’nin konuşmalarından çok rahatsız olurdu; zira Mete bunu Selim’in yaptığı gibi şirin bir biçimde, ve mantık çerçevesi içerisinde yapamaz, tersine bunu yaparken oldukça itici olurdu ve kendi mantığıyla bile sıklıkla çelişir, amansızca tutarsızlaşırdı. Mete’de -Kaan’a göre- tuhaf ve itici olan bir diğer özellik ise onun kendisi ile ilgili en saçma sapan şeylerle bile hava atmaya olan eğilimiydi. Bu şeyin ne olduğu, insanların gözünde öneminin ne olduğu ise hiç mi hiç önemli değildi onun için, yeter ki onun olsundu. En basit örneğiyle babasına ait 30 yıllık süper-külüstür Anadol bile onun bu tuhaf böbürlenişlerine malzeme olabilirdi. Leyla’ya göre bu tip -ucuz- arabaları kullanan insanlarda direksiyon başındayken görülen o ezikliği (ki Leyla bunu direksiyona yapışıp öne doğru iyice eğilmek suretiyle arabayı garipseyen ve aşağılayan insanların bakışlarından kaçmak olarak özetlemişti) yaşamıyor olması, yani arabasını gayet medeni bir cesaret ile kabullenmiş olması iyi bir şeydi. Ne var ki Kaan’a göre Leyla’nın psikoloji ile ilgili öğrenmesi gereken çok şey vardı. Zira Mete’nin o arabanın direksiyonundayken gösterdiği tuhaf böbürlenme de başlı başına bahsi geçen araç ile dalga geçmekten başka bir şey değildi. Mete aracı kullanırken Leyla’nın tarif ettiği türden bir eziklik gösterseydi eğer bu onun kendisini arabadan da aşağı gördüğü anlamına gelebilirdi. Oysa Mete tam tersini yaparak -yani onun bir külüstür olduğunu kabullenerek ve onunla sınır tanımaksızın dalga geçerek- kendisini ondan daha yüksek bir mertebeye layık göstermiş oluyordu. Zaten araçtan bahsederken asla ‘arabam’ demez, her zaman ‘babamın külüstürü’ demeyi uygun görürdü; böylelikle bu utanç -en azından yakın çevresinde- babasına mal edilmiş olurdu. Eğer Mete, Anadol’u Leyla’nın tarifindeki türden bir eziklik ile kendi tuhaf böbürlenişi arasında kalan normal bir tavırla kullansaydı belki Kaan’ın ona karşı hisleri değişebilirdi. İşin daha da komik kısmı, Mete’nin -Leyla hiç fark etmemiş olsa da- aracı kullanırken zaman zaman burnunu direksiyona yapıştırıp yeteri kadar kahkaha topladığına ikna olana dek de oradan çekmiyor oluşuydu. Bu da Kaan’a göre şu anlama geliyordu: ‘Evet, ben de bu aracın utanılacak cinsten bir araç olduğunun farkındayım ancak bu benim utancım değil, bu, aracı satın alan ve kullanmaya devam etmekte ısrar eden babamın utancı.’ Mete’nin Kaan’a en itici gelen yönü ise konuşmalarında saklıydı. Mete ahkam keseceği anı özenle seçerdi, çünkü özellikle Selim ve benzerlerinin bilgilerine saygı duyar, bu tip insanların yanında konuşmaya başlamadan önce laflarını tartardı. Konuşmanın gidişatı kendisinin iyi bildiği (‘Toplasan bir elin parmaklarını geçmez ya.’ derdi Kaan) şu pek de işe yaramayacak konulardan birisine geldiğinde ise her şey değişiverirdi. Sanattan, günlük hayattan, siyasetten, kültürel etkinliklerden, seksten bahsedilirken yüzüne ve hareketlerine açıkça sinen o ‘ben-ezik-değilim-ezikliği’ kendisini ilgilendiren konulara gelindiğinde bir anda buharlaşıverir, yerini tuzu-kuru futbol yorumcularının üzerlerine pek bir yakışan ‘en-önemli-konuda-en-yetkili-açıklamaları-yapan-kilit-adam’ havasına bırakırdı. İşin Kaan’ı en çok sıkan tarafı, Mete’nin, kendisine özel bu lüzumsuz bilgiler üzerine yaptığı lüzumsuz -ve sıkıcı- açıklamalarına çevresindeki insanları da bir şekilde katılmaya zorluyor olmasıydı. Zira lüzumsuz bilgi, Mete tarafından klasik bir televizyon yapımı taktiği ile -yani sizi de sunumun bir parçası olmak zorunda bırakan yapay bir interaktiflikle- sunulurdu: -Pazaryerlerinde, domates tezgahlarının üzerlerindeki brandalara dikkat et. Hep kırmızı olurlar... -Öyle mi? Çok ilginç... -Gerçekten, ciddi söylüyorum. Hep kırmızı branda kullanırlar. -Allah allah? -... -Neden peki? -Domatesleri olduklarından daha kırmızı göstermek için. Güneş vurduğunda brandanın kırmızısı domatesleri daha güzel, daha renkli gösterir. Tam da bu muhabbetin geçtiği an, Kaan Mete’yi sevebilmek için kendice mantıklı bir sebep aradı ve birkaç sene evvel Bornova’da, pazarda çok beğenip satın aldığı ve eve geldiğinde yeşil çıkan domatesleri düşündü. Ne var ki domatesleri satın aldığı tezgahın üzerindeki brandanın rengini hatırlamayı başaramadı. Sonra Mete’ye içten içe kızmaya devam etti. Aslında bu bilgi Mete’nin kendi zekası ve gözlemi ile vardığı, ya da bir yerlerden duyduğu ve sınayıp doğruluğunu gördüğü bir bilgi olsaydı Kaan ona saygıda kusur etmezdi elbette. Ne var ki Mete’nin babası Akçay pazarında domates satıyordu. Tezgahlarının üzerindeki branda ise, tahmin edilebileceği üzere, kırmızıydı. Eldeki verilere bakılırsa Kaan Mete’yi asla sevemeyecekti. Ama Selim gibi ‘dediğim dedik’ bir insan olamayacağı için de onu evine buyur etmeye devam edecek gibi görünüyordu. *** Mete, işte bu tiyatro grubunun orta yerinde -bir ada misali- yaşamaya, eğlenmeye, eğlendirmeye, sıkılmaya ve de sıkmaya devam ediyordu. Onun bir tiyatro grubunun kulisindeymiş gibi hissetmesine sebep olan hareketlenmelerden birinden hemen sonra -yani Can Leyla ve Fatoş’u yanına alıp yan odaya geçtikten hemen sonra- bilinci açık olmasına rağmen, Mete çevresinden kopup gitti. Olup biteni algılıyordu ama sanki her şey -kendisi ile ilgili olanlar bile- kendi kontrolü dışında gelişiyordu. Alkolün bu yoğunluğu belki bir saat kadar daha sürdü. Bu yoğunluğun kendisini hissettirdiği o son hareketlenme sırasında yanında bulunan birisine bir şeyler söylediğini anımsıyor ama ne söylediğini çıkartamıyordu. Yaklaşık olarak bir çeyrek saatini söylemiş olduğu şeyi -ve kime söylediğini- hatırlamaya çalıştı. Başarılı olduğu söylenemezdi. Kendine gelip zihnine tekrar hükmetmeye başladığında, (bir başka deyişle seyircilikten oyunculuğa geri dönüş yaptığında) kendisini, elinde bulunan bir deste oyun kağıdını incelerken buldu. ‘Nasıl yapmıştı o numarayı?’ diye düşünüyordu. Desteyi elinde tartıyor, evirip çeviriyor, kağıtları teker teker büküyor, düşünüyor, ama işin içinden çıkamıyordu. Arada bir kağıtlardan birini sağ eline alıp salonun tavanında duran, 80’lerden kalma, sağından solundan elmas süsü verilmiş cam parçaları sarkan, ucuz, geniş ve kirli avizeye doğru tutuyor, inceliyor, yine de bir çözüm yolu bulamıyordu. Çok sonra, ışıkları söndürüp hep beraber film izlemeye koyulduklarında, hatta filmi bitirip hakkında konuşmaya başladıklarında bile hep Kaan’ın yaptığı kağıt numarasına takılıydı aklı. Çok sevdiği o filmi bile izleyememiş, izlemeye çabaladığında kendisini bilinçsizce kağıtları düşünürken ya da incelerken bulmuştu. Gün aydınlanırken hep beraber o tedirgin edici minibüse bindiklerinde bile içinde bulunduğu durumun ciddiyetini düşünmekten ve tedirgin olmaktan ziyade kendi kendisine şu soruyu sormaya devam etmişti: ‘Arkasını görmediği bu kadar belliyken kağıdın kırmızı ya da siyah olduğunu görmesi nasıl mümkün olabilir?’ Saat tam olarak 08:53’ü gösterdiğinde -karakoldan çıkarlarken- yükselmeye ve hafif hafif yakıcı yüzünü göstermeye başlayan yaz güneşi bir an için gözlerini aldığında beyninde bir ışık parıldayıverdi: ‘Eureka!’ Kağıt oyununun sırrını çözmüştü. Çok basitti, evet.
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Anıl Gökpek, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |