İste, sana verilecektir; Ara, bulacaksındır; Çal ve kapı sana açılacaktır -İncil |
|
||||||||||
|
Bunu yapmak için sanırım en uygun yaştayım şu aralar: 27. Her şeyi erteleyerek bir sene daha geçirirsem ipin ucu iyice kaçacak; ona ne şüphe!
Zaten hep ertelediğim için bu duruma gelmedim mi? Hep şikayet, hep sıkıntı, bulantı, tutsaklık duygusu, ve sonuç ortada: Karşınızda büyük idealleri olan, başarısız genç, Kaan Ilgaz! Evet, ya bugün ya da asla! Gemileri yakmalı; başarmaksa tek dileğim. Her bunaldığımızda kendimizi bizden de bungun, (kendi söküğünü dikemeyen terzilerin hünerli ellerinden çıkma) soyutlanma öyküleriyle avuttuk durduk. Burası önemli: Durduk. Bu soyutlanma öykülerini okuyan bir gencin kendisini kurtardığını, manevi bir başarıya imza attığını, bir adım olsun ilerlediğini ise göremedik; ne acı ki sadece avunduk ve durduk. Şimdi gün karar verme günü. Şimdi gün iç-hesaplaşma günü. Her şeyi sistemli bir biçimde ele almakta fayda var. Nedir amacımız? Sağlıklı bir biçimde soyutlanmak ve kurtulmak. O halde şu soruları kendimize sormamız iyi bir başlangıç için gereklidir: -Soyutlanma nedir? -Soyutlanma yoluyla kurtulmayı düşündüğümüz nesne-ler-, kişi-ler- ve durum-lar- ne-ler-dir? -Nasıl yapmalı? En basit tanımıyla soyutlanmayı ‘kendimizi, bize sıkıntı veren her şeyden sıyırmamız, bağımsız olmamız’ diye açıklamamız sanırım mümkün olacaktır. Bu, yaratıcılığınızı öldüren bir iş ile karşı karşıya kaldığınız durumlarda icra edebileceğiniz ‘istifa’ eylemiyle eşdeğerdir. Bir başka örnek olarak başarısız geçen okul yaşamınızdan soyutlanmak için kullandığınız ‘devamsızlık’ yöntemini anmak da mümkündür. Genel olarak bungun ve durağan geçen bir yaşamdan intihar ederek soyutlanmak ise en bilinen soyutlanma yollarından biri olarak görülse de şöyle bir sakınca taşımaktadır: Tepki gösterilen yaşamın dahilinde kalanlar, yani geridekiler, soyutlananın tepkisini asla gerektiği gibi algılayamayacaktırlar. Böylelikle eylem tüm anlamını yitirecek, soyutlaşacaktır. Oysa sağlıklı bir soyutlanma somuta doğru olmalı; tıpkı tüm savaşların barış günlerinde ortaya çıkmaları, tüm hastalıkların kişileri sağlıklı dönemlerinde yakalamaları, ya da yalnız yaşamakta olanların ölebilmeleri gibi. Her şey kendisi ve karşıtı (olmazı) arasında bir geçişlilik yaratabildiği sürece varolma şansını elde eder. İki başarılı roman arasında kurulacak karşıtlık sayesinde işaret ettiğim nokta daha da belirgin olacaktır sanırım. Chuck Palahniuk’un tüketim fikri üzerine kurduğu ünlü romanı ‘Dövüş Kulübü’nde tüketim toplumu mağduru olan bir grup alt-orta sınıf üyesi adam kendi kendilerini hırpalamak (ve tüketmek) yoluyla (tabiri caizse) dibe vurduktan sonra ihtiyaç duydukları soyutlanmaya kavuşurlar; bu ‘Phoenix Kuşu’ söylencesinin bir tür eğretilemesi gibidir. Adamlar önce tükenir, sonra da kendilerini kendi küllerinden yeniden oluştururlar. Roman, başarı ya da başarısızlık diye nitelendirilemeyecek, muallakta kalan bir havayla sonuca (ya da sonuçsuzluğa) ulaşır. Öte yandan, yine tüketim fikri üzerine kurulmuş bir başka başarılı roman olan, Bret Easton Ellis imzalı ‘Amerikan Sapığı’nda bir başka soyutlanma öyküsüdür karşımıza çıkan: İyi bir okuldan mezun olmuş, oldukça yüksek bir aylıkla, borsa simsarı olarak çalışan, statü yükseltme düşleriyle kendi kimyasını bozan, tüketmenin sonuna varmış, genç, yakışıklı, kültürlü, bakımlı, sportif bir gençtir bu kez karşımızdaki karakter. Ruh sağlığını bozacak kadar tüketim toplumuna tutsak olmuş, ancak bu tutsaklıktan, (bile bile de olsa) asla vazgeçmeyecek, yüzü hep yukarıya dönük bu genç adamın yapabileceği tek şey kalmıştır artık: Tanrı’yı oynamak. Asla yaratamayacağını bilen karakter bunun yerine Tanrı gibi tüketmeyi, yok etmeyi, öldürmeyi seçer. Hep yukarıya yönelen bir eğilimden sıyrılmak, soyutlanmak için daha yukarıya gitmeyi uygun görmüştür. Ne ki bu roman da, tıpkı ‘Dövüş Kulübü’ gibi, muallakta kalan bir biçimde sona erer. Biz soyutlanma heveslilerinin gözünde bu iki romanın eksik kalmasının sebebi ise soyutlanma eylemlerinin yönelmiş oldukları doğrultuyla bağlantılıdır. Dövüş Kulübü’nde toplumdan sıyrılma (diğer bir deyişle soyutlanma) aşağıya doğru iken Amerikan Sapığı’nda bu hareket yukarıya, Tanrı’ya doğrudur. Böylelikle iki çalışmada da oklar hedefin dışına, karakterlerin bağlı oldukları toplulukların onları zorladıkları yöne doğru yollanmışlardır. Oysa bilinir ki bir atışın ‘karavana’ sayılmaması için hedefin tam ortasına yönelmesi gerekmektedir. *** Bu düşüncelerin kafamda dönüp dolaştıkları günlerden birinde, (ki o günlerde bunlar kafamda gayet keşmekeş bir biçimde dönüp durmakta, birbirlerine karışmaktaydılar, sistematik olmaktan çok uzakta, biçimlenmemiş, henüz doğmamış kıpırtılardı bunlar) çevremden silinip gitmeyi, mutlu bir sona yönelmeyi başarmış ya da başaramamış kişileri anımsadım. Otobüste, karşımdaki koltuklara yerleşmiş genç çifte ve bu çiftin, sürekli onlarla uğraşan, elindeki minik şemsiyeyi kafalarına indirip duran küçük çocuklarına bakarken geldi bunlar aklıma. Soyutlanmanın örneği sayılabilecek kim vardı çevremde? İlk aklıma gelen Mithat Bey’di; muhitimizin eski solcularından olan, çocukluğumuzun idolü ‘Mithat Abi’. Ne ki Mithat Bey’in hapishane yıllarından sonra gelen sıyrılışı, köy yaşamına dönüşü, bir soyutlanmadan çok sindirilmeydi. Ne yazık ki ibre yine aşağıyı göstermiş, ok hedeften uzağa doğru uçup gitmişti. Sonra başarısız soyutlanma öyküleri yazan dostum Cezmi’yi düşündüm. Şehirleşme ve Yalnızlık öykülerini yazarken masasında duran pahalı Amerikan sigaraları... Vitrinini dolduran ve bir şişesi bir asgari ücretlinin aylığına denk düşen ithal içkiler... Ve tüm bunlardan bihaber, onun yazdıklarına yönelik sempatileri olan bungun okurlar. Cezmi’de de ters giden bir şey ya da bir şeyler vardı. Kağıt üzerinde, öykülerinde ibre hep aşağıya bakarken, yaşadığı yaşamda, kendi öyküsünde Cezmi’nin gözleri hep yukarıya bakıyordu. Onun ardından, (ki bu arada karşı tarafımda oturan çift çoktan otobüsten inmişti) yaşadığım sokağın yakın geçmişini düşünmeye koyuldum: Her zaman aktörün biz olduğumuz iki kişilik ergenlik düşlerimizin aktrisi, muhitin fettan güzeli Berrin’i anımsadım nedense. İnsanın düşünceleri asla kağıda döküldükleri zaman göründükleri gibi sistemli, derli toplu değiller ne yazık ki! Berrin’e nasıl vardığımı, onu düşünürken nasıl daldan dala konduğumu, neleri unutup neleri anımsadığımı tarif etmem, tüm bunları oldukları gibi kağıda dökmem çok zor. Ama şimdi düşünüyorum da Berrin kişisel tarihimde nadir rastlanan görece başarılı soyutlanma örneklerinden birisiydi. Berrin, Ortaköy’ün en güzel bacakları; Berrin ve karşınızda onun ibret dolu öyküsü: Endişelenmeyin; şimdi size çocukluğumun kahramanlarından birisinin gereğinden fazla uzun bir dökümünü çıkaracak değilim. Sadece bize gereken noktalara değinecek ve konuyu toparlayacağım. Ve evet, her ne kadar dağılmış gibi görünse de, biraz sabretmeniz durumunda konunun nasıl toparlanacağını göreceksiniz. Metin olunuz. Görüp görebileceğimiz en güzel insan olduğunu düşündüğümüz, ne yazık ki -bizlerden yaklaşık on yaş kadar büyük olduğu için- asla erişemediğimiz, yanında gördüğümüz ‘abi’leri ister istemez ilahlaştırdığımız, çıtı pıtı Berrin Abla’mız bundan yaklaşık yedi yıl önce, beklenmedik bir kararla evlendi. Hala aynı sokakta yaşasak da onun sıyrılıp gittiği açıktı. Orta gelirli ve becerikli bir esnaf olan eşiyle birlikte gezerlerken hala gördüğümüz Berrin Hanım ne evliliğinden sonra sınıf atlamış ne de huyunu suyunu değiştirmiştir. Değişen bir şeyler olduğu kesindi; hayır, güzel olmasına hala güzel, hatta üzerine daha güzel bir havanın geldiğini, çekiciliğini artırdığını bile söyleyebilirim. Sadece hissedilebilen ama kolaylıkla tarif edilemeyen bir değişiklik var ortada. Peki değişen ne? İşte bu karmakarışık düşünceler eşliğinde otobüsten inmiş, aklımdakileri düzene sokmaya çabalamaktaydım. Birinci adım tamamdı: Soyutlanmayı kabaca da olsa tanımlamıştım. Sırada ‘Neyden Soyutlanacağız?’ sorusu vardı. Bu elbette oldukça kişisel bir cevap olacaktır ama olabildiğince genel bir ortalama alabilseydik eğer muhtemel cevap aşağı yukarı şöyle bir şey olurdu: Bu hepimizi köşeye sıkıştıran, ne yazık ki ölmeye yüz tutan, ve ne yazık ki öleceğini hissettikçe bizi daha da çok sıkan, elle tutulamayan, gözle görülemeyen, varlık sebebimiz olan ‘hasta adam’dan başkası değildir. Hasta yatağında ölümü bekleyen bizim toplamımızdır ne yazık ki: Orta sınıfın ta kendisi. Peki ‘Nasıl Yapılmalı?’ sorusu ne olacak? Berrin dolu otobüs yolculuğumdan sonra bir parkta oturup, alışverişten dönen yorgun yüzlü babaların, çocuğu için endişelenen annelerin ortasında bu son sorunun cevabını da biçimlendirdim. Cevap şuydu: Sağlıklı bir soyutlanma somuta doğru yönelecek, tam da düşmanı hedefleyecek, ve ibre ne aşağıyı ne de yukarıyı gösterecekti. Cesareti olan hedefi tam ‘oniki’den vurmaya girişecekti. Kredi kartlarımızı, telefon defterlerimizi, kartvizitlerimizi, nüfus cüzdanlarımızı, diplomalarımızı, banka cüzdanlarımızı, bizi biz yapan tüm belgelerimizi çöpe atmakla, bu ve benzeri ucuz kahramanlıklarla gelecek geçici doyumlara pabuç bırakılmayacak, kule içeriden yıkılacaktı. Ok hedefin ta kendisine yöneldi. Hedef orta sınıfın kalbiydi. *** Kararını vermiş ve kendisine saygısını yitirmemiş bir adamın iç huzuruyla indim araçtan. Siyah ile beyazın kusursuz uyumunu düşündüm. Koridoru geçip masada bana ayrılan yere oturdum. Karşımdaki beyefendinin bana sorduğu soruya cevaben ‘Evet,’ dedim ve büyük, ciltli defterde gösterilen yere beni niteleyen özel işaretimi çiziktiriverdim. Ardından sivri bir şey, muhtemelen bir topuktu bu, ayakkabımın burnunun üzerinden ayak parmaklarımı ezdi. İşte planım buydu. Gemileri yaktım bir kere; artık geri dönüş diye bir şey yok. Ok hedefe doğru yola koyuldu bile.
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Anıl Gökpek, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |