Gerçeğin dili çok yalın. -Euripides |
|
||||||||||
|
Seval Deniz Karahaliloğlu Yolunu şaşırmış ruhlardan biri sıkışıp kaldığı bedende derin bir acıyla yalvarıyor. “Allah’ım ne olursun beni kadın yap. Allah’ım ne olursun beni kadın yap, Allah’ım ne olursun beni kadın yap….” “Annem yok, babam yok, kardeşlerim yok. Kadın değilim, bir kocam yok. Erkek değilim, bir karım yok. Sanki başka bir gezegenden gelmişim gibi.” Bu bir insanın kaldırabileceğinden çok daha büyük bir yalnızlık. Umut da kaldıramıyor bu koyu yalnızlığı. O duygusal iniş çıkışları, o aşırı neşeli halleri, o ansızın duygusal boşalmaları hep bu yüzden. O gayya kuyusu kadar derin yalnızlıkla baş edebilmek için o bütün duygusal dalgalanmalar. Ve yüreğimize bakıp ekliyor. “Siz bir yere ait olamamanın ne demek olduğunu bilemezsiniz.” Bugünün dünden farksız olduğu bir coğrafyada, var oluşu tehdit olarak algılanan bir kadının tek kişilik gösterisindeyiz. Ailenin, bir yere ait olabilmenin, aidiyet duygusunun ne kadar önemli olduğunu içimiz acırken fark ediyoruz. Umut ya da Gülseren fark etmez, orada bir kol mesafesindeki kadını hiç tanımıyoruz ama karşımızdaki insanın acısı bizim acınız oluyor, o acıyla haykırdıkça bizim içimiz sızlıyor. Hayat güvenli, korunaklı odacıklarımızda ne kadar da sakin ve sesiz akıyor. Mahallenin bakkalı, manavı, esnafı, taksicisi hepsi sanki o samimi, sıcak TV dizilerindeki gibi babacan, güzel insanlar. Herkes iyi. Herkes namuslu. Sokaklarda hiç kötülük yok. Hırsızlık, gasp, soygun, cinayet, teröristler, uyuşturucu, fahişeler, travestiler, transseksüeller bizim gezegenimizde yaşamıyorlar. Onlar adını bilmediğimiz başka bir dünyaya ait. Her şey alabildiğine temiz, alabildiğine güvenliyken canımızı neden sıkalım. Öyle değil mi? “Ben annemi her gün bu saatte ararım. Tam 15 yıldır, her gün aynı saatte arar gündelik olaylardan bahsederim. Mesela yeni bir koltuk takımı aldım, arkadaşlar çaya geldi filan. Annem hiç cevap vermez ama bilirim. Oradadır. Ahizenin diğer ucunda. Öylece dinler. Sessiz. Ah, anneciğim seni ne kadar çok özledim. Anneciğim….” O an sahnede Sumru Yavrucuk yok, anneciğinin Umudu var. Cinsel kimliğini bulmaya çalışan ama bir türlü başaramayan gencin çaresizliğini, annesini hayal kırıklığına uğrattığı için çektiği acıyı, babasıyla olan şiddetli çatışmalarını hep o seste duyarız. Sarı payetli kostümü içinde çok gösterişli bir kadın. Dışardan çok matrak görünen hayatından satır başları geçiyor bize. Anılardan anılara konarken kahkahalarla gülüyoruz, an geliyor hüzünden göz yaşlarımıza engel olamıyoruz. Hiçbir şey göründüğü gibi değilmiş. Mesela, “travestiler pis yaratıklardır, onları öldürmek sevaptır” cümlesine isterseniz biraz daha yakından bakalım. Güçlü görünen, kendisiyle dalga geçecek kadar matrak, eğlenceli, yeri geldi mi cazgır, mesela sokaktan geçen bir hergeleye sözünü hiç sakınmayan ama içini bir eşelediniz mi bir o kadar kırılgan bir Umut çıkıyor karşımıza. Adıyla dalga geçercesine ironik biçimde umutsuz, kesinlikle yapayalnız, acı dolu bir insan. Bir transseksüel. Üstelik tam olarak kendisi de bilmiyor kim olduğunu. Bahşişi bol tuttuğu apartmanın kapıcısına göre, yukarıdaki ağabeyler, gece olunca uzak durulması gereken ablalar. Yani, durum biraz karışık. Hormonla şişirilmiş göğüslerine karşın neden kestirmediğini gayet net açıklar “Kestirir miyim ayol, o benim ekmek teknem.” Yani, Umutla pasif ilişkiye giren, Orhan Abi karakteriyle simgeleşen namuslu aile babaları pek de o kadar masum değilmiş demek ki. Bir transseksüelin hayatından kesitleri izlerken toplumun iki yüzlü ahlak anlayışına da tanık oluyoruz. Sumru Yavrucuk’un hayat verdiği Umut’un çok acı bir hikayesi var. Sonuç olarak, Umut’un da dediği gibi, “hiç kimse isteyerek orospuluk yapmaz.” Bir transseksüel en çok “ne zaman ve nasıl bir cinayete kurban gideceğim?” sorusuyla yaşar. Bir transseksüelin ölmediği bir gün, “özel bir gündür”. Bu nedenle “kimsenin ölmediği bir gün” özel ve önemli bir gündür. Çünkü transseksüel ölmeden bir gün daha yaşayabilmeyi başarmıştır ! Sumru Yavrucuk, havalı peruğu, takma dişleri ve hafif botokslu görünümü, abartılı makyajıyla olağanüstü bir karakter çiziyor. Sahici biri oluyor. Bizi Umut olduğuna inandırıyor. Üstelik bir kadın olarak, sahnede bir erkeği hem de üzerine tekrar kadın kimliği giydirilen bir erkeği taklitçiliğe düşmeden sahici bir şekilde canlandırıyor. Üzerinde taşıdığı karakterleri katman katman birbirine karıştırmadan ustalıkla ayırarak ve yeniden tek tek üst üste yapılandırarak başarıyla oynuyor. Bu karakterler tıpkı Rusların Matruşka bebekleri gibi iç içe geçmiş olarak sırası geldiğinde ustalıkla ortaya çıkıyor ve bir sonraki sahnede yerini diğer karaktere bırakıyor. Umut arada seyircilere de sataşıyor. Ön sıralarda oturan genç, yakışıklı erkekler onun gözdesi. Yanında sevgilisi olsun, karısı olsun fark etmiyor. Mesela, oyuna geç kaldınız mı, yandınız. Cezalısınız. Hiç sözünü esirgemiyor. Ansızın salona dönüp soruyor. “Bu yıl kaç kişi katıldı Taksim’deki yürüyüşe”. Toplumun dışladığı, görmezden geldiği sanki hiç yokmuş gibi davrandığı bu insanlar, yaşadığımız bu iki yüzlü toplumu protesto etmek için yılda bir gün toplanıp yürüyorlar. “Biz insanız, bize pislik gibi davranamazsınız! ” Solunda tek tük eller kalkıyor. Umut elinde tef bir yandan şarkısını söyleyip sloganını atarken bir yandan da o günün hikayesini anlatıyor. Oyunu daha iyi anlayabilmek için seyircinin de oyuna gitmeden önce evde biraz ders çalışması lazım. Yok öyle elini kolunu sallayarak oyuna gitmek. Dersinizi çalışacaksınız. İlk önce transseksüellerin aralarında kullandıkları “Lubunya sözlüğüne” internetten bakmanız gerekiyor. Umut salona girdiğinde seyirciye gerekli yoklamayı çekiyor zaten. “Yabancı dil??? O da mı yok ?” diye sorduğunda Lubunya Dilini bilip bilmediğinizi kontrol ettiğini anlıyorsunuz. Mesela, oyunda geçen “koli çekmek”, “Hatay’a götürüp getirmek” gibi terimlerin ne anlama geldiğini bilmezseniz, hikayedeki bazı noktalar havada kalıyor. Umut her şeye sarar. Sardunyalara, epik tiyatroya ve Hamlet’e. Sözünü hiç sakınmaz. “İstanbul’da Hamletler birbirini sikiyor yaaa. Ha, ha, ha” İşte böyle her şeyin net adını koyarak konuşur. Kendisi dahil her şeyle dalgasını geçer. Üstelik bunu o kadar ölçülü ve o kadar ustalıkla yapar ki, Umut’a hak vermekten kendinizi alamazsınız. Umut bir duygudan diğerine çok rahat ve çok hızlı geçer. Acı dolu bir anıyı paylaşırken, acıyı dibine kadar yaşar, yaşatır. Gözyaşları içindeyken birden gözyaşlarını hızla silerek eğlenceli bir anıyı coşkuyla anlatmaya başlar. Üstelik gözyaşlarınız daha kurumadan gülmeye başlarsınız. Aşırı neşeli tavrı, insanı acıya boğan hüznüyle duygusal dalgalanmaları, bütün o duygusal boşalmaları büyük bir başarıyla yönetir. Sumru Yavrucuk kontrollü oyunculuğuyla oyunu çok hassas dengeler üzerine kuruyor. Bunu yaparken sesini ve beden dilini çok güzel kullanıyor. Sumru Yavrucuk oyuna çok emek vermiş. Özellikle transseksüellerin vücut dilini İlyas Odman’dan öğrenmiş. Konuşma tarzını, Lubunya Dilini, sesini onların kullandığı gibi kullanmayı, tavırları, duruşları çok çalışmış. Öğrendiklerini içselleştirerek bundan sahici bir karakter yaratmayı başarmış. Oyun argo dili ve ağır içeriği nedeniyle ancak 16 yaş üzerindeki izleyiciye hitap ediyor. Yani büyüklere masallar tadında geçiyor her şey. Sert, sivri uçlu masallar bunlar. Dinleyenlerin canını yakıyor. Öyle de olması lazım. Çünkü bunlar sıradan bir insan için çok sert hikayeler. Oyunu Ebru Nihan Celkan kaleme almış. Umut karakterini sahnede Sumru Yavrucuk canlandırıyor. Sumru Yavrucuk aynı zamanda bu tek kişilik oyunun yönetmenliğini de yapıyor. Sanatçı çok ağır bir işin altına girmiş. İşi iki defa daha zor ama alnının akıyla her ikisinin de üstesinden geliyor. Oyunun dramaturgluğunu Onur Coşkun ile birlikte kotarmışlar. Mekan tasarımında Başak Özdoğan’ın imzası var. Oyunun ışık tasarımı İsmail Sağır’a, müzikleri ise Berrak Artemiz’e ait. Oyunun fotoğraflarını James Hughes çekmiş. Oyunun sonunda, Sumru Yavrucuk yüzündeki o ağır makyajı temizlerken üzerine yapışan karakteri de makyajıyla birlikte silip atıyor. Ruh değiştiriyor. O koyu makyajın altından tertemiz yüzüyle tanıyıp sevdiğimiz müthiş oyuncu Sumru Yavrucuk çıkıyor. O an salonda bütün duyguların tavan yaptığı andır. Bu sadece sıradan bir tiyatro oyunu değil aynı zamanda bir sosyal sorumluluk projesi. Sanatçı oyun boyunca sadece yolunu kaybetmiş, acı çeken bir insanın öyküsünü anlatmaz. Aynı toplumda yaşadığımız halde yok saydığımız insanların dünyasına bakarak seyircide bir “farkındalık” yaratmaya çalışır. Bu sadece bir oyunculuk değil bir insanlık dersi olduğu için de iki defa daha kıymetli. Eğer oyundan çıktıktan sonra bir süre kendinize gelemiyorsanız, ne mutlu size. Farkındalığı olan insanların dünyasına hoş geldiniz.
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Seval Deniz Karahaliloğlu, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |