Cumhuriyet döneminde tarikatların kanunla kapatılması, devlet açısından beklenen çözümleri üretmedi. Bu durum, bin yıllık bir kurum ve inanç olan tarikatların ve tasavvuf öğretisinin sadece kanun zoruyla ortadan kaldırılamayacağını bir kez daha göstermiştir. Pratikte tarikatlar varlıklarını sürdürmekte ve toplumun bir kesimini etkilemeye devam etmektedir. Bu noktada sorunun sadece hukuki değil, aynı zamanda sosyolojik ve dini bir mesele olduğu açıktır. Devlet eliyle yapılan baskıcı yaklaşımlar, tarikatları ortadan kaldırmayı hedeflemiş olsa da bu çaba, Amerika’nın Vietnam'da komünizmi yok etme çabasına benzer bir şekilde başarısız olmuştur. Aynı zamanda, "Dinde zorlama yoktur. Şüphesiz, doğruluk sapıklıktan apaçık ayrılmıştır" (Bakara Suresi, 2:256) ayeti, bu tarz zorlama ve baskıcı uygulamaların İslam’a aykırı olduğunu vurgulamaktadır. İnanç ve ibadet, bireyin gönül rızasıyla, özgür iradesiyle yaşaması gereken bir alandır. Tarikatların toplum üzerindeki etkisini disipline etme fikri, özellikle Diyanet İşleri Başkanlığı gibi kurumlar üzerinden dile getirilmektedir. Ancak bu yaklaşım, devletin inançları kontrol etme çabasına dönüşme riski taşır. İslam’da inançlar bireyseldir ve devletin bu alana müdahalesi, "Rabbini, sabah akşam, yüksek olmayan bir sesle, kendi kendine, ürpertiyle, yalvara yalvara ve için için zikret" (A'raf Suresi, 7:205) ayetinde belirtildiği gibi, bireyin Allah ile olan ilişkisine zarar verebilir. Tarikatların çoğu, tarihi boyunca devlete karşı isyan bayrağı açmamış, aksine devletin yanında yer almıştır. Kurtuluş Savaşı'nda cephede savaşmış olan tarikat ehli insanlar, itikadi yanlışlarına rağmen, devlete sadık bir vatandaşlık örneği sergilemiştir. Bu bağlamda, tarikat ehlinin, ellerine silah almadıkları ve bölücülük yapmadıkları sürece, inançlarını özgürce yaşama hakkına sahip oldukları açıktır. Tasavvuf öğretisinin İslam’a uygun olmayan bazı temel sapmaları bulunmaktadır. Örneğin, zikir ibadetinin Kur'an’a uygun yapılması gerekirken, tarikatlar bunu toplu veya belirli ritüellerle uygular. Oysa ki "Biz Kitap’ta hiçbir şeyi noksan bırakmadık" (Enam Suresi, 6:38) ayeti, İslam’ın Kur’an’da her şeyi eksiksiz açıkladığını belirtmektedir. Dolayısıyla, zikir gibi bir ibadetin nasıl yapılacağını da yalnızca Kur’an belirler. Nakşibendî tarikatında uygulanan “rabıta” ritüeli ise, Hint mistik felsefesinden alınmış ve Kur’an’daki İslam’la bağdaşmayan bir uygulamadır. Bu ritüelin, Allah’ı zikretmekten üstün olduğu iddiası, "‘Rabbimiz, ikimizi sana teslim olmuş kıl ve soyumuzdan sana teslim olmuş bir ümmet ver. Bize ibadet yöntemlerini göster ve tevbemizi kabul et" (Bakara Suresi, 2:128) ayetinde de ifade edildiği gibi, İslam’ın özüne tamamen aykırıdır. Tarikatlara dair problemlerin çözümü, baskıcı tedbirler değil, ilmî ve demokratik bir diyalog çerçevesinde ele alınmalıdır. Toplumda tarikat ehlinin yanlış inançlarının tartışılabileceği bir özgürlük ortamı oluşturulmalıdır. "Ki onlar, sözü işitirler ve en güzeline uyarlar" (Zümer Suresi, 39:18) ayeti, insanların farklı görüşleri duyup doğruyu seçme iradesine sahip olduklarını ifade eder. Bu, inanç özgürlüğü ve fikir özgürlüğünün temel taşıdır. Tarikatlar ve tasavvuf öğretisi, Türkiye’nin tarihsel ve sosyolojik bir gerçeğidir. Bu yapılar, hukuki baskılarla ortadan kaldırılmak yerine, inançlarının Kur’an’daki İslam’a uygun olup olmadığı ilmî bir şekilde ele alınmalıdır. Ayrım gözetmeksizin her vatandaşın inancına saygı duyulmalı ve özgürlükler korunmalıdır. Ancak, inançların Kur’an çerçevesinde ele alınması ve yanlış öğretilerin düzeltilmesi, İslam toplumunun gelişmesi için bir gerekliliktir.