Edebiyat yaşamın öncüsüdür, onu öykünmez, ona istediği biçimi verir. -Oscar Wilde |
|
||||||||||
|
Kendimize ve sisteme tersinden bakmak Ukuş körki til ol bu til körki öz Kişi kör ki yüz ol bu til körki göz Aklın süsü dildir dilin süsü söz Kişinin süsü yüzdür yüzünün süsü de göz Kutadgu Bilig, Yusuf HASHACİP 1-“İNSAN YA HAYRANDIR SANA” Günün birinde, gecenin ortasında yapayalnız kalırsın Yalnızsan, zaman gecedir Geçirimsizdir duvarlar Gökyüzü geçirimsiz bir duvardır yalnızsan Kimsesizlik duyguları kara bulutlardır göğünde yalnızlığın Ne dost vardır şuncacık Bazan düşmanlarını bile bağışlatacak kadar yoğundur o ıssızlık Baharın güzellikleri ve kuş sesleri sana teselli vermeye yetmez Yalnızsan gecedir zaman İnsan Ya hayrandır sana ya düşman Ya hiç yokmuş gibi unutulursun Ya da bir dakka bile çıkmazsın akıldan Nazım Hikmet 2-BASİT BİR KENDİMİZLE YÜZLEŞME TARZI Bir de tersinden bakmalı kendimize Kendimizi başka biriymiş gibi bir yere oturtmalı önce Bir süre sessizce yoğunlaşmalı; onun biz olmadığına inanmak için. Gerçekten sevdiğiniz bir arkadaşınız bunaldığında size içinizi dökerken, onu o hale getiren olaylarda ve durumlarda onun yanlış yanlarını açıkça yüzüne vururken, kırılan bir kol kemiğini yerine oturturken yaşanan acıya benzer bir acıyla sarsılır. Kendini haklı çıkartmak için aynı biçimde bağırarak tepki gösterir. Kaç insan, yanlışlarını bir biçimde söylediniz diye size saldırılmıştır.Eğer bunu hiç yapmamışsanız, sizi kendine yakın bulanları hiç dinlememişsiniz veya şirin görünmek için onun her davranışını haklı bularak riyakarlık yapmışsınız demektir Bu uzun cümleyi şu biçimde de kurabilirdik, deneyelim:Sizi seven bir insan, bunaldığınız zamanlarda içinizi açtığınızda söz konusu olaylar ve durumlarla ilgili size dair hatalar bulup, mutsuzluğunuzda kendi payınızın büyüklüğünü ortaya koyduğunda, kendinizi savunur, giderek hata dediği şeyi yapmanıza başkalarının sebep olduğunu savunarak karşınızdakine bağırırsınız.”Sen de beni anlamıyorsun” tarzı cümleler kimi zaman öfkeli, kimi zaman ağlamaklı söylenir.”Sen de beni anlamıyorsun” un altında çoğu zaman, ”beni anlamak zorunda olan kişi sensin” tarzı bir emrivaki, kimi zaman da ”sen beni anlamazsan senden de uzaklaşırım” gibi bir tehdit gizlidir..Halbuki içinizi açmak için seçtiğiniz kişi, kırık bir kolu düzgünce yerine oturtmak adına acımasız davranan, sizi yanlışlarınızla yüzleştiren bir dosttur yalnızca. Bazı insanlar için zaman zaman şunu düşünmüyor muyuz; ” “ ben, ben, ben “ diye zırvalamaktan bıkmaz mı bu kişi! ” Sahi siz “ ben, ben, ben “ diye zırvalamaktan bıkmadınız mı..”Ben ben “ diye yıllardır kafasını ütülediğiniz insanların ben’ini merak edip, ama gerçekten de merak edip, iç dünyalarını keşfe çıktınız mı hiç; denediniz mi bunu.Bir arkadaşınız, dostunuz size gelip de yarasını gösterdiğinde kanadınız mı sahiden..Onun için ağladınız mı.İşinizi gücünüzü bırakıp onun yüzünü güldürebilmek için bütün enerjinizi bıkkıntı duymaksızın harcadınız mı. Bir orantıya vurursak Başkalarını suçlamalarınız mı daha çok Yoksa sıcak ve içten sarılmalarınız mı birine sığınak gözüyle bakıp sarılmaktan çok; çaresiz bir insana kaç kez sığınak oldu kollarınız Kendinizi başka birisiymiş gibi düşünün bakalım Belki bir arkadaş belki bir dost; ama adaletli bir dost ve arkadaş olarak… Sonra da sormalı “Bu kadar yalnızsın madem Bu kadar yalnız olmak için ne yaptın Bunu nasıl başardın” O sana; ”hayır, ben insanlara elimden gelen iyiliği yaptım” diyecektir ve kendi iyi niyetlerinin nasıl suiistimal edildiğini hararetli bir biçimde anlatmaya başlayacaktır.Ona fırsat verme fazla.Çünkü o her zaman “ben” diye başlayıp, her zaman “insanların ona ettiklerini” bazan öfkelenerek, kimi zaman acınaklı bir dille, bazan yavaş ve yumuşak bir sesle, bazan da bağırarak anlatırken, sana konuşma fırsatı vermeyecektir.Böylesi durumlarda, yani suçlanma gibi bir durumda kaldığında verdiği tipik tepkiler vardır onun, ağlamak, bağırmak gibi..Hatta senin sorularını biliyor gibi konuşup,.soracaklarını biliyor gibi yanıtlar verecektir.Ona sakın acıma. “Bu kadar insanın yaşadığı dünyada, bu zamana kadar tanıdığın bütün insanlar suçlu, kötü ve yalnız sen mi iyisin? ” diye sor..Onu sıkıştır Yani bütün insanların arasında sadece melek olan oysa, onu öfkeleri, gözyaşları ve yalnızlığı içinde bırakıp ona tabii olabilirsin; başka bir kurtuluş umudu kalmamış demektir Başkaları için ne yaptın Ülken için Seni sevenler için ne yaptın Ailen için Arkadaş diyebildiğin ve şimdi “artık yok” dediğin insanlar için ne yaptın Onlara yaptığın maddi katkılar, hediyeler midir aslolan Veya onların nankörlüğü mü Herkes kusurluyken ısrarla görmemişsen, bu kadar kör olmanın nedeni nedir? İnsan kaç defa kör olur? Verilip geri alınmayan veya onun için harcanan paralar, yapılan ve karşılığı bir türlü ödenmeyen iyilik dediğin şeyler ve bunlardan dolayı içinde oluşan kırılmalar.Söylenen yalanlar.. Siz arkadaşlarıyla, ailesiyle, sevdikleriyle sorunlar yaşayan kaç insan gördünüz ki onları suçlamamış olsun Her kimle çatışması olursa olsun - bu çatışma kırılma ve üzülmelerde karşı tarafı haklı bulma oranı kendini haklı bulma oranından düşük kaç kişi gördünüz.Bütün mutsuzluklarında çoğunlukla ve doğrudan kendini haksız bulan kaç kişi vardır. İnsanların çoğunun mutsuzluk ve öfke nedenleri kendi çevreleri değil mi.Ana baba çocuk kardeş akrabalar zinciri içinde kendi gerçeğini yaşayamamak bizim gibi ülkelerde önemli bir sorun oluşturmaktadır artık. Akraba denilen insanları biz seçmedik.Yaramaz, yalancı, üçkaatçı kişiler olabilir akrabalar arasında; ama akrabamızdır, kan bağımız var.Bir çırpıda silkip atamaz insan onları.Örneğin babanızı veya çocuğunuzu bir çırpıda atıvermek kolay değil.Devletin hastaları yaşlıları koruma ve güvence altına almadığı toplumlarda, geleneksel aile yapısının otokontrol sistemi ve feodal kuralları belli yükümlülükler veriyor kişiye.Akraba akrabanın sırtına yük olabiliyor yeni zamanlarda.Eski zamanlarda, çocuklarını büyüten ebeveyn yaşlanınca da,çocukları onlara bakıyor.Sistem hem feodal yani geleneksel hem de kapitalist aile biçimlerini parçalamaktadır.Çünkü kapitalizm insani olan her şeyin düşmanıdır.O yalnızca satacağı malı düşündüğünden, birbirinden kopmuş ve bireysel yaşayan insanlar daha çok işine gelir.Altı kişinin aynı çatı altında yaşadığı aile kurumunu yıkar.Ana-baba ayrılıp ayrı evler tutarak,o evlere kapitalizmin sürekli reklam ettiği buzdolapları,televizyonları alarak katkıda bulunur.Giderek çocuklar da belli bir yaştan sonra kendilerine birer ev tutarak eşyalar alır.Durum böyle olunca, bizim gibi bir yanı feodal yaşayan toplumlarda geleneksel akrabalık ilişkilerinin içi boşaltılmış, sevginin yerini giderek nefret ve çıkar almaya başlamıştır. “Peki sana ne yaptılar” “Beni anlamadılar” “Sen onları anladın mı” “Anladım” “Yalansın” “Değilim” “Ben hep anladım onları ama onlar beni anlamadı” Bu anlamak konusunu biraz deşmek gerekiyor “Sen onları anlarken onlar seni anlamak zorunda mıydı” “Elbette, ben anlamaktaysam anlaşılmak da hakkım” “Madem ki sen anladın onları, tüm insanların asıl derdi anlaşılmak değil mi” Kişi en çok kendisini anlayanları sever, kişi kendisini anlamayanları sevemez; belki dener, çırpınır ama karşıdaki insan onu en azından anlamaya çalışmıyorsa o ilişki orada biter.istese de biter, istemese de biter. O halde konuya dönerek baştan alalım. Sen insanları anlıyorsun ve onlar anlamıyor seni; burada bir gariplik yok mu. İnsan madem ki kendisini anlayanları sever..yeryüzünde dost arkadaş diye aradığımız ve sahip olduğumuz kim varsa, şu ya da bu biçimde bizi anlayan anlama çabası olan birileridir.öyleyse karşındaki insanların sen onları anladığın halde seni itmeleri mümkün değildir; tıpkı senin,seni anlamayanlardan uzaklaşman gibi. Bir başkasına kolayca söylenebilecek bu cümleleri, birileri size söyleyince, genel olarak size haksızlık yapıldığını düşünürsünüz.Birisi çıkıp insan ilişkilerinde yaşadığın arızalarda çoğunlukla senin hatalı olduğunu söylerse karşı çıkmaz mısın? Çıkmıyorsan eğer, başkaları tarafından mutsuz edildiğinden yakınmak gibi bir hakkın olmayacaktır. Bu yazının amacı, kişileri doğrudan doğruya suçlayarak, içlerindeki bastırmaya çalıştıkları suçluluk duygularını depreştirmek değil.Kendim de içinde,yalnızlar kalababalığına dair sesli düşünmeye çalışıyorum yalnızca Yalnızlık duygusu insani bir duygu ise ki öyledir, Eskil zamanlarda başlamış bir süreçtir insanın yalnızlaşması süreci.Böyle olunca, insanın insana kulluğu ile başlar asıl yalnızlık.Efendilerin dünyasında köleler korunaksız ve yalnızdır.Tragedyalarda ve diğer antik dönem edebiyat ürünlerinde sürekli olarak tanrıların cezalandırdığı varlıklardır insanlar.Giderek Tanrı krallar çağı gelir.Firavunlar karşısında bir insanın ne hükmü vardı ki.O halde, insanı insan yalnızlaştırdı.Belki de doğadan koptukça, yabanıllıktan koptukça yalnızlığa doğru yürüdük.Yabanıl olan, gelişmemiş hayvana daha yakın olan anlamında alınırsa, kuşkusuz ki hayvanlarda ne yalnızlık ne de başka bir duygu vardır.Hayvanın güdüsü vardır.Karıncalar gibi kalabalıklar biçiminde yaşayan canlıları bir araya getiren nedenler arasında yalnızlık yoktur.En azından insanoğlunun yaşadığı biçimde bir yalnızlık olamaz. 3-ERİCH FROMM Yeni-Freutçu Erich Fromm, Frud’u geri plana itip Marx’ı savunur gibi yaparak aslında mevcut sisteme uygun, okununca ikna edici cilalı sözler eden bir burjuva düşünürüdür.İnsanların tüm acılarının sorumlusu olarak başka sebepler sıralayan her türden burjuva düşünürü ve yazarının tek ve nihai amaçları, savaş başta olmak üzere bütün acıların sorumlusu katil kapitalizmi aklamaktan başka bir şey değildir.Bu bağlamda mevcut sisteme göre insan’ın yeniden eğitilerek uyum sağlamasını sağlamaya çalışırlar.Bütün amaçları, sisteme uygun hale getirmektir insanı.İnsan, insan olmanın doğasına uygun olarak, insani olmayan koşullara ve durumlara tepki vermek durumundadır.İnsanın insanı sömürdüğü hiçbir sistem insani değildir.Burjuva düşünürleri ve yazarları bu insani tepkimeyi evcilleştirmeye çalışırlar. Bunu yaparken son derece akla uygun ve süslü laflar ederler.Öyle bir duruma gelinir ki artık kimsenin anlayamadığı, hatta yazanların bile anlayamadığı yazılar şiir diye sürülür insanların önüne, karalamalarsa resim diye sunulur.Duyargaları köreltilmiş kalabalıklar, sistemin medya araçları tarafından “inandırılarak” pazarlanan malı alır.Burada amacım Erich Fromm’dan bir alıntı yapmaktı sadece.Fromm ve ekibi Freud’un insan davranışlarının ve giderek toplumsal hareketlerin kökeninin insanın cinsel içgüdü ve saldırganlık içgüdüsüdür, görüşünü savunan Freud’un bu düşüncesini reddederler.İnsan davranışlarının, insanın evrensel biyolojik yapısına bakılarak değerlendirilebileceğini savunurlar.Onlara göre toplumsal koşullar, çelişen coşkuların yoğun ruhsal dramının oynandığı bir sahneden ibarettir.Bu bağlamda, Freud düşüncesinin Amerikanlaşmış versiyonu Fromm, yine de “Marxsız benim düşüncelerim en önemli itici güçten yoksun kalacaktır. (E.Fromm, Kuruntu Zincirlerinin Ötesinde) diyebilmektedir. Aynı yapıtında “Marx Freudla karşılaştırılamayacak ölçüde evrensel ve tarihsel bir kişiliktir” diyebilmektedir.O kadar öyle ki Fromm Marx’ bir nevi yeni Freudcuların öncüsü gibi gösterir duruma gelmiştir. Fromm'dan bir alıntı yapmak için bu bilgilere kısaca değindim. Fromm a göre İnsan yaradılışının kaçınılmaz bir parçasıdır yalnızlık. (1) İnsan bir hayvandır ama içgüdüsel donatımı, öteki hayvanlarınkiyle karşılaştırıldığında eksik ve yetersizdir; insan yaşayabilmek için maddi gereksinmelerini doyuracak araçlar üretmek, dil ve gereç geliştirmek zorunda kalmıştır. (2) İnsanın da öbür hayvanlar gibi, ivedi, uygulanabilir amaçlara ulaşmak için düşünme süreçleri kullanmasını sağlayan zekâsı vardır; ama insanda Öbür hayvanlarda bulunmayan başka bir zihinsel nitelik daha bulunmaktadır. İnsan kendisinin, geçmişinin ve ölüm demek olan geleceğinin farkındadır; küçüklüğünün ve güçsüzlüğünün de farkındadır; öbür insanların da, başkaları —dostlar, düşmanlar ya da yabancılar— olarak farkındadır. Başka her türlü yaşamın ötesindedir insan. Çünkü yeryüzünde ilk kez kendinin farkına varan yaşamdır. İnsan doğanın içindedir; doğadaki yasaların ve rastlantıların elindedir ama doğayı aşar; çünkü hayvanı doğanın bir parçası —doğayla aynı kılan farkında olmama durumu içinde değildir. İnsan şu korkutucu çatışmayla karşı karşıyadır: Doğanın tutsağıdır, ama gene de düşüncelerinde özgürdür; doğanın bir parçasıdır ama gene de doğanın dışına taşmıştır; ne tam doğanın içinde ne de tam dışındadır. Kendinin farkında oluşu insanı dünyada kopuk, yalnız, ürkek bir yabancıya dönüştürmüştür. Sevginin ve Şiddetin Kaynağı-117-118 'Yasam, zihinsel ve ruhsal yanlarıyla, ister istemez güvensizlikler ve belirsizliklerle doludur. Yalnızca doğduğumuz ve öleceğimiz konusunda kesinlik vardır; tam güvenlik, insani karar almak, tehlikeye girmek ve sorumluluk taşımaktan kurtaran ve güçlü ve kalıcı olduğu sanılan güçlere sorgusuz sualsiz boyun eğme durumunda söz konusudur ancak. Özgür kişi ister istemez güvensizlik içindedir: düşünen insan ister istemez belirsizlik içinde olacaktır.' Erich Fromm, Sağlıklı Toplum 4-JEAN JACQUES ROUSSEAU Jean Jacques Rousseau üzerine Alaeddin Senel’in (Siyasal Düsünceler Tarihi, Bilim ve Sanat yay.) yaptığı değerlendirmede “Ona göre ilkel toplum, insanın insanı sömürmediği, lüksün ve eşitsizliğin insanın ahlakını bozmadığı bir özgürlük ve eşitlik toplumudur. Uygar toplum, insanin iyi doğasının bozulup, erdemlerinin yittiği, özgürlüğün yerini tutsaklığın aldığı bir toplum olarak görülür. “ deniliyor.Fransız Devrimi liderlerini etkileyen Fransız filozof Jean Jacques Rousseau 1712 -1778 yılları arasında fırtınalı bir yaşam geçirdi.Yaşamı ve düşünceleri üzerine çok şey yazılmış ve yazılabilecek büyük bir düşünürdür; ''İnsanı toplumsal kılan, onun güçsüzlüğüdür, yüreklerimizi insanlığa çeken, ortak mutsuzluklarımızdır:insan olmasaydık bu mutsuzluklarımız olmazdı. Her sevgi yetersizliğin bir göstergesidir:her birimizin başkalarına hiç gereksinimi olmasaydı, onlarla birleşmeyi hiç düşünmezdik.Böylece, güçsüzlüğümüzün kendisinden kırılgan mutluluğumuz doğar.Gerçekten mutlu olan bir varlık, yalnız bir varlıktır:Yalnızca Tanrı mutlak bir mutluluğun tadına varır; yoksa hangimizin buna benzer bir şey hakkında fikri vardır. Biri, kusurlu olduğundan, kendi kendine yetebiliyorsa, neyin tadına varır? Tek başına kalır, mutsuz biri olur.Hiçbir şeye gereksinimi olmayan birinin herhangi bir şeyi sevebileceğine inanamıyorum:hiçbir şeyi sevmeyen bir kimsenin mutlu olabileceğine de inanmıyorum.'' diyor. 5-MARX Fromm’un görüşlerine benzer gibi görünse de bu düşüncelerin Fromm’unkilerle örtüşen ve örtüşmeyen yanları vardır.Bu durumda İnsan kaçınılmaz olarak yalnızdır bu iki düşünüre göre.Yalnızlık insan olmanın doğal sunucu, insanın yazgısıdır.İnsan olduğumuz sürece yalnızlığımız da var olacaktır.Bu düşünceler gayet akla yakın gelmiyor.Ancak Fromm ve benzeri burjuva düşünürlerinin bir yandan kendilerine yakın gibi gösterip diğer yandan düşüncelerini çarpıtarak sundukları Marx “«Ekonomik sistemin belirlediği yaşam pratiği, insanın duygu ve düşüncelerini de belirler.» diyerek yalnızlığı insanın kaçınılmaz yazgısı kabul eden görüşleri alt eder. Diyalektik ve Tarihsel Materyalizmin ustaları hiçbir zaman tarihten ve zamandan bağımsız, soyut bir insan özünden söz etmezler. Marx ve Engels bu türden öznel idealist kuramların ve yaklaşımların temel eksikliğini vurgularken, «proletaryanın çıkarlarını değil de, hiçbir sınıfa bağlı olmayan. Gerçeklik taşımayan yalnızca felsefenin sisli hayal aleminde var olan insan özünü ve genel olarak insan çıkarlarını»'. Her şeyin üstünde tuttuklarını saptamışlardır. Marx, Feuerbach üzerine tezlerde «insanın özü her bireyde doğuştan varolan bir soyutlama değildir, (bu öz) gerçekte tüm toplumsal ilişkilerin bir bütünüdür»'(Seçme Eserler, Marx-Engels, 1.Cilt) der. Marx'ın bu konudaki en büyük Başarısı, birey ile toplum arasındaki etkileşim diyalektiğini açıklayarak insanın toplumsal özünün bilimsel çözümlemesini ortaya koymuş olmasıdır.Marx, 1844 Ekonomik ve Felsefi Elyazmalarında “Nasıl toplum insanı insan olarak yaratıyorsa, aynı şekilde toplum da, insan tarafından yaratılmaktadır” derken Felsefenin Sefaleti adlı yapıtında «... tarih insan doğasının sürekli dönüşümünden başka bir şey değildir.» demektedir. İnsan olabilmenin ve gelişmişlik düzeyine bağlı olarak var olan dünyayla ve insanlarla ilişkimizin sonucunda yaşadığımız yalnızlık duygusunu gayet insani bir durum olarak değerlendirebiliriz.Sevdiğimiz bir dostu kaybedince, uzun zaman görüşmemek üzere ayrıldığımız dostların ardı sıra, terk eden bir sevgiliyi düşünürken yaşadığımız bir çok duygunun ara yerinde kendimizi yapayalnız duymamızdan daha olağan ne olabilir.Bu yalnızlık insan olmanın doğal sonucudur.Uzaklara tayini çıkan dostlarımızın, ayrıldığımız sevgililerimizin arkasından o yalnızlığı duymazsak, insanlığımızın bir yanı, hem de önemli bir bölümü eksik demektir. Burada sorgulanmaya çalışılan, insani olmayan her tür sistemin “hiç”leştirdiği insanın yalnızlığı ve güçsüzlüğüdür.İrade güçlerimizi belirleyen, bu zamana kadar yaşadığımız hayattan başkası değil.Kim neler yaşayarak şimdiki ana geldi.Ve bu yaşadıkları onu olumsuzluklar karşısında ne kadar güçlü veya zayıf yaptı. Sesimizin tonunu daha yumuşak ayarlama noktasında, bu ayarı yapamayıp, kendimizi tutamayıp kaç yürek kırdık.Bencilliğimiz ve illa ki haklı çıkma isteğimiz neden bu kadar hat safhaya vardı? Cesaret gösterip, içimizden geçenleri söyleyemediğimiz için, kaç insana asıl duygularımızı ifade edemeyip, onların bizi tanımalarına olanak vermedik.Hep önemsenmek istedik, ama karşımızdaki insanların da önemsenmeye ihtiyaçları olduğunu aklımıza getirmedik. İnsanlarımızı kendi koşulları içinde değerlendirmedik hiç..Sadece bizim tarafımızdan görülen yüzlerine baktık.Onlarla birlikte olduğumuz zamanlarda bizi hoş kılan yanlarından öteye geçmedik. Nasıl geçiniyorlar.Dostları,düşmanları,korkuları, hastalıkları,yalnızlıkları ilgimizi kendimizinkilerin yarısı kadar bile çekmedi.Bütün bunların sonucunda her defasında biz haklı çıktık.Hatalarımızın bile onların oluşturduğu zemin üzerinde inşa edildiğini düşündük.Bizden aşağı koşullarda yaşam kavgası veren, kendi sorunları ve sıkıntıları içinde çırpınan insanların bu çırpınışlarını yürekten alkışlayıp taktir ederken,elimizi onlardan alacağımız şeyler için uzattık.Verdiklerimizin karşılıkları olmalıydı.Bizi ne kadar dinliyorlarsa, anlıyorlarsa o kadar anladık,belki de anlayamadık.Bütün bunların sonunda kaldığımız yalnızlığı sorgularken, kendimizi bir yere oturtup başka biriymiş gibi sorgulamayı da denememiz gerekiyor. Fromm’a göre iki tür insan vardır; tehlikeli akıl hastalıklarının özünü oluşturan ölümseverler ve bunun karşıtı olarak da Yaşamseverler.İspanya iç savaşında faşistlerin en önemli sloganlarından biri de “yaşasın ölüm! ” diye bağırmaktı.İnsanlar arasında ruhsal ve ahlaksal açıdan ölümseverler ve yaşamseverler arasındaki ayrım kadar büyük ayrım olamaz.Bu durumda ölüm severler yaşamı yok edici şiddeti severler.Yaşam severlerse tarih boyunca var olan iyilerdir.Onlar yaşamı ve güzellikleri üretmekle uğraşırlar.Bir çocuk yaşamı seven insanlar arasında büyüyorsa onda yaşama sevgisi de gelişir.Bu yaşamı seven insanlar arasındaki sevgi, sadece öğütlerden ve laftan ibaret olmayan, yaşanılan bir sevgidir..Bizim kabaca iyiler ve kötüler diye ayırdığımız insan türlerini böyle ayırt eder Fromm.Sonra da yaşam sevgisinin hangi toplumlarda gelişebildiğini yazar. “Özetlersek, yaşam sevgisi en çok şunların bulunduğu bir toplumda gelişecektir: Güvenlik: Onurlu bir yaşamın sağlanması için temel maddi koşulların tehlike içinde olmaması; adalet: Hiç kimsenin başka birisinin amaçları için araç olarak kullanılmaması; özgürlük: Herkese toplumun etkin ve sorumlu bir üyesi olma olanağının sağlanması. Bunların sonuncusu özel bir önem taşır. Güvenlik ve adaletin sağlandığı bir toplumda bile bireyin yaratıcı özünün etkinliği desteklenmiyorsa, yaşam sevgisinin gelişmesi gerçekleşemez. İnsanların tutsak olmamaları da yetmez; toplumsal koşullar robotların doğmasına yol açarsa sonuç yaşam sevgisi değil, ölüm sevgisi olacaktır.” (Sevginin ve Şiddetin Kaynağı, 49) Yazının bu noktasında, tam da bu alıntıda, Fromm ‘un da yaşam sevgisinin, dolu dolu yaşama bağlılığın var olacağı koşulları saymaktadır.Kuşkusuz ki yaşadığımız çağda bu koşullar yoktur.İleri kapitalist-emperyalist ülkelerde ve bizim gibi geri bırakılmış ülkelerde, farklı boyutlarda da olsa, insanların sorunlarının asıl kaynağı yaşadıkları sistem ve koşullardan başkası değildir. Güvenlik, adalet ve özgürlük kavramlarının olmadığı toplumlarda insan nasıl bir varlık olarak gelişir.Tıpkı üzerine kayalar yığılmış bir bitki gibi güneş ışıklarını doya doya alamamış bedeni, doğal rengini bulamaz bir türlü.Taşın altında, kendine bir çıkış yolu bulabilmek için kıvrım kıvrım kıvrılır.Anadolu’da bu tür bitkilere kızılkıvrım derler.Sistemin taşları insanımızı kıvrandıra kıvrandıra kızılkıvrım etmiştir. Balasagun’lu Yusuf Has Hâcib ‘in eseri Kutadgu Bilig’de hükümdar; doğru yasa (köni töri) : bunu Küntogdı (gün doğdu) : Vezir; mutluluk (kut) : Aytoldı (aydoğdu) , olarak temsil ediliyor.Devlet yönetiminin güneş kadar adil olmadığı sistemlerde, birileri karanlıkta yaşar. Yeni atılmış betonun üzerine veya suya düşen küçük canlıları gördünüz mü hiç. Çağımız insanı bırakıldığı yalnızlık havuzlarında işte öylesine debeleniyor. Yanıbaşımızdaki insanın içinde kıvrandığı bataklıktan habersiz, kendi korkularımızın ve cesaretsizliklerimizin tutsağı olarak yaşıyoruz.Birer böceğe dönüştürülmüş kişiler kalabalığı, mutsuzluktan ve yalnızlıktan kıvranırken, sistem onlarda bir araya gelip bu korkunç cehennemi oluşturan sitemi yerle bir etme mecalini bırakmıyor.Baskılar ve zulüm bitmiyor, Kendini asla güvende hissetmeyen, asla özgür hissetmeyen adalet duygusunu bir türlü yaşayamamış bireylerin oluşturduğu kalabalıkların başlarını kaldırmalarına olanak tanımayan bir şiddet bombardımanı bir türlü dinmek bilmiyor.Geri kalmış ülkelerin kukla yöneticileri tam bir ölümsever uşak olarak şiddetten sarhoş oluyorlar.Dünya liderlerinin yüzlerini inceleyin, milyarlarca dolara tutulmuş seçim kazandırma ve reklam şirketlerinin çektiği gülümseyen sevimli fotoğraflara bakın, çoğunun yüzlerdeki yapay sırıtışları görün.Ama onlar, sadece bu fotoğraflarla çıkmıyor karşısına kalabalıkların ve her an kontrol edemiyorlar kendilerini..Onlara TV programlarında haberlerde,gazetelerde bakın, yüzlerindeki şiddet ve hiddet ifadelerinden başka bir şey göremeyeceksiniz.Onların sistemlerinin hak ederek değil, yalakalıkla veya haksızlıkla atanmış her tür yöneticisinin müdürünün suratlarını düşünün, hayatınızda gördüğünüz en bön, en asabi, en asık yüzler onlara aittir.Eğer bu dünya insanlar için bir cehenneme dönüştürülmüşse, her cehennemin mutlaka zebanileri de olacaktır. Bütün bunların arasında istediği eğitimi alamamış bireyler birer robota, birer böceğe dönüştürülürken, içlerinde yaşadıkları zor koşulların yüreklerinde ve kişiliklerinde yaptığı sayısız kırılma ve hasar sonucunda, duygularında, kişiliklerinde sayısız çatlak, kırık oluşur ve kalır.Kızılkıvrım.Kimisi de bu patolojik vakada uşak, yalaka, muhbir, gammaz, dönek olarak ölüseverlere hizmetkar olacaktır. Sağlıksız tüm toplumlarda bireylerin aşkları da sağlıksız olacaktır, arkadaşlıkları da, dostlukları da.Sayısız yenilgi yaşayacak, aşklarında geçimsiz olacak, defalarca hayal kırıklıkları ve kapaklanmalar tadacaktır.Egemen ideolojinin sanattan medyaya kadar her türlü aracı, onlara bu dünyada olması imkansız aşklar ve dostluklarla dolu illüzyonlar sunarak, yaşam boyu bu hamhayalleri kovalayarak, kendi karanlıklarında boğulma şansı(!) verecektir. İnsan ölmeden önce, defalarca katledilir ve yaşama sevincini yitirir.Ama bir türlü kendi gerçeğinin farkına varamaz.Genel olarak yakınlarını, ve çevresindeki diğer insanları suçlayarak veya tüm olumsuzlukları kaderine yükleyerek depresifleşmiş ruhunu rahatlatmaya çalışır.Ölmeden önce defalarca öldürüldüğünün farkında değildir sistemin bir cıvata, bobin, anahtar veya böcek yapmak üzere dizayn edildiği insan. (...) Ben ona, insanın, hayata olan güvensizliğinden, veya hayatı anlamayışından ya da hayat tarafından küçük düşürülmüş olmasından ötürü hayattan ayrılmasının ne kadar acılı olduğunu söylüyordum. Hayat o adamın duygu ve düşüncelerine ilgisiz onun etrafında kaynar; o ise hayatla kaynaşmayı beceremeyerek kendi küçük odasında oturur ve bu odanın her köşesinden yalnızlığın karanlık gözleri ona bakar. Düşünceler mahvolur, çünkü etrafta, onları kendisine söyleyebileceğiniz kimsecikler yoktur; duygular solar, zira onları paylaşacak bir kimse bulamazsınız! ... Ve insan, ölüm kendisine gelmeden çok önce ölür..... Okşayıcı bir bakış, yürekten söylenen bir söz belki insanı her şeye razı edebilir... bir arkadaş –kadın eli ona hayattaki yeri gösterebilirdi. Aşkla ısıtılmış, dostlukla asilleştirilmiş ve cesaretlendirilmiş o insan, yavaş yavaş ölmez ve yalnız ölümü düşünmez, tam tersine yaşar ve yaşayabilirdi.(...) Unutulmuş Hikayeler sf-23 Aşk Rüyası Maksim Gorki 6-KIZILKIVRIM Taşların altında kalan bitki,güneşini alamaz; elin bitkileri gibi,sadece olması gereken toprağı delerek çıkamaz yeryüzüne.Taşın altında büyüyebilmek ne azaplı dolu bir yaşamaktır.Doğduğuna pişman olur.Ama ne yapsın,yaşam bu,her büyüdüğü milimetrede biraz daha sırtında hissederek taşın ağırlığını ve acısını,savaşır.Amansız bir savaştır bu.Sistem bir taş gibi doğmadan yüklenir sırtına; ana karnında borçlu çocukların.Mutsuzluklar ve bu dünyadaki bütün macerasındaki acı,kaderinin suçu veya bahtsızlığı,şanssızlığı olur. Öylelerinin analarıyla babalarıyla arkadaşlarıyla sorunları olur; öyleleri geçimsiz olur,ahlaksız olur,öfkeli isyankar ve düzen dışı olur.Kızılkıvrım olur kıvrana kıvrana büyüyeceğim derken. Bunun bilincinde olan insanlar,birbirinin sırtına taş olmamak için elinden geleni yapmalıdır.Kızılkıvrım olmuş bir çiçeği anlamak gibi anlayabilmeli birbirini.Öylesine sarabilmeli taş altında büyüme savaşımının yaralarını.Değilse,yalnızca kendisinin ezilmişliklerini görüp,karşısındakini görmeme körlüğü ne dostluk bırakır geride,ne arkadaşlık ne aşk.Düzene yamanıp,ona kul köle yalaka olursun.Çıkarsın insanlıktan.Üzerindeki taş, asla çiçek açmana izin vermeyecek. Sen orada yakaladığın boşlukta avunursun; ama hep karanlıkta bir yalaka bir dönek,kişiliğini o azcık boşluk için satmış biri olarak kalacaksın. Bu sistemde acı duymak yaşamaktır.Yaşam belirtisidir.Taşın altında kıvrana kıvrana bir hal olduktan sonra başını göğe uzatabilmişsen,ne mutlu sana.Hayır,”ne mutlu sana “değil; çünkü gövdeni çıkartsan da bir biçimde,bedeninin kıvrım kıvrım olmuş büyük bir bölümü o taşın altında olacak.Sistemin milyonlarca insana biçtiği yazgıyı delip,farklı bir yaşama geçse de insan,tamir edemez üzerindeki taşın ağrsını.Taş hala oradadır çünü.Benzerleriyle paylaştığı acıları yaşamasa da artık,küçük burluvanın hali vahti yerinde kesimi,paylaşmanın güzelliğini yaşayamaz eskisi gibi.O hali vakti yerindelerin,sonradan görme dünyalarında,düzenin maddi göstergeleriyle çizilen mutluluk illüzyonlarının bir yalan olduğu yaşlanır.Onlar daha dostsuz,arkadaşsız,kişiliksiz ve ahlaksızdır. Demek isterim ki,bütün dostlarımızın arkadaşlarımızın sırtında aynı sistemin ağır taşları var.Sevgilimizin,anamızın ve çocuğumuzun da öyle..Bir de biz taş olmayalım bu zor nefes aldığımız karanlıkta birbirimize.İnsanların aşklardan,dostluklardan yaşadığı hayal kırıklıkları ve mutsuzluklarda kişilere düşen pay bizim bencilliğimizdendir. Üzerimizdeki kayalar kırılmadan mutlaka bedenimiz gerçek özgürlüğü tadamayacak.Ama bu koşullarda birileri daha güzel ilişkiler kurabiliyorsa,biz de bunu yapabiliriz. 7- “SOL MEMENİN ALTINDAKİ CEVAHİR” Geriye bakıp düşününce her insanın “güzel zamanlar “ dediği dönemler vardır yaşamında.Sevgiyi dolu dolu yaşadığımız çocukluğumuzun sıcacık zamanları..Ailemizin güleç ilişkileri.Belki yoksulluklar, belki hırgür ama sevgiyi yaşadığımız zamanlardır bizim tüm güzel zamanlarımız.En azından bizim ülkemizde artık bulamadığımız akraba, aile, komşuluk ilişkileri, mahallelilik; kızına çeyiz hazırlayan bir ananın özeni ve hevesiyle, yüreklerimize sevginin bir kanaviçe gibi işlendiği dönemler.Bizim kültürümüzün o insanı saran güzelliğini yaşamış olanlar şanslıdır.Aynı göğün, aynı güneşin altında olmayı bile bir yakınlık nedeni sayan atmosfer yok artık. Bu topraklarda bütün zalim yöneticilere ve sistemlere rağmen büyük insanlar çıkmıştır.Homeros’un Ege kıyılarında dizeler yazdığı dönemlerdeki dünya da vahşeti bir yaşam biçimi olarak sunuyordu insanlığa.Yunus’un elinde asasıyla bozkır gününün alnacında bir aşk erine dönüştüğü dönemdeki dünya da acımasızdı.Zulüm hep vardı.İnsanoğlunun üzerine yığılan kayalar hep vardı.Bizim kilimlerimiz ve türkülerimiz, sadece türküler ve güleç insanların oluşturduğu dünyaların icatları değildir.Bizim ürettiğimiz güzellikler aynı zamanda zulum kırbaçları altında, büyük kaçkunluklarda, yersiz yurtsuzluklarda, kayaların arlından çıkarken öğrendiğimiz bilgilerin ürünleridir.Nazım o vahşetin orta yerinde zindan karanlığını aydınlatan bir umudu büyütüyordu. Yani içerde on yıl, on beş yıl, daha da fazlası hattâ geçirilmez değil, geçirilir, kararmasın yeter ki sol memenin altındaki cevahir... Nazım Hikmet Ran “Sol meme altındaki cevahir “ kendiliğinden olmamıştır.Elmas elmas olmadan önce neler yaşadı. Basit bir tanımlamayla, (www.populerbilgi.com/genel/elmas.php) “Elması değerli kılan tüm özellikleri, oluşumu sırasında ortaya çıkan şartlara bağlıdır.” İnsanı diğer insanlardan ayıran, yani her insanı benzerlerinden ayıran tüm özellikler onu var eden koşullarla var olur.”Doğal elmasın oluşumu için olağanüstü koşullar, yani aşırı yüksek sıcaklık ve basınç gerekir. Elmas yerkabuğunun derinliklerinde doğar. Erimiş elmas içeren kısımlar yüzeye fışkırıp donabilir, ancak bu olay çok nadiren gerçekleşir. Bu nedenle yeryüzünde çok az sayıda elmas yatağı vardır. Zengin yatakların sayısı ise birkaçı geçmez. Doğal elmasın yapısı ve oluşum şekli bilim adamları için yol gösterici olmuş ve bu sayede yapay elmas üretilebilmiştir. Bazı denemeler sonunda, 100 bin atmosfer basınç ve üç bin derece sıcaklık altında tutulan grafit, elmas haline getirilmiştir. Ancak üretilen sentetik elmaslar, doğal olanları kadar değerli değil. Bu nedenle yapay elmaslar, çok sert yapılarından dolayı endüstride bir çeşit zımpara olarak kullanılmaktadır.” Yaşadıkları bütün olumsuzluklara rağmen, bu olumsuzlukları sevgiye dönüştüren insanlar yok mu yeryüzünde.Bütün karanlık çağları aydınlatan, o çağların zulmünden en çok pay alan zalimlerin karşısına diklenen insanlar değil mi. Bu zamanın zulum tezgahları başına taş yağmışa dönderip, doğuştan ölene dek gözünü açma fırsatı tanımasa da insanlara, her insan kendi hayatının acılarında ve sıkıntılarında pişmiş sol meme altındaki cevahirini unutmamalı.Her şeye rağmen kendini bırakmamayı bilmeli.Benzerlerin arasında birileri senden daha çok sevgi ve dostluklarla ısınan bir yaşamamı başarmışsa,sen de başarabilirsin.Elmas yeraltının karanlığında buluyorsa güzelliğini,yalnızlık çoğaltabilmeli bizi kendimizden öteye.Toprağın derinlerine taşlarla ve böceklerle cebelleşerek uzanıp suya ulaşan kökler olmasa,ağaçlar çiçek sağanaklarıyla karşılayamazdı baharı. Kavramamız gereken, her türden sevgiyi ancak bu taş yağmuru altındaki diğer insanların arasından bulacağımız ve çoğaltacağımız gerçeğidir.Vermek tamı tamına kendinden vermektir.Tuzu kuru, serveti parası olanın verdiği hayır, yalnızca kirli vicdanını kandırmaya yarar.Ekmeğini bölüştüğün insanın sana yalakalık yapması, kendini zorlayarak gülümsemesi gerekmiyor.Git sevgiyi sen ara bul.Eğer derdin sevgiyse, bu kadar sevgisiz toplumda, içinde var olan sevgiyi verecek birini ara.Kim bilir hangi kovukta, tıpkı senin yaptığın gibi, sevginin ayağına gelmesini bekliyor.Sonra da ona sevgiyi vermenin güzelliğini öğret.İşsizsen işi sen yarat, sığınma başkalarının merhametine.Tek başına yaratamıyorsan, on kişi bir araya gelip limon satarak başla. Kuşkusuz ki, düzenin yarattığı yalnızlık, insanda olması gereken insani yalnızlıklardan farklı olarak, tam bir bataklıktır. Sömürü düzeni insanı aldı ve ondan akla hayale gelmeyen suçlular ve değişik sorunlu insan tipleri yarattı.Katil türleri, hırsızlığın bin çeşidini icat eden hırsız türleri, kapkaççılar,gaspçılar,mafyalar,kalpazanlar, karaborsacılar, faizciler, uyuşturucu bağımlıları, kurnazlar, hilebazlar, akla hayale gelmeyen sapık türleri, bütün toplum katmanlarında oraya uygun yalakalar, ve daha bir sürü insanlığını kaybetmiş insan türü; birer kurban.Böyle bir dünyada kendisini iyilerin safında görenlerin birilerine iyilik yapması gerekiyor.Kim bilir belki de bir çocuğu kurtarabilirsiniz bu bataklığa düşüp bir suçlu olmaktan. Burjuva düşünürleri, insanı insanlıktan çıkartan sistemlerdeki insanı çözümlerken, kişilere verdikleri akıl, insanın hangi yollarla sisteme uyum sağlamasına dair reçetelerdir.Nasıl sisteme uygun ve daha iyi yaşanır.Onların iyi vatandaş dedikleri, gayri insani kurallarına boyun eğen, tüm yaşamını bu sistemin sorunlarını sorun değilmiş gibi görmesi gereken kişidir. 8-DİP VE ZİRVE Dip ve Zirve denilince derin kuyuları ve çıkılmaz dağ doruklarını düşünüyorum. Dip ve Zirve denilince, derinliği olan insanları ve insanlığın yetiştirdiği büyük insanları düşünüyorum. Dip ve Zirve arasında uçurumlar var. Dip ve Zirve arasında belki de mesafe yoktur.Zirvede dediğimiz insan içinde derin çukurlar olan insandır belki de. Zirvelerde derin çukurlar, krater ağızları ve uçurumlar vardır. Ama derin kuyulardan yaşam kaynağı olan su çıkıp, uzun bozkır ve çöl yolculuklarında nice insana yaşam vermiştir Doruklarda da pınarlar vardır 9-BU DÜZENE RAĞMEN Hep kendisini merkeze koyup, her defasında haklı çıkma savaşı verenlerin, derinlerinde dolaşan haksızlığa uğramışlık psikolojisiyle, sürekli savunma halinde gezenlerin çevrelerine sadece her an batmaya hazır bir diken olduklarının farkında olmamaları ne acıdır.Sürekli olarak, her defasında değiştirdikleri kendi gelecek planlarını ortaya dökerek, kendi bunalmışlıklarını karşısındaki insanlara kusarken onların bunalmışlıklarını bir an bile düşünmeyenlerin hali ne acınaklıdır.Hiç bir şey mutlu edemez, kendinden ekonomik, sosyal koşulları daha yetersiz olanlara yakınanları.Onlar hep mağdurdurlar, daha mağdur olanlara bakmaksızın.Korkunç hırsları yüzünden, çoğu zaman en iyi davrandıkları insanlar bile onlar için bir araçtır.Yaptıkları “iyilikler” bir gün insanların yüzüne vurulmak içindir.Kültürel statülerini anlayamazsınız.Kimi zaman ortak noktaları nerdeyse hiç olmayan birisiyle yalnızlıklarını alt etmeye çalışırken, onlara kıyak yapar gibidirler. Acıdır, statükoları ve paralarıyla başkalarına mağduriyet kusanların hali.Geriye döndüklerinde hiç kimse kalmamıştır yaşadıkları bunca zamandan.Hep bulundukları ortamı aşağılarken, bir gün çekip gideceklerini söyledikleri insanları da, bu beğenmedikleri dünyanın bir parçası gibi gördüklerinin farkında değildirler.Bütün bunların altında her biçimde bir 1. planda olmak ve diğer insanlara hükmetme güdüsü içinde olduklarının ayrımında değillerdir 'Yalnız insanlar, yani büyükler, yetişkinler, boyuna birbirlerini aldatmaktan, azaba sokmaktan geri durmuyorlardı. Onlar için önemli olan ne bahar sabahı, ne de Tanrı’nın tüm yaratıklara bağışladığı, evrenin bu güzelliğiydi. Bu güzellik herkesi sükuna, birliğe, sevgiye çağırıyordu ama, insanlar için önemli, kutsal olan tek şey, kendi benzerlerine hükmetmek için yine kendilerinin bulup icat ettikleri şeylerdi.' Tolstoy-Diriliş Kültür eğer, yaşadığımız zamanın ve dünyanın bize öğrettiği her şeyse, başkalarına ve kendimize bakış biçimimizi de ona göre yapmak durumundayız. (...) Kültür hiçbir şeyi ve hiç kimseyi kurtarmaz, bir şeyi haklı da çıkarmaz. Ama insanın bir ürünüdür o ve insan ona yansıtır kendini ve onun aracılığıyla ve onda kendini görüp tanır; bu eleştirel ayna, insana imgesini gösterir ancak. Ayrıca o yıkıntı halindeki eski binanın, yani benim sahtekarlığımın, karakterim olduğunu da unutmamak gerekir; bir nevrozdan kurtulabilirsiniz, ama onu kendi kendinize tedavi edemezsiniz Bir çocuğun, yıpranmış, silinmiş, hor görülmüş, bir köşeye atılmış ve sözü edilmemiş bütün temel özellikleri, ellilik bir adamda yaşar durur...(...) Jean - Paul Sartre Sözcükler, sayfa 187 Ama insanlık tarihinin bu zamana getirdiği,iyi insanların oluşmasını sağlayan kültür birikimiyle,kapitalizmin insanı insanlıktan çıkarmak üzere tezgahladığı kendi kültürünü bir tutmamak gerekiyor.Burada sözü edilen,belki de daha çok bize sevginin ve insan olma savaşının bıraktığı,sol meme altındaki cevahirdir kültür.İşte kendimize ve dünyaya onunla bakabilmektir aslolan. Kendini bilmek, belki zor ama biraz da kendine dışarıdan bakmakla olanaklı.Kendimize dışardan ve başkalarının gözünden.Bu sisteme rağmen, nasıl daha yaşama ve umuda dönük olabiliriz.Bütün acılara rağmen türkü söyleyenler olmasaydı bu gün insanın içini açan türküler de olmazdı.Gülme duygularını yok edemedi insanlığın, karanlık çağlar. Sevgide yakınlık var.Egemen ideolojinin kullandığı her tür araçla sevgiler sakatlanıp yanlış öğretilmiştir.Sevgi gibi, saygı da yanlış öğretilmiş, saygı korku ile birlikte sunulmuştur insan bünyesine.Saygıda hep mesafe ve korku var olmuştur artık.Babanı sev, babandan kork; öğretmenini sev ama ondan kork aynı zamanda.Allah sevgisi diye, giderek cezalandırma yönü ağır basan bir varlığa dönüştürmüştür kapitalizm yaratıcıyı.Kapitalizm, Allahsızdır.Ve tüm insan ilişkilerini, Allah’ın yerine piyasaya sürdüğü Para denilen puta göre biçimlendirmektedir. Dünyada her şeyi para belirleyip, insani tüm ilişkiler artık para adlı puta endeksleniyorsa, orada sözü edilen din kavramı, içi boşaltılmış bir din olmaktan ileriye gidemez ve ancak egemen olanların, egemenliklerini sürdürürken, kitlelere karşı kullandıkları bir araçtır. Bütün eylemler onlara verilen değerlere dayanırlar. Saygı duymalarımızın hepsi ya kendimize aittir ya da başkalarından edinilmiştir...edinilmiş olanlar büyük ölçüde daha fazladır. Niçin onları ediniriz? Korkudan, yani, bize aitmiş gibi davranmayı daha yararlı görürüz...ve kendimizi bu bozulmaya öylesine alıştırırız ki, sonuçta bizim karakterimiz haline gelir. Kendimizin değer vermesi: Bu, bir şeyin sadece bize verdiği keyif veya keyifsizlik göz önünde tutulup, başkalarına verdiği keyif veya keyifsizliğin dikkate alınmaması suretiyle ölçülmesi demektir...çok olağanüstü bir şey! Ama en azından bizim, içinde pek çok durumlarda başkasına ait değerlendirmeyi kullanma güdüsü bulunan başkasına değer vermemiz, bizden kaynaklanması, kendi kararımız olması gerekmez mi? Evet, ama bunu çocuk olarak yaparız ve görüşümüzü nadiren değiştiririz. Biz genellikle yaşam boyunca çocuklukta alışılmış yargıların budalasıyız, yakınlarımız hakkında (onların ruhları, payeleri, ahlakları, örnek oluşları, değersizlikleri) hüküm veriş biçimimiz ve onların değer verişlerine saygı göstermeyi gerekli buluş tarzımızla. Nietzsche –Tan Kızıllığı 10-“EZBERİMİZİ BOZALIM” Son zamanlarda çok kullanan bir söz “ezber bozmak” sözü.Bize acısı tatlısıyla yaşamın öğrettikleri, kuşkusuz üzerine taş konulmuş çiçeğin öğrendikleridir. Kişisel deneyimlerin sonuçları, bir başkasının kişisel deneyimini çok fazla etkilememekle birlikte, daha çok, bir adım sonrası için işe yarayabilir.Fakat, bir, iki, beş insanda yaşadığımız yanılgı, tüm insanlarda aynı yanılgıyı yaşayacağımız anlamına gelmez.”Yanılgı” dediğimiz olguda başkalarının kusurundan çok, kendi eksiklerimiz daha önemlidir bizim için.Yanılgılarda eksiklerimizi görüp düzeltme yoluna gidersek bu, karşımızdakine duyacağımız nefretten daha çok işimize ve yaşamın işine yarar.Aşklar dostluklar ve her türden olumlu duygulara bağlı insan ilişkileri, bize sunulan reçetelerden çok, sol memenin altındaki cevahir’e bağlıdır. Yaşadıklarımızdan öğreniriz, yüzmeyi ancak yüzerek öğrenmek gibi.Bencilliğimiz ve kişisel hırslarımıza bakalım yalnızlıklarımızda.Sol memenin altındaki cevahir, anamızın bizi yeryüzünde ilk kez kucağına alınca başlayan, yaşamımızın sevgiye dair zamanlarında çekirdeği oraya bırakılmış, evrendeki tüm cevahirlerden farklı olarak, canlı bir parçamızdır.Yaşamımızın acıları ve zorluklarıyla, sevgileri ve güzellikleriyle büyür sertleşir. İnsanı insanlıktan çıkartmaya kurtulmuş sistemler, bizi belki defalarca ezer ama sol meme altındaki cevher kolay ezilir bir şey değildir. Robotik toplumlarda iki kere iki dört formülleri ve bu denli kesin reçetelerle belirlenir insan ilişkileri ve yaşamı.İki kere ikinin dört ettiği ilişkiler sahtedir ve uzun ömürlü olmaları olanaksızdır. İnsan, gelip geçici hevesleri olan, tutarsız bir varlıktır ve tıpkı satranç oyuncuları gibi hedefe ulaşmayı değil de hedefe giden yolları daha çok sever.Emin olamayız elbette, ama insanın ulaşmak için çabaladığı şey, hedefe giden bu yol olabilir; o da hayatın ta kendisidir zaten.Aslına bakılırsa hedef, iki kere iki dörttür yani bir formüldür; ama bu formül hayatın değil, ölümün başlangıcıdır.İnsan, daima iki kere ikinin dört etmesinden az da olsa bir korku duymuştur; tıpkı benim duyduğum gibi. İnsanın uğruna denizler aştığı, hayatını tükettiği hedefi iki kere iki dörttür; ama öte yandan insanın korkusu bu hedefe ulaşmaktır.Çünkü ulaştığı an hedefsiz kalacağının bilincindedir... İnsan, hedefe ilerlemeyi sever ulaşmayı değil; şüphesiz çok gülünç bir durumdur bu.İşin en hoş tarafı insanın daha doğduğunda gülünç olmasındadır.İki kere iki dört formülü, yine de dayanılmaz şey doğrusu.Bana kalırsa iki kere iki dört, büyük bir küstahlıktır ve etrafa tükürükler saçan, elleri belinde, yol kesen bir külhan beyinin ta kendisidir.İki kere ikinin mükemmelliğine inanıyorum; fakat ondan daha üstün olduğuna inandığım şey, iki kere ikinin beş etmesidir. Yeraltından Notlar Dostoyevski İki kere iki beş belki de başka bir sayı olabildiği zaman o bizim kendimize özgü yaşadığımız bir olgu olacaktır. Ezber bozmak, kendinden dışarı çıkmak oluyor.Başka insanlara katılmak, başkalarının yarasını sarabilmek.Belki karşılığında alacağımız gülüş yüreğimizi daha çok ısıtacak bencil yalnızlıklardan.Bütün sistemlere rağmen iyi insan olmanın yolu iyilik yapmaktır.Sevgiyi yaşam kılmak için, elimizi dünyaya sevgiyle uzatmaktır; taşlar altından çıkan çiçeğin ödülü kocaman bir tomurcuğu hak etmek için. Ve elbette karanlığa karşı bir ışık olmakta mesele, karanlıktan yakınmakta değil. Kimisi Camdaki Sinek Pisliklerini Görür, Bir Başkası Camdaki Aksini, Öteki Penceredeki Saksıyı, Bir Diğeri Pencereye Dokunan Daldaki Çiçeği, Kimisi Karşıdaki Dağları, Kimisi Daha Da Ötesini; Kendinden Dışarı Bakarken... 11-SELAM OLSUN NAZIM’A İçerde bir tarafınla yapyalnız kalabilirsin, kuyunun dibindeki taş gibi, fakat öbür tarafın öylesine karışmalı ki dünyanın kalabalığına, sen ürpermelisin içerde dışarda kırk günlük yerde yaprak kıpırdasa. Nazım Hikmet Adnan Durmaz 16.02.2008 02:32
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © adnan durmaz, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |