İste, sana verilecektir; Ara, bulacaksındır; Çal ve kapı sana açılacaktır -İncil |
|
||||||||||
|
Hızla yiyip neredeyse telaşla kalktılar masadan. İşte bu kadar, diye düşündü Seda. Kocası yemeği hapur hupur mideye indirirken, iki parmakçık koyduğu şarabı içmeyi unutmuştu sanki, sofradan kalkarken bir yudumda içti. Sonra Eren'le birlikte televizyonun karşısına kuruldular. Yemek faslı uzaklarda kalmıştı artık onlar için... "Oğlum, ağzını yıkamadan oturdun yine şunun karşısına." diye söylendi Seda. Çocuk kalktı, suratını çarpıtıp ayaklarını sürüye sürüye lavaboya yürüdü. Seda, bir süredir çatalıyla evirip çevirdiği yemeklarin kalanını bir çırpıda bitirdi. Bardağı henüz boşalmamıştı. Kararsızlıkla baktığı kadehi yatay dairesel hareketlerle çevirdi, içinde anaforlanan kırmızılığa daldı bir süre. Kadehi burnuna yaklaştırıp kokladı derin derin, ardından bir kerede ağzına boşalttı kalanı. Damağına, diş diplerine uzun uzun burukluğunu sindirip yavaşça mideye gönderdi. Masayı, mutfağa gide gele usulca topladı. Son birkaç parçayı götürürken, bir görevi savuşturmanın rahatlığıyla koşar adım gelen Eren'le kapıda karşılaştı. Çocuk hızla yanından sıyrılıp kendini kanepeye, babasının yanına attı. Adam elinde kumanda cihazı ile kanal kanal gezer ve ikisi de boş gözlerle ekranda değişip duran görüntülere bakarlarken, Seda son kez gelip masayı sildi. Ekrandan gözlerini bir an olsun ayırmayan Alp: "Oğlum annene yardım etsene," dedi, her zamanki gibi vurgusuzca. "Ohoo çoktan bitti annemin işi baba" dedi Eren, ekrana ipnotize olmuş gibi bakmaya devam ederek. Kadın masanın kenarında dikilip ikisine baktı bir süre. Bu rutin konuşmalarının devamını bekledi kocasından: "Her zaman yapıyorsun bunu ufaklık, kızmaya başlıyorum artık bilesin." Beklediği laf sözcüğü sözcüğüne yinelenince, acı bir gülümsemeyle mutfağa geçti yeniden. Bulaşık makinesi tamamen doluydu, tezgaha yaslanıp bulaşığa geçip geçmemeyi düşündü. Tabak çanak ne varsa musluğun altına tutup incecik akan suyla kabasını alarak hepsini lavaboya yığdı. Masanın kenarına oturup gözünü daha yarıdan fazlası dolu olan şarap şişesine dikti. Aniden karar verip mantarı çıkardı ve her zaman kullandığı küçük kadehi tamamen doldurdu. Bir yudum aldıktan sonra masanın üzerine bıraktı. İçi acıyordu Seda'nın... İçinden çıkamadığı soruların ormanında kaybolmuştu sanki, ama sorulardan hiçbirini netleştiremiyordu zihninde. İşine gelen bir uyuşma halinde yaşıyordu aylardır. Bir başlangıcı olmadığını bildiği bir çeşit düşüşe geçmişti Alp'le ilişkileri. Belki ta başlarda, evliklikleriyle başlamıştı yavaş ama sürekli düşüş. Belirgin kırılma noktaları olmayan, hissedilen, ama önlenemeyen bir azalışla yitirmişlerdi heyecenlarını. Umursamazca bir kabullenişle karşılıyordu Alp ilşkilerinin bugünkü halini. Ama Seda hiçbir zaman içine sindirememişti. Günlerdir ucunu kaybetmişti sorular yığınının. Oysa doğru sorulara ve hep aranan yanıtlara ihtiyacı olmuştu yaşamı boyunca. Sorular da yiterse tutamak yeri olmayan bir heyulayı görmezden gelerek yaşamaya alışmak kalıyordu geriye. Sırtını duvara yaslayıp kadehi eline aldı, evirip çevirmeye başladı dalgınca. Tezgahtaki nesnelere boş boş bakarken ne düşüneceğini bilemiyor, oysa güzel düşlere dalmak istiyordu. İncecik metal vazoda hala diri görünen iki küçük sarı güle bakarken şaraptan büyükçe bir yudum alıp kadehi masaya bıraktı. Gözlerini, üç gündür tezgahta, lavabonun hemen yanında duran güllerden ayırmadan acı acı gülümsedi. Soruların canı cehenneme! Sorulara ihtiyacım yok benim... yanıtları sürekli kaçıp uzaklaşan, ulaştığındaysa hiçbir tatmin duygusu yaratmayan bir yığın soru. Sorun sorularda, sormakta değildi. Sorun eylemdeydi, harekete geçmekteydi bütün sorun, kolay gözüken ama en zor olan şey buydu. Hiçbir zaman kendimi suçlamadım ve şimdi de suçlamıyorum işte. Ben buradayım: sevimsiz bir pazar gününün akşamında, yemekten sonra, mutfaktaki kahvaltı masasında... şarabımı içmeye devam ediyorum. Eskiden olduğu gibi. Ama... artık tek başıma. Eyleme geçmesi gerekenin Alp olduğunu biliyordu Seda. Ama bunun imkansız olduğunu da biliyordu. Alp yaşadığı hayattan memnundu, tuhaftı ama, mutlu olmasa da memnundu böyle yaşamaktan. Başka türlüsü olabileceği, olması gerekeceği aklına bile gelmiyordu. Herkes böyle yavaş yavaş azalarak, tükenip giderek yaşamaya yazgılıydı ona göre. Başka nasıl olabilir ki? Dediği gibi şairin: 'Her şey naylondandı o kadar' Sigara düştü aklına Seda'nın. Gitip almalı... "Seda!..." Mutfak kapısıda dikilmiş duran Alp'in sesiyle irkildi. "Ne yapıyorsun burada güzelim." Şarabın kalanını bir dikişte boşaltıp kalktı. "Ahh! Kahve değil mi, öyle ya, nasıl da unutmuşum." Alp şaşırmış gibiydi Seda'nın tepkisine. Elbette farkındaydı aralarındaki, giderek katılaşan ve katılaştıkça daha da üşüten buzların. Ama kendisi pek üşümüyordu, daha çok Seda'ydı üşüyen. Sanki böyle olmasını ister gibi, bu soğukluğu, bu uzaklığı yaratan Seda... "Ben kahve filan demedim, bunu biliyorsun. Biraz sonra yaparsın, ya da yapmasan da olur... Ben yalnızca..." "Hadi git otur sen, geleceğim ben de zaten." Hızla işe koyulup, fayansta asılı durduğu yerden, balayında Mardin'e gittiklerinde aldıkları bakır cezve setinden en küçüğünü aldı. Suyu koyarken arkasına döndü, Alp çoktan salona geçmişti. Püff... Uçmuş bile, her şey ne kadar kolay. Kahveyi pişirdikten sonra köpüğün fazlasını kaşıkla sıyırıp, yine balayındayken Antakya'dan aldıkları, küçücük mavi kuşlardan oluşan desenleri el yapımı olan fincana koydu. Salona yöneldiğinde, masada duran şişeye takılıdı gözü ve kararsızlıkla durdu. Boşta olan eline kadehi ve şişeyi alıp mutfaktan çıktı. Alışkın olduğu bir rahatlıkla, kahveyi milim taşırmadan geçti salona. Televizyonla kanepe arası çok yakın olduğundan kaldırılıp bir kenara atılan küçük sehpayı, üzerine koyduğu kahve, şişe ve kadehle birlikte alıp tam ortaya Eren'in önüne koydu. Kanepenin sağ kenarına bırakıverdi kendini. Bir süre hiç konuşmadan, boş gözlerle televizyona baktı. Alp ve Eren de hiç konuşmuyorlardı. Seda yan tarafına hiç dönmeden de onlardaki şaşkınlığın farkındaydı. Alp'in suskunluğu olağan değildi bir kere. Normalde şimdi Seda'ya değilse bile, en azından Eren'e şakadan takılması, ilk yudumu höpürdedip keyif sesleri çıkarması gerekirdi. Oysa şimdi tam bir sessizlik ve kımıltısızlık içindeydi her ikisi de. Seda, Alp'in yan gözle kendisini süzdüğünü biliyordu. İlk kez oluyordu bu: Seda ilk kez yemekten sonra kendi başına içmeye devam ediyordu ve şişeyle kadeh ortalarındaki sehpanın üzerinde, aralarında birden yükselivermiş tehditkar bir ateş gibiydi. Yavaşça eğilip aldığı fincandan ilk yudumu höpürdeten Alp'in tedirginliğine karşılık Seda, umursamaz bir biçimde ve her zaman yaptığı bir şeymiş gibi, yeniden doldurduğu kadehini ağzına götürdü. Gözlerini ekrandan ayırmadan büyükçe bir yudum alıp kadehi sehpahaya koyduktan sonra, kanepenin, kendisinin oturduğu sağ tarafındaki pufu alarak önüne koydu ve ayaklarını üzerine uzattı. Eren'in, hemen sol yanında, Alp'le kendisi arasında, şaşkınlığını gizlemeden kendisine yan yan baktığının farkındaydı. Başını yavaşça ona doğru çeviren Seda, bıçkın bir biçimde, "n'aber" dercesine göz kırptı oğluna. Ağzı aralık kalmış Eren bir an bocalayıp ne tepki vereceğini bilemeden, diğer yanına, babası ile kendisi arasında duran kumanda cihazına döndü. Alp gözlerini ayırmadan ekrandaki spor programına bakıyordu. İzlediğini söylemek güçtü, canı sıkılmış, kafası Seda'nın yarattığı ve sürdürmekte olduğu tuhaflığa takılıp kalmıştı besbelli. Giderek öfkeli, kendi kendini yiyen bir hal almıştı yüzündeki ifade. Kumanda cihazını eline geçirerek biraz olsun ortamdaki havadan sıyrılmış olan Eren, ekranda konuşulan konunun dağıldığı bir anı fırsat bilip kanalı değiştirdi. Gözlerini yavaşça devirip babasını yokladı. Arada bir fincanı ağzına götürüp sonra yeniden sehpaya koymak dışında bir şeyle ilgili olmadığı o kadar açıktı ki!... Birkaç dakika içinde belli başlı kanalların hepsini gezdi. Ne Alp, ne de Seda en ufak bir tepki vermediler. Tam, tüm kanalları en baştan bir daha gezmeye başlamıştı ki, Seda ani bir hareketle cihazla birlikte Eren'in elini avucunun içine alarak durdurdu: "Dur hele oğlum, bu ne hız! Şu deminki kanal... şöyle biraz geriye doğru değiştirsene kanalları." Annesinin halinden bir hayli kaygılanıp, onu görmezden gelmek için elinden geleni yapan Eren, bu normallik belirtisi olan çıkış karşısında rahat bir soluk almış gibiydi, kuş gibi cıvıldadı keyifle: "Hangisi anne?" Bu arada kanalları geriye doğru sırayla değiştirmeye başlamıştı. Her kanalda kısacık bir süre durarak annesinin onayını bekliyordu. Bakır ustalarının küçük ve sürekli çekiç darbeleriyle işlerini sergiledikleri bir belgesele gelince, "Hah," dedi Seda, "burası." Oturduğu yerde öne doğru eğilerek dikkatle ekrana baktı. "Burayı hatırladım." dedi, kendi kendine konuşur gibi. Kıvırcık saçlı, gencecik bir sunucu elindeki mikrofonla yaşlı bir bakır ustasının yanına sokulup zıpırca bir konuşma tarzıyla: "Ne yapasın amcam... O emekçi ellerinle ne güzellikler üretiyorsun böyle ustaca?" Sözlerindeki olumlu anlamlarla tam bir çelişme içindeki yılışık tavırdan biraz rahatsız olmuşa benzeyen yaşlı bakırcı ustası, ciddi yüz ifadesini hiç değiştirmeden ve gözünü bir an olsun işinden ayırmadan, bakır bir vazo yaptığını söyledi. Eren kumanda cihazını kucağına bırakmış anlamaz gözlerle bir ekrana, bir annesine bakıyordu. "Bu adamı da hatırladım," dedi ve öylesine ortaya konuşur gibi, "Sen de hatırladın mı?" diye sordu. Eren dönüp babasına baktı. İpnotize olmuş gibi bir şaşkınlıkla bakıyordu Alp ekrandaki yaşlı adama. Saniyeler boyunca hiçbir şey söylemedi. Seda'nın da, yanındaki oğlu gibi kendisine dönüp israrla baktığını ayrımsayınca güç bela bir, "Evet, sanırım," çıktı ağzından. Duyulur duyulmaz bir sesle tamamladı: "Mardin'deki bakırcı... balayındayken..." Yeniden annesine dönen Eren, onun gözlerinde biraz önce görür gibi olduğu çocuksu heyecanın çabucak koyu bir hüzne dönüşmesine şaştı, hiçbir şey anlamıyordu. Annesi kadehini boşaltan iri bir yudum alıp, ekrana boş gözlerle bakarak, adeta içinde bir yerlerde kendi dünyasına doğru kapanırken, kumanda cihazını kavradı küçücük eliyle. İçinden bir ses kanalı değiştirmesi gerektiğini söylerken, bunu öyle birden pat diye yapamayacağını da eklemeyi unutmuyordu. Seda ekranda akıp giden görüntü ve diyaloglara kapılarını çoktan kapatmış, yedi yıl öncesinin ışıltılı, umut dolu günlerine gitmişti. Oysa içinden yükselen derin bir hüzünden başka bir şey duyamıyordu. Yüreğinin ücra bir köşesinden kopup gelen ve sağ gözünün pınarında engellenemez bir biçimde büyüyen tek bir gözyaşı damlası, aşağı doğru ağır ağır süzülerek, burnunun kenarından usulca akıp gitti. Alp kahvenin son yudumunu höpürdeterek içtikten sonra fincanı özensizce ve sanki azalarak sürüp gitmekte olan anın duygusal yoğunluğunu sona erdiren bir kesinlikle, altlığın içine bıraktı. Bunu fırsat bilen tetikteki Eren kanalı değiştiriverdi. Haberler vardı: "Libya'da üzerine ateş açılan halk..." diyordu erkek sunucu, ama Eren gerisinin gereksiz olduğuna karar verdi. Diğer kanalda da aynı konu vardı ya, haber bülteni değil bir tartışma programıydı bu, daha çabuk geçti bunu Eren. "Federasyon başkasına alenen faşist diyecek kadar gemi azıya almış yöneticilerle, biz daha çoook..." diyen şöhretli hakem eskisi yorumcunun lafını tamamlamasını beklemeden zaplayıveren Eren'in elinden kumandayı sertçe çekip aldı Alp. Yeniden döndü bir önceki kanala ve cihazı sehpanın kendi tarafında kalan boşluğa bıraktı: "Kalsın burada! Hadi sen git bilgisayarı aç biraz..." Dönüp yüzüne baktı çocuğun, hınzırca bir tavır takınıp kaşlarını çattı kendini zorlayarak: "Yalnızca yarım saat hepsi o kadar... Sonra doğruca yatağa." Keyifsizce kalkıp gitti Eren. Seda boşalan kadehe bir parça daha şarap koydu, kadehi kanepenin üstü düz kolluğuna bırakarak arkasına iyice kaykıldı. Boş bakan gözlerini ekranın parlak yüzeyinde odaklayarak içini acıtan düşlere bıraktı kendini. Alp, öne doğru eğilip kumandayı eline almadan sesi biraz daha açtı. Her zaman olduğu gibi sağ bacağını altına alıp arkasına yaslandı. Gözlerini, kameraya dik dik bakarak olmayacak sözün sahibine hitaben konuşan yorumcuya sabitledi, tehditkar ifadelerin muhatabı kendisiymişçesine gerginlikle dinlemeye koyuldu.
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Haşmet Şenses, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |