|
Anasayfa |
Son
Eklenenler |
Forumlar |
Üyelik |
Yazar
Katılımı |
Yazar Kütüphaneleri |
|
|
16 Ocak 2004
Mini Sosyal Bilimler Ansiklopedisi - Cilt III
S-Z
Anıl Gökpek
Yasal uyarı sağlığa zararlıdır. |
|
-S-
SİGARA: Coğrafi keşiflerin Avrupa'ya getirdiği tütün önceleri -yüksek masrafından dolayı- sadece zenginler tarafından içilirdi. Kıyılmış tütün kıyılmamış tütün yapraklarına sarılır, ince puro olurdu; bir zenginlik işaretiydi bu. Bahsi geçen ince puroların son iki-üç parmaklık kısımları -doğal olarak- içilmez atılırdı. İzmaritleri toparlayan Paris'li evsiz-barksızlar (bkz. 'Sefiller' ve 'V.Hugo' maddeleri.) ayıkladıkları tütünü kağıda sarıp içmek suretiyle sigarayı icat etmiş oldular. Bu yönüyle sigara sokağın, yoksulun uyuşturucusuydu.
Elbette yoksul uyuşturucusunu zenginle paylaşmasını bildi. Bu paylaşım atasözlerine de yansımıştır:
İster zengin ol ister fukara
Her yemekten sonra yak bir cigara
Alkol gibi sigaranın da bünyesinde bir 'içelim sosyalleşelim' etkisi barındırdığı reddedilemez bir gerçek. Ne ki, kibar takımının son yıllarda sigarayı yok etmek için yoğun bir baskı uygulamakta olduğu da bir başka gerçek.
Zararlıymış. Oysa margarini yok etmek için dernek kuran kimseye rastlanmadı.
***
Bu, yıllar önce bir dergide yayınlanan iki resmi getiriyor aklıma: 1930'larda Bayer firmasının satışa sunduğu iki ilacının paketlerinin resimleri. Üstteki paket hepimizin bildiği Aspirin paketi, bildiğimiz dizaynı ile o aynı yeşil paket. Altında ise aynı dizayna sahip kahverengi bir paket. Paketin üzerinde ise şu isim yazılı: Heroin. Yani dilimizdeki karşılığıyla eroin. Bu uyuşturucu şimdilerde 'öcü' muamelesi görse de 1930'larda -yani yasaklanmadan önce- eczanelerde satılıyormuş. Demek oluyor ki ya o vakitler bilim adamları eroinin zararlarını tahlil edemeyecek kadar cahillermiş ya da birileri gayet-resmi uyuşturucu satışından insanların gözünün içine baka baka maddi çıkar sağlamış.
***
Katherine Mansfield’ın 'A Dill Pickle' adlı hikayesinde -zaman yine 20. yüzyılın başlarıdır- erkek kahraman sigara içerken görülmekten ve dönemin bir zenginlik işareti olarak kabul gören sigara kokusunun üzerine sinmesinden züppece bir keyif alır. Büyükbabam anlatırdı zamanında: 1950'den önce kendisi genç bir itfaiyeciyken, sık sık burun kanamasından şikayetle gittiği bir doktor -nikotinin kanı durdurma özelliğinden dolayı- ona 'sigara içmesini' tavsiye etmiş. Doktorun cahil olduğunu düşünebiliriz; ama yine de bu, o dönemlerde sigaraya nasıl bakıldığına dair güzel bir örnektir.
Sigaraya bakışımız, her şeyde olduğu gibi, zamanın ruhuna göre değişmiş ve şekillenmiş; evet, doğrudur. Ama yine de bu, yaşamında hiç sigara içmemiş Yeşilaycı bir tuzu kurunun gelip de bana -hepsinde bulunan aynı ifadeyle- "İçme şunu, kendini öldürüyorsun." demesi için yeterli bir sebep değildir. İhtimal ki, yarın 'densizlik' yasaklansa, benim o arkadaşa gidip "Yaşama buralarda, beni öldürüyorsun. Hem de yasayı çiğniyorsun." demem hoş olur mu? Dedirtmeyin!
***
Yasak konusu ise ayrı bir tartışma konusu. Bu konuda birçoklarının muhtemelen gözünden kaçmış bir ayrıntı var ki değinmeden olmaz. 1997 yılında -en azından ben o yılda görmüştüm- Tekel'in ürettiği ‘Kısa Ballıca’ sigarasının paketinin üzerinde (adettendir diye yazılan o malum uyarıda) dikkatsizlik sonucu şöyle bir hata oluşmuştu:
YASAL UYARI
SAĞLIĞA ZARARLIDIR
Dikkat edeceğiniz üzere birinci satır sonunda ne iki-nokta-üst üste (:) ne de virgül (,) var. İlkokul öğretmenimizi saygıyla analım ve yukarıdaki uyarıyı 'bir noktalama işareti görene dek soluk almadan', tek seferde okuyalım: YASAL UYARI SAĞLIĞA ZARARLIDIR.
Şaka bir yana, uyarmak başka bir şeydir bilip bilmeden ahkam kesmek başka. Sigara bağımlılıktır. İki kere iki dört eder. Bu iki önerme dünyanın en bilinen ve en kesin iki önermesidir. Sigarayı bir-iki ay içip bırakacağım diyen adama zaten uyarı da işlemeyecektir. Yasaklamayın. Yoksa günün birinde, "Ciğerimizi sökecek kadar güçlü klimaları olan şehirlerarası otobüslerde sigarayı yasaklamanın mantıksal gerekçesi nedir? Hepsinin mi kliması bozuk? Para toplar yaptırırız." dendiğinde apışıp kalabilirsiniz.
***
İyisiyle kötüsüyle sigara keyif verici bir maddedir ve hala sıkça kullanılmaktadır. Ansiklopedimizin 'S' harfine 'Seks'i değil de 'Sigara'yı koymuşsak vardır bir sebebi. Hem sigara şakaya gelmez, Şeytan doldurur. Kimsenin keyfine karışmayalım.
-Ş-
ŞİŞEDEKİ MESAJ: “57 yaşında bir emekli astsubayım. Kendime ait bir evim, dolgun bir emekli maaşım, özel arcım ayrıca bir de yazlık evim var. Hiç evlenmedim. İyi bir aile eğitimi almış, 40-45 yaşlarında, ev işlerinden anlayan, tercihen kumral bir hayat arkadaşı arıyorum. Mektuplarınız cevapsız kalmayacaktır.
RUMUZ: Robenson.”
-T-
TELSİZ ÇALGILAR: Bir grup müzik enstrümanının ortak adı. Diğer çalgı grupları (telli çalgılar, üflemeli çalgılar, vurmalı çalgılar, vb.) kadar önemsenmeyen ve gözardı edilen bu tip enstrümanların en bilineni mobil telefonlardır.
Mobil telefonlar her ne kadar telsiz çalgılar grubuna dahil edilseler de periyodik olarak tel bağlantısına (şarj cihazı) muhtaçtırlar. Yine de yaygın kullanımı telsiz kullanımdır.
Diğer çalgı gruplarında olduğu gibi müzisyeni sosyalleştirmek ya da maddi/manevi tatmin etmek bir yana telsiz çalgılar kullanıcısını hem maddi zarara sokarken hem de hızla bireyselleştirip yalnızlığa iterler. Bu yönüyle telsiz çalgı kullanan müzisyenler uyuşturucu bağımlılarına (bkz. Madde Bağımlılığı) benzerler. Kalabalık bir grubun içindeyken kabuğuna çekilip müziklerini (melodi programları, zil tonları, mesaj sesleri, vb. biçimler aracılığıyla) icra eden bu müzisyenler içlerinde bulundukları gruba da pek faydalı olamazlar.
Bu çalgı grubunun müzisyenleri -1980'lerde ortaya çıkan ve karakteristik özellikleri mahalle bakkalından (bkz. Hacı Bakkal) aldıkları defterleri karaladıkları şiirlerle ya da saçma sapan anketlerle doldurmak olan- 'Israrcı Romantizm' ekolünün teknolojik olanaklarla donatılmış bir nevi uzantısı niteliğindedirler.
Şizofrenik bozuklukları da rapor edilmiş olan telsiz çalgı kullanıcılarının en sevdikleri içki biradır. 250 ml. bira ile bir hafta sarhoş gezebildikleri gözlemlenmiştir.
-U-
UMUT: 'Ademoğlunun bütün umutsuzluğu umuda gereğinden fazla bağlı olmasındandır.' (Anonim)
-Ü-
ÜNİVERSİTE: Evet? Bunu da bitirdik. Şimdi ne var sırada?
-V-
VELİ TOPLANTISI:
-Öğretmen Hanım, nasıl bizim oğlanın durumu?
-Bakın Erkin Bey. Aslında Can zeki bir çocuk. İstediğinde her şeyi kavrayabiliyor. Ama...
-Aman Öğretmen Hanım! Ama ne?
-Ama bu aralar pek başarılı olduğunu söyleyemeyeceğim. Notlarından da bu düşüşü görebilirsiniz.
-Aman efendim. Bu çocuklar henüz ilkokuldalar. Hem bu notları da siz veriyorsunuz en nihayetinde. Yani demem o ki madem çocuk başarılı... Diyorum ki bu yaşta notları düşük gelirse çocuğun isteği kaçabilir.
-Erkin Bey, ilkokul diyorsunuz ama 4. sınıf oldular artık. Yaşları da 10 oldu, çocukluktan çıkıyorlar yavaş yavaş. Hem artık 'çarpım tablosu'nu, 'abece'yi geçtik.
-Haklısınız ama...
-Üzülmeyin sınıfta kalmaz. Yalnız biraz daha ilgili olması lazım. Eve gidince 'Hayat Bilgisi' defterini açın ve inceleyin lütfen. Ders boyunca kafasını kaldırmıyor, derse hiç katılmıyor, tek yaptığı defterin sağını solunu karalamak.
-Küçükken de böyleydi. Gazete, dergi, eline ne geçirirse karalardı.
-Ama artık küçük değil.
-...
-Yaz tatilini nerede geçiriyorsunuz?
-Akçay'da bir yazlık evimiz var. Malum, çocuklar yüzmeyi seviyor.
-Öyle. Yalnız yazın bir yolunu bulup eğitimine devam etmesini sağlamalısınız. Örneğin bir program hazırlayabilirsiniz. Belirli aralıklarla kitap okumasını sağlayabilirsiniz. Böylece Eylül'de yabancılık çekmemiş olur.
-Ama Kader Hanım, o sıcakta burnunun dibinde deniz varken çocuğu eve bağlayamam ya! Hem 'Zorla güzellik olmaz' derler, değil mi?
-Olur Erkin Bey, güzellik gerektiğinde zorla da olur. Ama caydıramam derseniz, bu sene onu Akçay'a götürmek yerine burada basit bir işte çalıştırabilirsiniz. Böylelikle 'hayat'ı öğrenir ve eğitimin gerekliliğini kavrar.
-Aman efendim aman. Kendi çocuğum olsun, başkasının çocuğu olsun... Bugüne kadar ben çocukların adi işlerde 3-5 kuruş için sömürülmelerini asla tasvip etmedim. Edemem de. Ayrıca yaşamı öğrenmenin tek yolu bu değildir. Herkes eninde sonunda yaşamı öğrenir. Hem söyleyin; siz 10 yaşınızdayken bir işte çalışmış mıydınız?
-Ama bu aynı şey değil. Ben bir bayanım.
-Ama sizde aşağı yukarı aynı yaşamı sürdürüyorsunuz.
-...
-Bunun başka bir yolu olmalı. Bu iş sınıfta çözülebilir.
-Erkin Bey, oğlunuz ödevlerini yapmıyor, derse katılmıyor, sözlülerde ise gayet başarısız. Ne yapabilirim söyleyin?
-Okuldan keyif almasını sağlayabilirsiniz. Öyle tırnak kontrolü gibi ödev kontrolü yaparak, çalışmamış olduğu halde sınıf ortasında rencide ederek onu kazanamazsınız. Hiçbir öğrenciyi kazanamazsınız. Bunları yaparak ufacık kafalarına silinmez korkular, çekingenlikler kazımaktan başka hiçbir şeyi başaramazsınız.
-Sınıfta ondan başka 44 öğrenci daha var. Ödevlerini kontrol etmeyeyim de iyice mi azıtsınlar?
-Öğrencinin psikolojisini bilmek durumunda olan sizsiniz! Ya ben ne yapayım? Çocuğumun kaydını aldırıp evde kendim mi sürdüreyim eğitimini? Bu daha mı iyi?
-Y-
YAŞAM: Her fırsatta 'yaşam üzerine ahkam kesen, o kimsenin dinlemediği sokak filozofları türünden birisi değilim. Olmaya da yeltenmem.
Çünkü, yaşam da 'aşk' gibi, 'barış' gibi her insanın, şöyle ya da böyle, bildiği ve/veya kendine göre yorumladığı (açık dokulu) bir kavramdır. Bu kavramlar elastikiyetleri nedeniyle, örneğin, şairliğe öykünen herkesin ağzında sakız olagelmiştir. (“Ağır ol Bay Şiir, ne de olsa kulvarlarımız ayrı.”) Dileyen bu sakızı dilediği yere çeker, dileyen onu dilediğince çiğner, dileyen de balon yapıp şapırtıyla patlatır.
Yukarıda da söylediğimiz gibi bu kavramların esneme payı yüksektir, bu yüzden de tüm 'şairimsi'ler bunları gönüllerince kullanır ve -sanki en güzel yorumu kendileri yapmış gibi- bundan böbürlenirler. Ancak sırf bu yüzden son yorumu yapıp konuya noktayı koyan genç arkadaşlarımızı da göz ardı etmemeli. Nitekim bakın bir genç girişimcimiz bu 'bol-keseden-aşk-özdeyişleri'ne nasıl da noktayı koymuş:
Aşk bir turşu suyudur,
içenin midesi bulanır,
içmeyenin ağzı
sulanır.
Bu son noktadan sonra bizlere düşen ise şudur: Madem ki bu eskimiş, kabak tadı vermiş tanımlarla işimiz olmayacak o halde biz de onları, adını koymadan, etiketleştirmeden, dışarıdan anlatacağız, ima edecek ve çağrıştıracağız. Yoksa bu kelimeler markalaşacak ve anlamlarını yitirecektirler. Barış demeden de barış özlemini anlatan şiirler yazılabilmektedir (bkz. Orhan Veli – Harbe Giden).
Yaşam konusunu bitirmeden önce değinilecek bir konu daha vardır: Türkçe’de kendisine bu kadar güzel -bir o kadar da erotik ve hafif ıslak- bir karşılık bulunmuş olmasına karşın neden bazılarının hala 'yaşam' sözcüğünü kullanmayıp 'hayat'ta ısrar ettikleri anlaşılamaz bir durumdur. Yaşam. Bakın nasıl da keyif veriyor, nasıl da kıpır kıpır oluyor içimiz.
-Z-
'Sanatçı eserini yaratırken, onun bir köşesinden
kendi geleceğine, ufacık da olsa bir
selam göndermez mi?' (Anonim)
ZAMAN: Manevi uzaklıkların ölçüm birimi. Hücresinde sıkışıp kalan bir müebbet mahkumunu somut uzaklıklarına konan sınırlama da daraltır elbette, ne var ki asıl daraltıcı olan soyut uzaklıklarına konan sınırlamalardır. ‘Yarın mı bitecek bu çile? Haftaya mı öleceğim? Önümüzdeki sonbahar mı çıkacak af?’ Bazen bu ölçümün alt birimlerinin (saniye, dakika, saat, vb.) en kısası bile geçmez olur. İnsan nelere kadir!
***
Yıllar önce bir perşembe günü içinize bir ölüm sıkıntısı düşmüştü, geçip gitmeyi bilmeyen cinsinden. İlkokul dördüncü sınıftaydınız ve -anlayamadığınız için belki de- matematikten nefret ediyordunuz. Üçüncü ders -o aşağılık 50 dakikalardan biri daha- geçmek bilmiyordu. Sıradaki defter dünyanız oluvermiş, siz de -belki sıkıntınız geçer diye, belki de farkında bile olmadan- onu baştan sona karalamıştınız.
Garip ve anlamsız şekiller.
Şimdi 27 yaşındasınız, yaşamınızın rotasını muhtemelen değişmeyecek bir kesinlikle -yoksa değişemeyecek kadar korkak mısınız?- çizdiniz. Ve şimdi eski kağıtların arasından çıkan o deftere, o garip ve anlamsız karalamalara bakıp gülümsüyor ve belki de içten içe kendinizden utanıyorsunuz (Utanmayın! Onları yazan sizdiniz).
Yoksa yıllar öncesinin o ölüm sıkıntılarını, onu görmeyi umduğunuz teneffüse doğru akıp giden o bitmek bilmeyen ‘50 dakika’larda çektiklerinizi unuttunuz mu?
Ne çabuk?
Oysa o sıkıntı ne kadar da gerçekti o zamanlar. İnsan zihni nelere kadir!
Unutmaya...
Ve sıkılmaya...
Ve elbette vazgeçmeye...
***
Yeri gelmişken; o müebbet mahkumu da çoktan terk etti dünyayı.
Söyleyeceklerim var!
Bu yazıda yazanlara katılıyor musunuz? Eklemek istediğiniz bir şey var mı? Katılmadığınız, beğenmediğiniz ya da düzeltilmesi gerekiyor diye düşündüğünüz bilgiler mi içeriyor?
Yazıları
yorumlayabilmek için üye olmalısınız. Neden mi? İnanıyoruz
ki, yüreklerini ve düşüncelerini çekinmeden okurlarına açan yazarlarımız,
yazıları hakkında fikir yürütenlerle istediklerinde diyaloğa geçebilmeliler.
Daha önceden kayıt olduysanız, burayı tıklayın.
|
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
|
Kayıp kuşak gerçek mi? Yoksa sadece bir efsaneden mi ibaret?
Etkilendiği Yazarlar:
Oğuz Atay, James Joyce, Sabahattin Ali
|
|
bu
yazının yer aldığı
kütüphaneler |
|
|
|