Sorularla dolu bir kitap... hiçbir zaman eksiksiz olamaz. -Robert Hamilton |
|
||||||||||
|
Seval Deniz Karahaliloğlu Canım çok sıkkın. Çok ama çok. Ölesiye sıkılıyorum. Neredeyse, bu sıkıntı beni öldürebilir. Öyle ki, canım, altı patlarımı alıp, ‘dünyanın jandarmalığına’ soyunan zibidi Bush’un karşısına ‘esas oğlan’ John Wayne misali çıkıp, tıpkı Yüzbaşı Tommiks’de olduğu gibi ‘Çek lan silahını’ demek istiyor… Onun işini tek kurşunla bitirdikten sonra, kasabanın yegane barına, yani Saloon’a gidip iki tek atmak. Bugün kelimelerin ardına saklanmadan, satır aralarına anlamlar yüklemeye kalkışmadan olayı alfabe formatına indirip konuşmak istiyorum. Yani olayı, ‘Ali topu at.’ ‘Ayşe yazı yaz’ formuna indirgeyerek düşünmek ve o sadelik ile ifade edebilmek. Aslında bu da bir tür ‘farkındalık’ değil mi? Daha ileri bir adımla bir ‘tercih sebebi’? Beni kaygılandıran içinde bulunduğumuz ortamın şartları. Ve bu şartlar içerisinde, ‘vatandaş’ olarak bana sorulmadan, ‘onlar’ tarafından uygun görülerek şahsıma dayatılan, yani ‘bana biçilen rol’. Ortamın şartları, geçim sıkıntısı, işsizlik, geleceği görememe, yitirilen değerler (yükselen olanından bahsetmiyorum), umutsuzluk, savaş korkusu, ulusal bütünlüğün parçalanması, toprak kaybı, Cumhuriyetin göz göre göre elden gitmesi (hani kör gözün parmağına misali), ‘laikliğin’ altının sistematik olarak kazılması ve Kıbrıs’ın ‘hibe’ edilmeye çalışılması olarak özetlenebilir. Ve en önemlisi, en çok canımı yakanı, Kıbrıs’ın ulufe dağıtılır gibi ‘dış kapının mandalı’ Tayip tarafından hibe edilmesi. Bush amcasının verdiği parlak bilyeler karşılığında, ‘şamar oğlanı’ Tayip, babasının malı gibi Kıbrıs’ı veriyor. Benim, sizin, sokaktaki adamın, hepimizin olan Kıbrıs’ı. Anamızın ak sütü kadar bize helal olan, bize ait olan Kıbrıs’ı. Hem de beni kaale almama cüreti göstererek. Beni, koskoca ‘Türkiye Cumhuriyeti Vatandaşını’. Gelelim tezgahlanan oyuna. Bir kere oyunun kurallarını hiç sevmedim. Oyunu ise hiç. Kendilerini ‘Ari Efendiler’ olarak tanımlayanların, önümüze temcit pilavı gibi ısıtıp ısıtıp getirdikleri ‘köle efendi’ oyununu. Daha açıkçası ‘Senin düşünmene gerek yok. Ben senden daha iyi düşünürüm. Hem efendiler niçin var? Köle olarak senden beklenen şey, soru sormadan beyaz efendilere itaat etmektir’ oyununu. Yani Spartaküs’den bu yana süre gelen bayatlamış versiyonunu. Bu işin çok kaba bir tanımı. Gündelik hayatın her basamağında görebileceğimiz dayatmalar yelpazesinin neredeyse ucu bucağı yok. Bir ucu ekonomiye dayanıyorsa, diğer uç düşün dünyamıza kadar uzanıyor. Tıpkı, İsaac Asimov’un kurguladığı korku türü bilim - kurgu romanlarının habercisi gibi. Gelelim işin düşünsel yönüne yani en vahim olanına. Yani sorunun zirve noktasına. Teoride, bilim önünde herkes eşittir değil mi? Üstelik, Matematiğin önünde ise iki defa daha eşit. Çünkü, oyunun kuralı çok basit. Düşündüğün kadar varsın. Düşündüğün kadar özgürsün. Düz mantık. İki kere iki dört eder mantığı. Bu Matematik bize, ‘insanca yaşama standardını’ belirleyen parametrelerden en önemlisini veriyor. BİLGİYİ. Ve bilgiyi kullanmayı. Bilgiyi kullanmanın getirdiği özgürlüğü. Hadi olayı abartalım. GÜCÜ. İşte o güç, bizi özgür kılıyor. Gelelim oyuna. Ve ‘farkında’ olma durumuna. Bu şartlar altında, hem oynanan oyunun farkındaysak hem de bize biçilen rolün, durum çok ‘tatsız’ olabiliyor. İlk önce, oyunu ve kurallarını sorguluyoruz. Sonra da onları değiştirmek istiyoruz çünkü ‘farkındalık’ bunu gerektiriyor. Memnunsak ya farkında değiliz yada önemsemiyoruz. Farkında değilsek, o zaman zaten otomatik olarak oyun dışıyız. Yani bizim için hiçbir şey fark etmiyor. Hem farkında olup hem de önemsemiyorsak durum çok ciddi demek. Bu durumda bize, acil olarak, ruhumuzu kurtaracak bir hoca lazım. Bir de oyundan sıkılma durumu var. Oyunda bize biçilen role göre, sobelenen olmaktan bıkınca, elim sende deyip sobeleyen olmak isteriz yada iyisi mi oyunun kurallarını tümüyle değiştirmek. İtiraz edebiliriz. Mızıkçılık yaparız. İşi kabadayılığa vardırıp, kendi kurallarımızla, kendi oyunumuzu diğerlerine dayatabiliriz. Üstelik, hiç de fena olmaz. Çünkü, artık ben bu oyundan fena halde sıkıldım. Burada işin anahtarı, bilgi. Kilidi açma yöntemi ise bilgiyi kullanma biçimi ile ilintili. Olayın farkında olmak ise oyuna hakim olmak demek. Bilinç ise kısaca olayı yönetmek, düzenlemek ve kurmak. Olayları görüp de ‘deve kuşu’ misali kafamızı kuma sokup sanki dünya dönmüyormuş gibi yapamayız. Hadi duruma romantik bir ad bulalım. Buna olsa olsa ‘Alice Harikalar Diyarında’ olmak denir. ‘Farkındalığın’ bilinciyle sorgulayarak, düşünenler ile cahil cesaretiyle dolu dizgin yaşayanların oluşturduğu ironiyi ele alırsak, günlük ekmeğinin kaygısına düşmüş sıradan insanın daha mutlu olduğunu düşünerek ‘farkındalığın’ iki defa daha acıtan sancılı bir süreç olduğunu kabul etmek gerekiyor. Bu durumda, basit insanın mutlu dünyasında, ‘Alice Harikalar Diyarında’ misali yaşamak varken, Dante'nin Cehennemi'nde dolanan biz 'farkındalar', bilincimiz ve aklımızla onların günahlarını da yüklenmiş neredeyse 'kendinden menkul azizler' misali yaşayıp gidiyoruz. Korkarım bu gidişle, ya onları ‘Dante'nin Cehennemine’ çekeceğiz yada bizler ‘Alice Harikalar Diyarına’ terfi edeceğiz? Yani her şey toz pembeymiş gibi yapacağız. İkinci Dünya Savaşı sırasında, Rockefeller di galiba, (kesin adamın adını yanlış yazıyorumdur) kalp hastası milyarder bir iş adamı için tek nüsha basılan bir pembe gazete çıkartıyorlardı. Milyarderimizin naif kalbi, hayatın acıtan gerçekleri karşısında durmasın diye. ‘Hitler ve Roosvelt bir araya geldi, golf oynadılar’. ‘İki sevgili dost bir birine pasta yedirdi’ türünden haberlerin yer aldığı pembe bir gazete. Gerçeklerden tümüyle uzak, neredeyse taban tabana zıt haberlerle donattıkları bir pembe gazete. (Laf aramızda, günümüzde ‘güzide basınımızda’ çıkan gazetelerden pek farklı değil). Utanmasalar, ‘Hitler ve Roosvelt yanak yanağa dans etti’ diye yazacaklar. Anlayacağınız, hikaye çok komik, aynı ölçüde hüzünlü, bir o kadar ironik. Yani, hikayede yok yok. Neredeyse, gezici vodvil kumpanyaları için harika bir malzeme içeriyor. (Arada bir çılgın hayal gücümün kuyruğuna, rüzgarda özgürce salınan uçurtmalar misali kapılıp gidiyorum, lütfen kusuruma bakmayın.) Neredeydik, evet şu dilimin bir türlü dönmediği kahrolası zengin için çıkartılan pembe gazeteden bahsediyorduk. İşte o pembe gazetenin sayfalarında tanımlanan dünyada yaşamaya ‘Alice Harikalar Diyarında’ olma durumu denir. Gelelim Alice’e ve bir türlü içinden çıkamadığı şu ‘Harikalar Diyarına’. Sahi, bu kız neden oradan bir türlü çıkamaz? Canı mı istemiyor, kayıp mı oldu? Tıpkı, çıkmaz sokak gibi. Çıkış kapısını bulabilsin diye, Alice’in hep bir ‘haritaya’ ihtiyacı olduğunu düşünmüşümdür. Bu arada, bir de bizim sabık Dante’miz var. Hemen onu Modern Zamanlara indirgeyelim. Yani, 21. yüzyılın Matrix’ine. Filmin kahramanı Negro, bilgisayarlar tarafından yönetilen bir korku-bilim kurgu öyküsünün içinde ‘şimdi sırası mıydı?’ tavrıyla var olan bir kahraman. Mutlu olduğu sahte dünyadan koparılarak tatsız gerçekler tarafından kuşatılmış bir korku dünyasına getirilen isteksiz bir kahraman. Tıpkı Dante’nin Cehennemi. Zavallı Negro, ‘Hakikaten sırası mıydı, tam işleri yoluna koymuştum yaa…’ tavrıyla ‘Tanrım, dünyayı kurtarmalıyım’ seçimi arasında gidip gelen zavallı Negro. Yani durumu, Dante’den daha iyi değil. Hatta daha beter. Eminim, o da Alice ve tavşanla birlikte Kraliçe’nin verdiği çay partisine katılmak isterdi ama kazın ayağı öyle değil. Neyse, bu şartlarda Alice’i ve sevgili Dante’yi bir araya getirmek zaten mümkün değil. Çünkü, bir kere olayın doğasına aykırı. Dante, hayatın farklı bir boyutunda yaşıyor. Yaşama bakışında Alice’in sahip olmadığı bir parametre var. ‘Farkında olmak’. ‘Farkındalık’ ama ‘farkındalığı’ nakde çeviremiyor sorun orada. Tahvil yada hisse senedi olarak kullanabilse, ilk önce Beatrice sorununu çözecek ama daha kendi söküğünü dikemiyor, nerede kaldı benim kurmayı tasarladığım oyun için alternatif stratejiler üretmek. Yani işin özü, Alice ve Dante gibi yaşamın iki kıyısı arasında gel gitler halinde sürüklenip duruyoruz. Ben, ‘farkındalığın’ getirdiği acıya, krema yapıp ‘bilinci’ de ekliyorum. Böylece, ortaya ‘arabesk’ bir pasta çıkıyor. Neden arabesk? Çünkü, asla gerçeğe tahvil edemeyeceğimi bildiğim ‘kişisel farkındalığım’ ve kreması olan ‘bilincim’ ile elimde sıfıra sıfır elde var yine sıfır misali bana ‘dayatılanları’ yemeye zorlanıyorum. Hiç soğumuş, topak topak olmuş tarhana çorbası içmeye zorlandınız mı? Tek kelime ile iğrenç oluyor. Tıpkı matah bir iş yapıyormuş misali bangır bangır bağıran medya, televizyon ve gazetelerin bize dayatmaya çalıştıkları ‘hazır yemekler’ tadında. Bu arada bir de ‘beyaz efendilerinden’ emir alan, ‘kapı kulu uşakları’… Ve bu ‘uşakların’ yaptığı kanunlarla bana zorla dayatılan gerçekler var… İşin en ironik yanı, bu ‘uşakların’ tarihi yazacak oluşu. İşte, en çok buna dayanamıyorum. Benim canım mızıkçılık yapmak istiyor. Kabadayılık yapıp bundan böyle oyunu ve kurallarını değiştiriyorum. Artık ben, sobelemek istiyorum. Sobeeeeeeee……………………………………….
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Seval Deniz Karahaliloğlu, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |