"...Ve hepimiz az ya da çok rüyacı değil miyiz!" -Dostoyevski |
|
||||||||||
|
Genellikle tipleşmiş bazı kişiler bulundukları ortama rengini verirler. Bizim mahalleye rengini Günay Teyze veriyordu diyebilirim rahatlıkla. Çok ilginç bir kadındı Günay Teyze. O zamanlar yaşım on bir, on iki ya var ya yoktu. Her ne kadar kadından anlayacak yaşta olmasam bile Günay Teyze’yi anlamamak için içi geçmiş kütük olmak gerekiyordu. Ne zayıf denebilirdi ne şişman. Etine dolgun bir kadındı. Omuzlarına dökülen sarı saçları, etli dudakları, çipil gözleri ve yuvarlak kalçalarıyla erkek olmanın nasıl bir şey olabileceğini ta o zamanlar bana ilk hissettiren kadın olmuştu. Hatta bana kalırsa ağzında sakızı eksik olmayan Emine Abla bile kırıta kırıta yürüyüşüne rağmen eline su dökemezdi. Eline erkek eli değmemiş taze olması bile onu gözümde büyütmeye yetmiyordu. Mahallenin Fahriye Ablasıydı. Ama nedense bende en ufak bir tesir uyandırmamıştı. Günay Teyze bir başkaydı. Dört artı dörtlük bir kadındı. Pek cilveli konuşurdu. Yürüyüşü gayet ölçülü, konuşması temiz ve bir o kadar etkileyiciydi. Odundan biraz hallice görünen bir kocanın elinde kıymetinin bilinmeyişine karşı duyduğu pusuya yatmış nefreti o kadar açık bir şekilde hissedebiliyordum ki… Genellikle bir şey isteyeceği zaman gelirdi kapımıza. Onu çalışından bilir hemen kapıya koşardım. – Annen evde mi Murat, derdi. Keşke benimle halledebileceği bir ortak noktamız olsa diye hayıflanırdım. Ha bir kere de: – Sana bir işim düştü Murat dese, ne olurdu? Teknik alt yapımı henüz tamamlayamadığım için benden bir şey istemesi olanaksız görünüyordu. Zamanla erkekliğe geçişin ilk hayal sahnelerinde boy gösterecek Günay Teyze için pek çelimsizdim. Aradığı bir şey olsa bile on yaşında bir çocukta bulamayacağı gün gibi ortadaydı. Gördüğüm ilk beleşçiydi Günay Teyze. Haftada bir türlü pişirirken bu özelliğini çok net bir şekilde görmek mümkündü. Mahallede nazının geçtiği bütün komşuları teker teker dolaşırdı. – Halimanım Teyze türlü pişireyim dedim de akşama. Aaa bir de ne göreyim, patlıcan kalmamış mı? Varsa iki patlıcan alabilir miyim? – İyi akşamlar Naciyanım. Sorma başıma gelenleri. Akşam vakti türlü pişireyim dedim. Patlıcanları doğrayıp suya bastım. Basmaz olaydım komşu. Meğer soğan kalmamış. Dar vakit soğan almaya çıkılmaz ki. Bizimkinin gelmesi yakın. Varsa iki soğan verir misin? – Nihal Hanım kızım, söylemesi ayıp akşama türlü yapayım dedim. Bizimki pek sever de… Soğanı filan kavuruverdim. Hay kavurmaz olaydım. Kız ben bilsem salçanın tükendiğini hiç başlar mıydım bu işe? Ha bu akşam yemeyiverirdik. Kurban olam güzel kızım. Varsa bir kaşık salça veriversen… Nihal Abla da eğitim sistemimiz gibi dört art dört artı dörtlük bir kızdı. Babası Hidayet Amca’nın ayık gezdiğini kendisi bile görmemiştir. Evlerinin önündeki kaldırımda cop ağacı vardı. Tüzün caddesiyle bizim sokağın kesiştiği köşede üç katlı, geniş bahçeli bir evdi. Bahçesinde Ankara’nın iklimine ait ağaç çeşitlerinin en önemlilerini görmeniz mümkündü. Allah’tan mahalleli Günay Teyze’nin halini bildiği için sıkıntı yapmaz; ne istese ikiletmez, verirdi. Hatta her seferinde ilk defa duyuyormuş da çok üzülmüş numarası yaparak kalbinin kırılmamasına çalışırlardı. – Yapma, ne diyorsun! Bu vakitte alamazsın da şimdi sen! – Aman komşu böyle sıkıntıyı Allah düşmanımın başına vermesin. – Ne demek komşu lafı mı olur? Sıkıntı biz insana mahsus… Bugün bana yarın sana. Düşmez kalkmaz bir Allah demişler… Ama nedense bugün bana olanın yarın sana olduğunu gören olmamıştı. Mahallede Günay Teyze’den daha tedariksizine rastlamak imkânsızın ötesi bir durum sayılabilirdi. Akşam üstüleri pek romantik olurdu bizim mahalle. Sonradan taşınan Günay Teyze’nin biber kızartmasının Emine Abla’nın parfüm kokularına karışan kokuları yok muydu? Akşam esintisinin yer yer incelterek derinleştirdiği bu hoş koku beni o zaman bile zamanın derinliklerinde bir yerlere götürüp bırakırdı. Zamanda kayboluşlarım o zamanlara rastlar. On yaşında insan nasıl zamanda yolculuk yapar. Doğrusu benim de aklım almıyor. Ama inanın öyleydi. Ve bu hal, her akşam aynı saatte akşam namazından dönen Selahattin amcanın keskin hacı yağı kokusunun saldırısına uğrayana kadar devam ederdi. Zaman hatıra namına ne varsa iz bırakmayacak şekilde öyle bir siliyor ki anlatamam. En son ne zamandı hatırlayamıyorum. Sanırım sekiz on yıl olmalı. Ne kalmış maziden geriye diyerek ziyaret etmek istedim eski mahallemi. Aman Allahım bir de ne göreyim. Yeller esiyor mahallede. Ne oturduğum ev kalmış, ne diğerleri. Dalından inmediğim dut ağacı bile yok olmuş. Üç katlı iki sıra evlerden oluşan huzurun kıyısına sıkıştırılmış asude bir köşeyi andıran mahallemi devler basmış. Sekizer onar katlı dev gibi binalar dikilmiş. Mahallenin nüfusu eskiden otuz aileyi geçmezken; şimdi sanki tüm mahalle bir apartmana hapsolmuş. Kimse kimseyi tanımaz olmuş. – Halime Teyze’yi tanır mısın? diye soracak oldum birine. Turist sandı beni. – Ben de buraya yabancıyım gardaş, dedi. Şu karşıki apartmanın sekizinci katına misafir geldim. Gapıcıya sor istersen. Çocukluğumun on beş yılına tanıklık eden mahallemde bir gün turist muamelesi göreceğimi rüyamda görsem inanmazdım. Sadece eski çamlar bardak olmamış. Bardaklar da kırılmış. Sokağın Tüzün caddesiyle kesiştiği köşede, hani şu Nihal ablanın bahçesinde ne işe yaradığını anlamadığım bir ağaç vardı. Cop ağacı derdik ona. Cop gibi meyvelerinden dolayı... Onu yolar, savaşırdık birbirimizle. O ağacın dibinde bir gün kardeşimin hayatını kurtarmıştım. Ne kadar korkmuştum o gün anlatamam. Suçu ben işlemiştim dayağı hiçbir şeyden haberi olmayan kardeşim yiyecekti. Kim bilir belki de dövmezdi kardeşimi. Armut amcadan bahsediyorum. Ne iş yaptığını bilmiyorum. Bizim mahallenin işsizleri hep aynı saatte camiye giderlerdi. Ya da camiye gidenler işsizdi. Emekli de olabilirlerdi. Ben o zaman emeklilik falan nereden bileyim canım. Belki yakalasa dövmeyecekti kardeşimi. Ama her ihtimale karşı kardeşimi riske atamazdım. Onun nefreti banaydı. Herifin kafası keldi. Onun için Armut takmıştım adını. Millete isim takmayı pek severdim. Ölse yatacak yeri olmayanlardandım yani o zamanlar. Bizim mahallede çalışan yoktu sanırım. O zaman böyle bir soruyu kafama takmamıştım hiç. Bugün düşünüyorum da sabah işe gidip akşam elinde fileyle evine dönen parmakla sayılacak kadar azdı. Armut da onlardan biriydi. Adını doğrusu tam hatırlayamıyorum. İhsan gibi geliyor ama Et Balık Kurumu’nda çalışan adamın adını da İhsan diye hatırlıyorum. Üstelik ikisi de keldi. Armut aşağı, armut yukarı… Öğle, akşam ve ikindi namazlarını beşinci duraktaki camide kılmayı adet edinmişti. Namaza gidiş gelişlerle bir vakitte yaklaşık bir saati bir güzel eziyor. Böylece ömrünü tüketiyordu. Yaşlı mıydı bilemiyorum. Daha doğrusu kestiremiyorum. Elli beşinde filan olmalıydı. O zamanlar kırk beşinde emekli olunabiliyordu. Muhtemelen işçinin, memurun köşe olduğu asrısaadetten yararlananlardandı. Kafası kel olduğu için yaşını kestirmekte zorlanıyordum sanırım. İhsan Amca diyeyim en iyisi ben. Bizim İhsan amca diğer emekliler gibi hiç konuşmazdı. Anarşinin kol gezdiği, günde en az yirmi kişinin bir hiç uğruna hayatını kaybettiği bir zamanda sanırım orta yaşlıların bir önlemiydi içine kapanmak. Yoksa kimin ne zaman ve ne için güme gideceğini o zamanlar kimse bilemezdi. Çocuktum belki bilmiyordum. Ama çok iyi hissediyordum insanların gözlerine sinmiş korkuyu. Biz çocuklar bile sabah iş için evden ayrılan babamızı akşam bir daha görüp göremeyeceğimizden emin değildik. Ben çocuk sayıldığım için bana pek dokunan olmuyordu. Sanırım büyüsün öyle gebertiriz diye düşünüyorlardı. Birkaç sefer faşist ve komünistlerin taşlı sopalı kavgasının arasında kalarak kazasız belasız atlattım o dönemi. Zaten çok sürmedi darbe oldu. Daha sonra yaptıkları için mahkemelerde sürünecek olan generaller o zaman nasıl büyük bir coşkuyla karşılanmıştı. Çocuk halimle bugün gibi hatırlıyorum. Artık kadınlar kocalarıyla her sabah helalleşmekten kurtulmuşlardı. Çocuklar öksüz ve yetim kalma korkusundan, ana babalar evlat acısıyla terbiye edilme ihtimalinin iç yakan acısından bir diğer darbeye kadar kurtulmuşlardı. Armut aşağı, armut yukarı diye diye çileden çıkarmayı başarmıştım herifi. Elindeki kehribar tespihle beni görünce küfreder gibi çektiği ya sabırlar, sinirlerini yatıştırmaya yetmez olmuştu. Bir yakalasa var ya alimallah çiğ çiğ yerdi beni. Adım gibi biliyordum. Bizi hele beni görünce kırmızı görmüş boğa gibi burnundan aleve çalan nefesler atıyordu. Onun için her zaman tetikte duruyordum. Zaten sokağı arşınladığı zamanlar hiç değişmezdi. Yollarımızın kesiştiği zamanlar genellikle namaz vakitlerinin önü arkası oluyordu. Biz de ona göre önlemimizi alıyorduk tabi. Ne de olsa can tatlı. Bir gün yine namaza giderken adamı bir iyice deli ettim. Herif ifrit olmuştu. Yakalayacağına gözü kesse var ya, namazı filan kazaya bırakıp beni kazaya kurban edecek. Beni bir yakalayabilmek için dinden çıkmayı bile göze alabilirdi. Ama şimdilik bu mümkün görünmüyordu. Bir kere ben yaşım ve bünyem itibariyle çok hızlı koşuyordum. İkincisi aramızda kapanması neredeyse imkânsız bir aralık vardı. O ikindi vakti oyuna daldık. Unuttuk yarım saat sonra Armut’un Tüzün caddesinden köşeyi döneceğini. Ana! Bir de baktım ki ne göreyim. Armut’la aramızda elli metre var yok. Siz olsanız ne yapardınız. Tabanları yağlardınız değil mi. Aynen ben de öyle yaptım. Tabanları yağladım. Bizim Armut kırmızı görmüş boğa gibi hızını almış üzerimize doludizgin sürükleniyordu. Bir yandan koşuyor bir yandan da arkama bakıyordum. Bir de ne göreyim kardeşim hıyar gibi cop ağacının yere düşen meyvelerinden toplamakla meşgul. Armut yakalasa çocuklar günahsızdır melektir demez; benim öcümü ondan alabilirdi. Yapacak bir şey yoktu. Geri dönmem gerekiyordu. İşin garibi o esnada durum analizi yapmaya bile zaman yoktu. Dönüp kardeşimi kurtarmalıydım. Öyle de yaptım. Keskin bir virajla geri döndüm. Yavrusu yuvadan düşen serçe kuşları gibi kardeşimin olduğu tarafa sortiye başladım. Armut bana doğru geliyordu. Ben armuda doğru hızla yaklaşıyordum. Kardeşim çocuk işte, olanlardan habersiz polis ağacının meyvelerini istiflemekle meşgul. Bağıracağım ama rüyalardaki gibi sesim de çıkmıyor ki meret. Sonunda kolundan yakaladığım gibi kenara çekildim. Zavallı armut, hiç hız kesmediği için dikine gitti. Toparlak gövdesi Alman tankı gibi manevradan yoksundu. Motor fireniyle durup geri dönünceye kadar ben arayı epey açmış ikimizin de o gün için canını kurtarmıştım. Zaten o günden sonra sanırım bir daha ona Armut da demedim. Benim yüzümden kardeşim dayak yiyecekti. Ben de vicdan azabı çekecektin yok yere… Nedense Günay Teyze’nin aşure yaptığıyla ilgili bir hatıra kırıntısı kalmamış hafızamda. Kim bilir belki hiç yapmamıştır aşureyi. Aşure yapmak türlü yapmaktan çok daha zahmetli olduğu için olmalı… Orasını bilmem ama Günay Teyze’yi aşure yaparken görmek ne kadar komik olurdu. – Komşu aşure yapacaktım da kuru üzüm kalmamış evde. Bizimki de iştedir şimdi. Ha varsa şöyle yüz gram kadar versen.. İyi ama ben Günay Teyze’nin kocası Bülent Amca’nın bir işi olduğu hakkında da hiçbir şey hatırlayamıyorum. Neyse artık… – Aşure kaynatacağım da Allah kabul ederse. Baktım buğdayın dibi görünüyor. Kurban olam bir iki ölçek varsa buğday… Haydi Allah kabul etti diyelim. Aşurenin sevabı tüm mahalleye ortak mı yazılacak yoksa sadece olayı organize etme işini üslendiği için Günay Teyze’ye mi? Bir kere mahallede çalabileceği kapı sayısı aşure yapmaya yetmezdi. Komşuların neredeyse yarısı cimriliğiyle olimpiyat derecesi yapmaya adaydı. Hele bunların içinde Halime Teyze ile Selahattin Amca’yı o zamanlar Guinness rekorlar kitabına sokmak bile mümkündü. Mümkündü mümkün olmasına da bir yandan sokağa çıkmayı haram kılan anarşi, diğer yandan milletin belini büken enflasyon kimsede ince düşünecek akıl bırakmamıştı ki… Selahattin Amca’nın bir özelliği de mahallenin bekçisi olmasıydı. Yaşları Allahu âlem altmış yetmiş arasında olmalıydı. Şimdiye kadar çoktan hakkın rahmetine kavuşmuşlardır. Arkalarından konuşmuş olmayayım ama çocukluk çağımızın içine etmişlerdi. Ne yani birinin arkasından konuşmayacağız diye hep içimize mi atacağız. Zaten bugün birkaç tahtamız kırıksa hep bu içimize atma huyumuzdan olmadı mı? Halime Teyze’yi hep tül perdenin arkasından sokağı gözlerken hatırlarım. Mahallede ne olup bittiğini savaş muhabiri gibi an be an takip ederdi. Gerekirse dışarı çıkar müdahale etmekten çekinmezdi. Özellikle akşam vakti babalarımızın iş dönüşünü bekler. Kapı ağzından başlardı hakkımızda verip veriştirmeye: – Hikmet Efendi senin bu oğlandan illallah ettim valla yavrum. – Gene ne yaptı bizim haylaz Halime Teyze? – Daha ne yapsın evladım, daha ne yapsın. Akşamın bu vaktine kadar top oynadılar. Bi şey değil elentürük ( Elektrik ) tellerini koparacaklar. Zaten ağaçları kırıp geçirdiler. – Ben kulağını çekerim onun tasa etme sen Halime Teyze. Genelde kimse onu dikkate almazdı. Her gün can pazarının yaşandığı bir çağda; her ailede her akşam öncelikle tekrar bir arada olabilme coşkusu yaşanırdı. Ağacı elektrik telini düşünen mi vardı. Ama ne yaparsın yaşlı kişiydi. Kalbini kırmak olmazdı. Zaten kalbini kırmamak için bazen bizim kulak sünerdi. Benim kulaklarımın Midas’ın kulaklarını andırmasının en önemli sebebi Halime Teyze gibilerin kalbinin kırılamayışıydı. Selahattin Amca daha fenaydı aslında. Ama onu tül perdenin gerisinden göremezdik. Muhtemelen Halime Teyze’nin fitleriyle yetiniyordu. İşten dönenlerin çoğunu cami yolunda olduğu için göremezdi. Armut gibi bir saat sürmezdi gidip gelmesi. Bir buçuk saati aşardı. Ben Selahattin Amca’yı dolu fileyle gelirken neredeyse hiç hatırlamıyorum. Belki benim yaramazlık zamanlarıma denk geldiği için gözümden kaçıyordu. Ama insan aynı mahallede yaşadığı halde nasıl olur da hiç göremezdi? Bir adamın eli sıkı olursa göremezsiniz tabi… Topumuz balkona kaçtığında hiç acımaz keserdi. Yapacak hiçbir şey kalmazdı artık. Babamıza desek daha beter… Top oynadığımız için değil ha; bizi şu adamla yüz göz ettin diye kafa göz dalardı babalarımız. Top balkona kaçar kaçmaz ani bir hamleyle kaçıramadıysak, diğer harçlık dönemine kadar oynayacak bir halt bulamazdık. İşte Armut’a sarmamızın en önemli sebebi buydu belki de. Zaten ilginç adamdı. Sarmaya çok müsaitti. Baba zoruyla gittiğimiz teravih namazında fark etmiştik. Daha doğrusu ben de diğerleri gibi fark etmiştim. Zorla yapılan işten hayır mı gelir? Namazda caminin pencerelerini, sütunlarını sayar tek mi çift mi oynardık. Bazen gülmeye yenilir kulaklarımızdan tutulup dışarı atılırdık. Pencere sütunla yetinmez milletin kulağını kuyruğunu incelerdik. Armut da böyle bir boş vakit eğlencesinde dikkatimi çekmişti. Dua vakti etrafımdakilerde on parmak sayarken Armut Amca’da dokuz çıkıyordu sayının sonucu. Bir türlü akıl erdiremiyordum bu işe. Dizine koyduğunda on olan parmakları havaya kaldırdığında omuz gerisinden bakınca nasıl dokuza inerdi. Meğer sağ elinin küçük parmağı yarımmış… Çocuk için bir meşgalenin önemini anlatmaya ne kelimeler yeter ne kalemler yardım edebilir. Top o zaman en önemli oyuncağımızdı. Televizyon yoktu seyredelim. Cep telefonu filan da yoktu birileriyle ucuz tarifeden kırıştıralım. Sokaktaki tek telefon birinci durak tarafındaki çıkışta faaliyet gösteren Erzurumluların fırıncı dükkânında mevcuttu. Yıllar sonra karşı kaldırımdaki Aliye Teyzelerin aldığı söylendiyse de benim görmem mümkün olmadı. Aliye Teyze cumartesi pazar tatili gibi haftada ancak iki gün ayağa kalkabiliyordu. Hastalıktan başını kaldıramıyordu bir türlü. Mahallenin fırıncılardan sonra belki en zengini onlardı. Ama bir rahat yüzü gördükleri yoktu. Topumuzu, daha doğrusu tek eğlencemizi kaybedince ormanı yanmış ayıya dönerdik. O zaman ya elalemin ağaçlarına sarar, hıncımızı varsa meyve ağaçlarının meyvelerinden alırdık ya da ceplerimizi karıştırır bir elli kuruş bulursak iki jeton alırdık. Jetonlardan biriyle sesimiz kalınlaştırıp Aspava pidecisini arardık. Selahattin Amca’nın evine on iki tane bir buçuk mevlit kıymalısı ısmarlardık. Önceleri çırak elinde on iki bir buçuk bulunan sepetle kapıya dayanıp kavgaya tutuşurdu Selahattin Amca’yla. Sonunda almazdı tabi Selahattin Amca. Ama çırak geri dönerken gelmişini geçmişini bir kalaylardı ki, kaldırımın karşı tarafındaki bahçenin duvarından duydukça gülmekten kendimizden geçerdik. Tüm mahalleye bir kere daha rezil oluşu içimizin yangınına soğuk su serperdi. Hızımızı alamaz bir jeton daha bulursak bu sefer pavyonu arardık. Ne zaman birine canımız sıkılsa ilk işimiz pavyonu arayıp içimizi bir güzel dökmek oluyordu. Zaten bu mevzuda o yaşta yapabileceğimiz fazla bir şey yoktu. Şimdi hatırladığım kadarıyla herkesin aklında kolayca kalabilen bir numarası vardı. Çevirir gırgır geçerdik. – Alo orası pavyon mu? – Yok ananın… – Bozma lan ağzını ahmak… – Ulan gelmişini geçmişini yedi silsileni… – Kısa kes Aydın havası olsun. Bırak boş lafı evlere paket servisi var mı onu söyle ahmaaak! – Ulan gidinin kavatı! – Kes tıraşı lan! Gramla mı santimle mi? Adam bir güzel daha kalayladıktan sonra suratımıza kapatırdı telefonu. Tabi bu arada biz de gün yüzü görmedik ne kadar küfür varsa sıkıştırmaya çalışırdık birkaç saniyeye. Allahtan ankesörlüden arıyorduk. Adamlar kim olduğumuzu bir anlasalar var ya hiç düşünmeden pavyona kaydımızı yaparlardı. Hepsi bir yana ama biliyor musunuz masaj yaptırmış gibi bir rahatlardık ki sormayın gitsin. Şimdi daha iyi anlıyorum milletin neden futbol maçlarında karşılıklı birbirlerine ağız dolusu küfür ettiklerini. Küfür etmek de yemek de rahatlatıyor insanı… Hele dayak, kelimenin tam anlamıyla masaj yerine geçiyor olmalı. İşte bizim mahalle böyle şenlikliydi. Şimdi ismi aklıma gelmeyen o kadar güzel insan vardı ki. Neye yanıyorum biliyor musunuz? Zamanında bu güzel günlerin kıymetini bilememişim. Yanarım da işte buna yanarım.
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © serdar adem işler, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |