Konuş ki seni göreyim. -Aristoteles |
|
||||||||||
|
Dalyan Günleri Türkoloji Buluşması için Dalyan’dayız. Müzeyyen Özcan Arkadaşımızın aylar öncesinden başlayan titiz çalışmasıyla Dalyan Grand Emir Otel’e yerleştik. Organizatörümüz Sayın Cem Kocabıçak. Dalyan, Akdeniz ile Ege Denizi’nin birleştiği noktada bir doğa harikası olan küçük bir belde. Öyle ki 2008 yılında The Times tarafından Avrupa’nın en güzel açık alanı seçilmiş. Dalyan, deniziyle, caretta carettalarıyla,( Deniz Kaplumbağası), Kaunos Antik Şehri, Kaya mezarları ve çamur banyolarıyla cennetten bir köşe görünümünde turizmin kalbi olmuş adeta. Yeşilliği, mavisi ve tüm güzelliği ile sizleri büyülüyor. Dalyan, aslında deniz kenarında değil. Ama Köyceğiz Gölü’nün ayağı Dalyan’dan geçip Ege’ye dökülüyor. Yüksek bir yerden bakıldığında bu ayağın kıvrımları inanılmaz güzellikler sergiliyor. Dalyan’ın her yerinden şifalı sular fışkırıyor. Çamur banyoları Dünyanın en ünlü insanlarını konuk etmiş. Labirent gibi kanallarda tekne gezileri veya mehtap turlarını asla unutamayacaksınız. Balıkseverler için burası adeta bir cennet. Çipuraların kralı burada. Yedikçe doymuyorsunuz. Lezzeti damaklarınızda yer ediyor. Daha, daha istiyorsunuz… Buraya ayrı bir güzellik katan yer de İztuzu Plajı. Soracak olursanız söyleyeyim: Dalyan Kanalı’nın, denize ulaştığı yerdir burası. Caretta carettaların yumurtalarını bıraktığı kumsallar olarak biliniyor. Bu nedenle önemi oldukça fazla. Dünya Çevrecileri tarafından burası koruma altına alınmış. Önceleri balıkçılık ve tarımla geçinen Dalyan, günümüzde geçimini birinci sıradan turizme bırakmış. Mekânlar, turizme göre biçimlendirilmiş. Şehir, hep turistlere hizmet eden dükkanlar, restaurantlar, oteller ve pansiyonlarla dolmuş. İlk işimiz, oteli bulmak ve odamıza yerleşmek oluyor. Grand Emir Otel, 10 bin metrekare bir alana sahip, 200 yatak kapasitesi, 85 odası, çağdaş bir mimari yapı ile dizayn edilmiş, merkeze yürüyüş mesafesinde olan lüks bir otel. Geniş ve çok yeşil bir bahçesi olan, birçok çeşit aktiviteleri müşterilerine sunan, güler yüzlü personeli ve muhteşem bir Türk mutfağı ile hizmet veren güzel bir otel. Hava, aşırı sıcak olduğundan otele yerleşir yerleşmez, kendimizi otelin havuzuna attık. Havuzun suları bizi bir nebze de olsa serinletmiş ve rahatlatmıştı. Buluşma için gelen arkadaşlarımızdan bazıları da oradaydı. Neslihan ve kız kardeşi, Nevin Hanım ilk gelenlerdendi. Hasret giderdikten sonra yeni gelen arkadaşlarla tanıştık. Metin Denişik Bey, onlardan biriydi. Neslihan’ın grubundandı. Konuşkan ve samimi bir insandı. Hemen kaynaşıp arkadaş oluverdik. Kısa bir sohbetten sonra havuzdan çıkıp odalarımıza gittik. Bizim düşüncemizde Dalyan’a çıkıp şehri önce bir keşfetmek vardı. Ve bu düşüncemizi de hiç aksatmadık. Dalyan, gerçekten müthiş bir şehirdi. Yemekler ucuz ve lezzetliydi. Şehrin tam ortasında caretta caretta heykeli sizi karşılıyordu. Kaplumbağanın her yanından su fışkırıyordu. Tabii bu güzellik karşısında hemen telefonlara sarılıp o anı ölümsüzleştirdik. Biraz sonra ilerde bizi Köyceğiz Gölü’nün ayağı karşıladı. Her birkaç dakikada içi insan dolu gemiler geçiyordu. Gemilerden haykırışlar, gülüşmeler ve alkış sesleri geliyordu. Karşıdaki dağlara oyulan Kral Mezarlarının görünümü bir harikaydı. Bakmaktan kendimizi alamıyorduk. Ellerimiz, hiç durmadan telefonlara gidiyor, fotoğraf düğmelerine basıyordu. Hemen deniz kenarında bulunan bir aile çay bahçesine oturduk. Çay, kahve ve soğuk su içtik. Burada uzun süre oturup yorgunluk attık. Çimler üzerine yalın ayak bastık. Manzaraya doyum olmuyordu. Sonra çarşıya doğru yöneldik. Barlar Sokağı denilen mekanda gezdik. Gerçekten her adımdan sonra yeni bir güzellikle karşılaşıyorduk. Bu akşama kadar böyle devam etti. Sonra otele döndük. Arkadaşlarla yeniden buluştuk. Otel bahçesi sohbet için ideal bir yerdi. Yeni arkadaşlar da geldi. Ama asıl büyük kafile ertesi gün gelecekti. Biz de o geceyi gelenlerle sohbet ederek geçirdik. Zira yarın Buluşma Programı başlayacaktı… Akyaka Kadın Azmağı Sabah kahvaltıya kalkıyoruz. Retsauranta iniyoruz. Erken kalkan arkadaşlar kahvaltıya başlamış. “Günaydın” sözcükleri gülümsemelerle havalarda uçuşuyor. Herkes içten, herkes mutlu. Biz de bir masaya oturup kahvaltıya başlıyoruz. Buluşmaya yeni arkadaşlar gelmiş. Kimileri geceden, kimleri de sabahın çok erken saatlerinde burada olmuş. Hacı Donsak bunlardan biri. Hasretle kucaklaşıyoruz. “Cafer’i gördün mü?” diye soruyor. “Cafer mi geldi?” diye cevap veriyorum. Çünkü şaşkınım. Cafer, buluşmaya ilk defa geliyor. Neredeyse 30 yıl Cafer’i hiç görmedim. “İşte kahvaltı yapıyor” diyor. Hem de oturduğum masanın tam önünde. Az önce bu kişiyi görmüştüm. Ama tanımadığım için yanından geçip gitmiştim. Onu gördüğüme ne kadar da sevindim anlatamam… Cafer Özgündüz, Üniversitede sınıfımızın en renkli, en sevilen kişilerinden biriydi. Yaşı bizlere göre çok küçüktü. Biz 20’li yaşımızdayken Cafer, 16 veya 17 yaşındaydı. Belki de o zamanlar, O, Türkiye’nin en genç üniversite öğrencisiydi. Çalışkan biriydi Cafer. Sorumluluklarını eksiksiz yerine getiren, ödevlerini tamamen yapan bir arkadaştı. Sevimli, içten, dürüst biriydi. Şimdi ise saçları beyazlaşmış, gür bıyıklara sahip olmuş, sanki biraz da göbeklenmiş, olgun biri olmuştu. Ama o, çocuksu ses tonu hiç değişmemişti. Konuşunca sesinden hemen tanıyıverdim. Cafer ile yurtta son sene aynı odada kalmıştık. Sağ olsun o yıllar, derse çalışmam için beni çok uyarmış, mezun olmam için benden çok kendisi çaba harcamıştı. Hiç unutmam. İngilizce sınavından geçebilmem için 90 almam gerekiyordu. Alamam diye de hiç çalışmamıştım. Sınav sabahı Cafer uyanmış ve heyecanla bana “Hakan, rüyamda gördüm. Sınavda size şu parçanın tercümesi çıkıyor. Sınava girmeden o parçaya bir göz at demişti.” Ben, göz atmadan da öte, Mustafa Altunok’un büyük ebattaki sözlüğünü almış ve en arkaya parçanın tercümesini olduğu gibi yazmıştım. Şeytan bu ya… Sınavda Cafer’in söylediği parça çıktı. Ben de daha soru kâğıtları dağıtılırken cevap kâğıdına parçayı yazmıştım. Yanımdaki arkadaşlara da parçayı verdim. Parçayı bitirmeye sadece bir cümle kalmıştı. Hoca, gelip gördü. “Ne çabuk yapıp yaptın?”dedi. “Çok çalıştım hocam.” dedim. Hoca şüphelenmesin diye de parçadan bir kelimenin anlamını sordum. Hoca sözlüğü eline alıp “Buradan bulabilirsin” dedi. Ben de kurnazca “Yok hocam yeterli. Ben çıkıyorum” dedim. Tabii hoca, sözlüğün sonundaki parçayı buldu. Kâğıdımı alıp beni dışarı attı. Ben, çıkarken diğerlerine “Beni yakaladı, siz yakalanmayın” diye seslendim. Arkamdan diğer arkadaşları da yakalayıp gönderdi. Arkadaşlar da haklı olarak bana kızdı. “Canlı yapmanın ne gereği vardı? Senin yüzünden biz de yakalandık” dediler. Tabii hepimiz bütünlemeye kaldık. Allah’tan Hoca, bize kopya muamelesi yapmadı. “Sadece bütünlemeye gelin” yeter dedi. Biraz sonra diğer arkadaşlar da otele geldiler. Özellikle Prof. Efrasiyap Gemalmaz ve Prof. Hüseyin Ayan Hocalarımızın gelmesi ayrı bir sevinç oldu. Tabii değerli eşleri İnci Hanım ile Gönül Hanım, bizi hiç yalnız bırakmadılar. Gezinin en renkli simaları oldular. Müzeyyen, Serpil, Semra, Nilgün , Yavuz Güllülü, Fatma Kırbaş Baş, Baki Demir ve en son İhsan Tevfik Kırca ailesiyle geldiler. Kadro çok eksikti. Çünkü Türkiye’de yaşanan son olaylar birçok arkadaşımızın gelmesine engel olmuştu. Osman Bölükbaşı, Yusuf Önlü, Mahmut Bal, Refik Albayrak, Mesut Akben gibi arkadaşlarımız bu defa toplantıya gelememişlerdi… Yine de eşler, gençler ve çocuklarla iki minibüsü doldurmuştuk. Toplamda 52 kişi olmuştuk. Bu da bizler için yeterli sayıydı. Tatilin tadını her şeye rağmen çıkaracaktık… Kahvaltıdan sonra organizatörümüz Cem Kocabıçak gelip program hakkında bize bilgiler verdi. Akyaka Kadın Azmağı’na gidecektik. Önce balık ekmek yiyecek sonra tekne turuna çıkacaktık. Dileyenler ister nehirde, isterse de denizde yüzebilecekti. Otobüslere binip Akyaka’nın yolunu tuttuk. Akyaka, Gökova Körfezi’nin doğu ucunda şirin bir belde. Yaklaşık 1500 kişilik nüfusa sahip. Ama yaz aylarında bu oran 5 bine kadar çıkabiliyormuş. Akyaka konumu itibarı ile çok güzel bir şehir. Sakartepe Dağı ile Gökova Ovası arasında kalmış. Sazlıklara gelen yüzlerce değişik kuş türü de bu güzelliğe ayrı bir çeşni katmış. Akla gelen ilk isimler, göçmen kuşları, flamingolar ve pelikanlar oluyor… Beldeye, turizm akınının sağlanması son yıllarda olmuş. Özellikle sodalı suyu ile bilinen Kadın Azmağı Nehri buraya hayat vermiş. Suyun güzelliği ve özelliği turizmcilerin dikkatini çekmiş ve burası turizme kazandırılmış. Nehir kıyıları hep oteller ve restaurantlarla doldurulmuş. Adım başı bunlara rastlıyorsunuz. Biz de topluca bir mekâna oturup ekmek arası balık yiyoruz. Fiyatlar çok uygun. 10 TL. Karnımızı doyurduktan sonra bir tekneye binip yarım saatlik nehir tutuna çıkıyoruz. Müthiş bir nehir manzarası ile karşılaşıyoruz. Hayranlığımız kat be kat artıyor. Sanki de “Alice Harikalar Diyarı”ndayız. Nehir boyunca kamışlıklar, sazlıklar tura eşlik ediyor. Nehir dibi, ayna gibi. Balıklar sanki elinizin altında yüzüyor. Su altındaki bitkiler sağa sola sallanarak bize el sallıyor. Tekneyi süren Kaptan, ara ara nehir ve kıyı hakkında bize bilgiler veriyor: “Kadın Azmağı’nın derinliği 8 metredir. Suyu sodalıdır. Dünyada bu özellikte iki nehir var. Burası da onlardan biri. Nehirde kefal balıkları vardır. Çok lezzetlidir. Kıyılar hotel ve restaurantlar ile doludur. Solda gördüğünüz ev, Barış Manço’nun evidir. Şimdi burada eşi, Lale Manço yaşıyor.” Su, oldukça soğuk. Kıyı boyunca nehre girenler var. Özellikle yabancılar mayo veya bikinileriyle nehirde serinliyorlar. Yine nehir kıyısına masalar atılmış. Yemek yiyenler ve okey oynayanlar var. Yani keyifler en üst derecede… Yarım saat sonra turumuz bitiyor. Sırada serbest zaman var. Nehre veya denize girme vakti. Kimileri nehrin buz gibi sularına kendini atarken, kimileri de az ilerdeki denizde yüzmeye başlıyor. Gönül Hanım ile Yeter Hanım, bu fırsatı kaçırmak istemediklerinden elbiseleriyle birlikte kendilerini sodalı nehre atıyorlar. Efrasiyap Hoca, “Hakan, bunlar balık gibi atladılar. Artık çıkmazlar da. Onları çıkarmak için olta lazım. Sen bilirsin ne yapacağını” deyince herkes gülmekten kırılıp geçiyor… Onlar suyun tadını çıkarırken ben, Hacı ve Cafer de bir çayhanede oturup çay içerek birbirimize okul anılarımızı anlatmaya başlıyoruz. Zamanın nasıl geçtiğinin farkında dahi olmuyoruz. Güzel bir gün daha geçiyor. Akşam olunca otelin yolunu tutuyoruz. Yemekten sonra bahçede oturup çay içerek gecenin ilerleyen vakitlerine kadar sohbet ediyoruz. Göcek Turu ve Kanyon Gezisi Göcek, Fethiye’nin koyları ile ünlü bir tatil beldesi. Başka bir söylemle Fethiye’nin uzakta kalan bir mahallesi. Çünkü Fethiye’ye 37 km uzaklıkta. Nüfusu 4400 olarak biliniyor. Göcek, koyları ile tanınan bir belde. Adını, yöre halkının göç zamanı “Hadi göçek” şeklindeki söyleminden alındığı rivayet ediliyor. Göcek, mavi yolculuk çıkış ve bitiş noktası olarak yoğun bir yat trafiğine sahip bir mahalle. Özellikle dışarıdan gelen yatlar için güvenli bir liman. Temizliği, yeşilliği ve güzelliği ile saklı bir cennet gibi. Plajları, ormanları, adaları, koyları ile apayrı dikkatleri üzerine çekmiş... Otobüslerle kısa bir yolculuktan sonra Göcek’e geliyoruz. Büyük bir tekne bizi bekliyor. Yatta başka müşteriler de var. Bizimle birlikte tamamen doldu. Yolcular için hazırlanmış masalara gruplar halinde oturuyoruz. Teknemiz motorlu ve yelkenli bir gemi. Biraz sonra hareket ediyor. Yavaş yavaş ilerliyoruz. Müthiş bir manzara var. Mavi ile yeşilin birbirine olan aşkına şahit oluyoruz. Ferhat İle Şirin’i kıskandıracak nitelikte… Mavi, hiç bu kadar güzel, yeşil de hiç bu kadar tatlı gelmemişti bana. İlk önce Yassıcalar Koyu’nu ziyaret ediyoruz. Burası, limana 20 dakikalık bir uzaklıkta. Burada yaklaşık 45 dakika mola veriyoruz. Bu süre içinde birçok arkadaşımız kendini mavinin buz gibi kollarına bırakıyor. Kimileri de karaya çıkıp adayı keşfetmeye çalışıyor. Tabii o anı resmetmek için herkes deklanşörlere veya telefonlara asılıyor. Sonra, Tersane Adası ve Akvaryum Koyu’na gidiyoruz. Her gittiğimiz yerde yaklaşık 30 dakika mola veriyoruz. Akvaryum Koyu’nda ise öğle yemeği veriliyor. Menüde makarna, çips, salata, patlıcan ve yeşilbiber kızartması bulunuyor. Büyük bir afiyetle yiyoruz yemeklerimizi. Yemekten sonra gemimiz, yine hareket ederek sıradaki diğer koyları ziyaret ediyor. Bunlar, Bedri Rahmi Koyu (Taşyaka Koyu) ve Büyük Ova Koyu. Son koyda mola süresi biraz daha uzatılıyor. Çünkü burada yüzmek bir harika. Hemen herkes koyda tatilin tadını çıkarıyor. Biz ise Hacı Donsak, Cafer Özgündüz ve Ben, yine bir masada oturup çay içiyor ve okul anılarımızı anlatıyoruz. Bu defa, yan masada oturan ve bizi dinleyen misafirler de var. Onlar da anlatılanlara dayanamayıp bize katılıyorlar. Özellikle Mahmut Bal ile aramızda yaşanılan unutulmaz anılara kahkahalarla gülüyorlar. Ve akşamüzeri dönüş için gemi hareket ediyor. Göcek’e iniyoruz. Otobüslerle otelin yolunu tutuyoruz. Otele varır varmaz, sıcaktan kendimi havuza atıyorum. İhsan Tevfik de beni yalnız bırakmıyor. Gülerek “Ya, bütün gün o güzelim koylarda yüzmedin, gelip burada havuzda yüzüyorsun” diyor. Havuzda kısa bir sohbetten sonra duş alıyor ve akşam yemeğini yedikten sonra dinlenmeye çekiliyoruz. Ertesi gün bizim için gezimizin son günü. Çünkü ben, arkadaşlardan 2 gün önce ayrılacağım. O gün de Saklıkent Kanyonu’nu gezeceğiz. Burası görülmeye değer, olağanüstü manzaralı, müthiş bir yer. Antalya-Muğla sınırını çizen Eşen Çayı’nın kolu olan Karaçay’ın oluşturduğu bir kanyon burası. Sarp ve derin kanyon. Uzunluğu 18 km, yüksekliği de 200 metre imiş. Burası turistlerin en çok dikkatini çeken yerlerden biri. Birçok aktiviteler yapılıyor burada. En çok ilgiyi de nehirde yapılan rafting çekiyor. Yine ağaçlar arasında bağlanan kalın bir tel halata bağlanarak tel üzerinde kayarak gidebiliyorsunuz. Ayaklarınız havada sallanırken adrenalin en yükseğini yaşıyorsunuz. Kanyona girmeden önce 3 TL’ye lastik ayakkabılar kiralıyorsunuz. Çünkü normal ayakkabılarla yürümek hiç uygun değil. Buz gibi suların içinden yürüyerek gidiyorsunuz. Ama ben siyah lsatik ayakkabıları hiç tavsiye etmiyorum. Hem kokusundan duramıyorsunuz, hem de ayaklarınızı vurduğundan günlerce rahatsız oluyorsunuz. En iyisi bez ayakkabılar. Onlardan bulursanız mutlaka alın ve giyin. Bir de başınıza madenci şapkalarından almayı unutmayın. Çünkü dağlardaki yabani keçiler taşların yukarıdan aşağıya düşmesine sebep olabiliyormuş. Önce dağın kenarına yapılan yürüyüş panelinden ilerledik. Oldukça yüksek. Az ilerde yerin altından çıkan buz gibi nehir kaynağı var. Kanyona geçebilmek için mutlaka bu suyun içinden yürüyorsunuz. Su, o kadar soğuk ki içinde fazla durmanız neredeyse mümkün değil. Bir de çok şiddetli akıyor. Sizi alıp götürebilir. Bu nedenle karşıdan karşıya uzun bir halat bağlamışlar. Bu halatlara tutunarak yürüyor ve kendinizi emniyete alıyorsunuz. Bu, şiddetli ve hırçın suyu geçince rahatlıyorsunuz. Çünkü artık su oldukça azalıyor. İlerledikçe artık dere bile denmeyecek kadar bir su, size arkadaşlık ediyor. Kanyon, oldukça uzun olduğu için sonuna kadar gidemiyoruz. Hemen hemen aynı görüntüler ve aynı manzaralar. Ama hepsi de başka güzellikte. Bazen daralıyor, bazen genişliyor. Başınızı yukarı kaldırdığınızda dimdik kayalar ve bu kayalara tutunan ağaçlar görüyorsunuz. Gökyüzü iki taşın arasında incecik görünüyor. Ben, ancak 2 veya 3 km kadar gidebiliyorum. Artık pes edip bir taşa oturuyorum. Müzeyyen fotoğrafımı çekerek “Hakan’ın bittiği an” diyor. Evet, benim bittiğim an. Gençler, daha dinamik ve daha güçlü. Gidebildikleri yere kadar gidiyorlar. Ben, çaresiz tek başıma geri dönüyorum. En başta bulunan Cafede Efrasiyap Hoca İle Hüseyin Ayan Hoca ve eşleri çay içiyorlar. Ben de o gruba katılıyorum. Bir saat sonra herkes dönüyor. Biraz soluklandıktan sonra otobüse yürüyoruz. Yemeğimizi yüksekçe bir yerde bulunan, her yanından buz gibi sular akan Yakapark Restaurantta yiyeceğiz. Burası hem serin, hem yeşil, hem de adeta cennetten bir köşe gibi yer. Yemekler açık büfe, her çeşit soğuk yiyecek mevcut. Tabii burada balıktan başka bir şey tercih edilmez. Biz de balık ısmarlıyoruz. Karnımızı iyice doyurduktan sonra o buz gibi sulardan içiyoruz. Yemekten sonra otobüslere binip tekrar aşağıya iniyoruz. Mevsim, şeftali mevsimi idi. Bahçelerde hep şeftali ağaçları kıpkırmızı meyveleriyle bize gülüyor ve “Al beni” diyorlardı. Biraz sonra tur operatörümüz Cem Kocabıçak elinde 2 kasa şeftaliyle geliyor. Herkese birer tane armağan ediyor. Bu etli, şerbetli ve lezzetli şeftalileri afiyetle yiyoruz. Aşağıya tam inmeden bir çay evinde oturup çay içiyoruz. Hemen karşımızda tarihi kalıntılar var. Buraya “Yüksek Şehir” deniliyormuş. Kendinde güç bulanlar gidip bu tarihi yeri geziyorlar. Ama benim gibi yorgun olanlar bu defa çoğunlukta. Sıcacık çayı ve sohbeti tercih ediyoruz. Otele dönüşümüzde akşam için hazırlık yapıyoruz. Çünkü geleneksel gecemiz var. Otel, bize canlı müziği de ayarlıyor. Hep beraber felekten bir gece çalıyoruz. Müzik eşliğinde oynuyoruz, danslar ediyoruz. Tabii önce Sayın Hocalarımız bizlere hitap ediyor. Yıllar sonra tekrar hocalıklarını hatırlıyorlar. Özellikle Hüseyin Ayan Bey, tam o yıllardaki edasıyla hitap ediyor. Türkçenin doğru ve güzel kullanılması gerektiğini, yozlaşmaya izin verilmemesi gerektiğini belirtiyor. Müzeyyen, anılarını anlatıyor. Kahkahalar bütün oteli sarıyor. İhsan Tevfik şiirlerinden örnekler sunuyor. Baki Demir ve Sevgili Eşi Ayşe Hanım, yine Erzurum’un meşhur “Deli Kız Sinin Geliyor” oyununu oynuyorlar. Vesselam güzel bir gecenin sonuna daha geliyoruz. Kimileri geceyi daha bitirmiyor. Havuz kenarında çay eşliğinde sohbete devam ediyor. Biz ise yolcu olduğumuzdan geceyi noktalıyoruz… Ertesi gün erken kalkıyoruz. Zira bizim için ayrılık vakti. Kahvaltımızı yaptıktan sonra eşyalarımızla birlikte otobüslere biniyoruz. Burada herkesle vedalaşıyoruz. Otobüs Dalyan’da duruyor. Onlar, gezilerine devam ederken biz uçağı kaçırmamak için Ortaca Otobüsü’ne biniyoruz. Ortaca’da biraz alış veriş yapıyoruz. Sonra Cafe De Paradise adlı bir büfe restaurantta dürüm kebap yiyoruz. Buraya bakan bayan bizimle özel ilgileniyor. Kendisine teşekkür ediyoruz… Yine mükemmel denecek bir tatil yaşıyoruz. Seneye Ayvalık olarak karar alındı. Sanırım bu geziye fire vermeden, eksiksiz, tüm kadro katılırız. Geriye baktığımızda 6 defa müthiş bir Türkoloji Toplantısı yaptığımızı görüyorum. Gelen bütün dostlara teşekkür ederken, gelmeyenlere de bu zevkten mahrum kalmamalarını, bu güzelliğe ortak olmalarını, Ayvalık’a mutlaka gelmelerini diliyorum. Şimdiden heyecanın sardı bizi Ayvalık…
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Hakan Yozcu, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |