Bütün sanatlarda insanı şaşırtan bir yan vardır. -Alain |
|
||||||||||
|
Oyuncuların dördü de kahvehanenin devamlısı olan tipler . Bazen başka başka masalara dağılmış olarak gördüğüm çehreler bu kez birbirlerine rakip olmuşlar. Esaslı bir parti olmalı ki, dört köşede de birer kişi var izleyen. Koca perdede maçın içine giriyorsunuz sanki, ama ilgimi pek çekmiyor yine de, bakışlarımı insanların üzerinde sürekli tutamayacağımdan perdede oyalıyorum arada bir, hepsi bu. Kulağımda sürekli değiştirdiğim kanalların sesleri daha çok ilgimi çekiyor. Bir kanalda caz çalıyor, bir diğerinde bir fantazi türkü... Hotel California var üniversite radyosunda, bir başkasında yine fantazi bir türkü... Dikkatim, kulaklarımdaki müzik seslerine karşın rahatça duyabildiğim küfürlü bir sözle yandaki masaya kayıyor. Adının Cezmi olduğunu bildiğim, kafasındaki kasketi ve bedinine çaprazlama geçirdiği sırt çantası ayrılmaz parçalarıymışçasına hep üzerinde olan ve her zaman kirli sakalla dolaşan genç adam, şu pek bilinen lafı ediyor: "Neyine güvenecem arkadaş, en son babama güvendim, onu da anamı .....ken gördüm." Kafamı sağa çevirince sol kulağımdaki hoparlör düşüyor. Yeniden kulağıma yerleştirmiyorum, masadaki konuşmaya kulak kabartıyorum. İlkten pek bir şey söylenmiyor, yalnızca kaba saba gülüşmeler oluyor. Neden sonra kıvırcık akçıl saçları, oldukça esmer teni ve yüzünün kemik yapısıyla zenci melezini çağrıştıran Ali Dayı dedikleri adam şunu söylüyor: "Senin orada ne işin vardı?" Gülüşüyorlar yine ve konu kapanıyor. Yalnızca lafın sahibi gülmüyor, dönüp sağına soluna bakınıyor, sanki ağzından çıkandan dolayı pişman. Dudaklarını gerip büzüp duruyor. Bu arada arkasına dönüp bana bakıyor. Bakışımı, daha o kafasını çevirmeden, önünde duran ve ancak yarısını görebildiğim ıstakanın üzerindeki renkli rakamlara kaydırıyorum. Dalgınca taşların dizilişini anlamaya çalışıyormuş gibi yapıyorum. Sağı solu iyice süzüp tepkileri tarttıktan sonra önündeki oyuna dönüyor yine. Oturduğumdan beri farkında olduğum halde, ancak şimdi dikkatimi çeken birine takılıyorum bu kez. Cezmi ile sağında oturan Ali Dayı arasında, Ali Dayı'nın sırtını verdiği aynalı sütunun yan tarafına omzunu vermiş oturan adama... Her iki oyuncunun ıstakasını da öyle bir dikkatle kontrol altında tutuyor ki, oyunun zorunlu bir unsuru olmuş gibi görünüyor. Sağ bacağını altına almış oturuyor, ayakkabısının tabanı bana bakıyor. Boynunu ileri doğru uzatmış, ağzı biraz aralık, bir Ali Dayı'nın bir Cezmi'nin elini inceleyip bir şeyler çıkarmaya çalışıyor gibi. Çok rahatsız olmasına neden olacak biçimde konumlandığı köşede o kadar olağan biçimde oraya ait duruyor ki, şaşıyorum. Daha birkaç ay önce, henüz ortadan kaybolmamışken bir şiir yazmıştım onunla ilgili. Sanırım bir buçuk ay filan ortalarda gözükmemişti. Kendini sakınmayan tavrıyla sarfettiği politik içerikli sözleriyle, ciddi görünüşüyle, sessiz ve efendi duruşuyla dikkatimi çekiyordu. Her akşam gelip boş su petlerini topluyordu. Sonra nedense birden ortadan kaybolmuştu. Bir akşam yeniden ortaya çıktığında, yine böyle bir oyunu izliyordu, yine böyle bir ayağını altına almış... Ama görünüşünde eski hallerinden farklı bir şeyler vardı. Daha çok güneş altında çalışanların giydiği türden olan - Cezmi'nin de kafasında koyu gri bir benzeri bulunan -kırmızı kasketi gitmiş, emeklilerin ve köylülerin giydiği şu yassı kasketlerden biri gelmişti yerine. Üstü başı daha düzgündü ve soluk siyah bir pardesü vardı sırtında. Bakışları ve arada bir sarfettiği lafları yine ağır ve ciddiydi. Genelde izleyici olduğu oyunlara oyuncu olarak katıldığını nadiren görüyordum. Cezmi'nin söylediğini umursamayan bir oydu sanki salonda, burnunun dibinde oturmasına karşın. Olayın epeyce uzağında kalan arka masadaki kalabalık genç gurubunun bile şamataları bir an için kesilmişti oysa. Dikkatimi dağıtıyorum yeniden, perdeye çeviriyorum gözlerimi. Bu kadar yakınlarında otururken bakışlarımı sürekli onların masasında tutmam zaten olanaksız olduğundan böyle kalmaya çalışıyorum, kendimi zorlayarak. Düşen hoparlörü sol kulağıma yerleştirip yeniden kanalları geziyorum bir kez baştan sona. Tam aynı sırayla geri dönüp bir kanalda karar kılayım derken, maç sunucusunun sesi patlıyor salonda. Beşiktaş, herkesin sıralamada yerini bulduğu, gurubun fikstür gereği oynanan son maçında Viyana takımına golünü atıyor. Sunucu bunun için yarı mahalleyi haberdar ediyor neredeyse. Tüm camları dışarıdaki soğuktan dolayı buğulanmış olan salonun sıcak ama biraz yabansı ortamında, arada boş boş maça bakarak, arada elimdeki telefonun radyosuna odaklanarak, kulağımda değişip duran müziğin, oyun oynayanların ve perdedeki maçın kaotik ama alıştığım sesleri eşliğinde, zihnimde konudan konuya rastgele atladığım düşüncelerle oturuyorum. Birden sağ yanımdaki masada bir hareketlenme oluyor. İri yarı kısa saçlı bir adam gelip arkasından Cezmi'ye sarılıyor. Şakayla arkadan sokulan bir arkadaşı gibi... Ancak kısa sürede anlaşılıyor ki, adam Cezmi'yi kararlı bir biçimde masadan söküp almaya çalışıyor. Cezmi'yse direnerek, sandalye ile birlikte eğik bir konumda, aslında ayağa kalkmış ama hala sandalyeye oturur biçimde öylece kalakalıyor, bir adım bile ilerlemeden. Kafasını adamın kafasından uzaklaştırmak için boynunu uzatıp adamın yüzüne gülümsemeye çalışan bir şaşkınlıkla bakıyor. Kulaklığı kulağımdan sıyırıp alıyorum. Salonda bir sessizlik var sanki, sununcunun bile sesini soğuruyor ortam... Öndeki masada oturan gençler oyunu bırakmış izliyorlar. Arka taraftaki masadan çıt çıkmıyor, belli ki onlar da bu tuhaf olaya kilitlenmişler. Neresinden baksan tuhaf ama bir o kadar da gülünç bir an uzayıp gidiyor ortada. Adam Cezmi'yle, güreşmeyle cilveleşme arası bir bütünleşme içinde. Cezmi'nin, ellerinin arasından kayıp kurtulmaya çalışan iri bir balık gibi debelenişini denetlemek için iri yapısının avantajını kullanarak iyice zorluyor ve zaten ufak tefek biri sayılabilecek genç adamı masadan söküp alıyor sonunda. Sürükleyerek öndeki gençlerin masası ile Cezmi'nin oynadığı masa arasındaki boşluktan geçiriyor ve kapıdan girince sol yan boyunca sıralanan soğutucu ve kasalarla Cezmilerin masası arasındaki açıklığa getiriyor. O zaman bırakıyor genç adamı. Kısacık bir süre dik dik bakıyor suratına. Önce şakalaşma sandığım didişmenin, uzadıkça ciddi bir hesaplaşma ve kavgaya çağrı olduğunu düşünmeye başlamıştım ama Cezmi'nin yüzündeki, olanlara bir anlam veremeyen ifade bunu da olasılık dışı bırakıyor. Hiçbir şey anlamadığı ve adamı ilk kez gördüğü açıkça anlaşılıyor. Hala şaşkın ve rengi atmış bir yüzdeki soran bakışlarla, içinde meşrubatların, ayran ve suların dizili olduğu dikey soğutucunun önünde iğreti bir biçimde duruyor adamın karşısında. İri yarı ve ne giyiminden ne de davranışından sivil polis olduğunu muhtemelen kimsenin anlamadığı adamın sağ elinde bir telsiz beliriyor. Salonda sessizlik ve meraklı bekleyiş derinleşirken, kapının hemen önünde ince yapılı ve uzun boylu bir başka yabancının soğuk bir duvarı andıran dikilişini de ancak o zaman farkediyorum. Muhtemelen yine salondaki herkes gibi... Yüzlerdeki ifadeler ciddileşiyor. Bir şey soruyor telsizli adam. "Cezmi" diye yanıtlıyor şaşkınlığı iyiden iyiye korkuya dönmüş olan Cezmi. Adam hızla yanında durdukları masadakilere dönüyor, belli ki bir ad soruyor, duyamıyor ama anlıyorum. Masanın ve aynalı sütunun bu yanından, tam göremediğim diğer yanına ne zaman geçtiğini bilemediğim yassı kasketli adamın, Ali Dayı'nın sağ yanından öne doğru eğilip polise bir şey dediğini duyuyorum. Zaten daha söylerken ayağa kalkmak üzere ayağını altından çektiyor. Cezmi bir kedi çevikliğinde, epeyce rahatlamış ama hala beyaz olan bir yüzle masadaki yerine doğru süzülüyor. Polis elini öne doğru uzatıyorsa da, uysal ve hafifçe kambur ama kendini bilen bir kararlılıkla kapıya yürümeye başlayan kasketli adama, kaçacağına ya da saldıracağına ilişkin en ufak bir kaygısı yokmuşçasına elini sürmeden eşlik ediyor hızlı adımlarla. Kapıda bekleyen uzun boylu önden, kasketli adam ardından ve telsizli polis peşlerinden bir çırpıda salondan çıkıp, içeridekileri, ardında kayboldukları buğulu camlara soran gözlerle bakar halde bırakıyorlar. Tam görülemeseler de, sol yandaki tekel bayiine doğru seri bir biçimde gidiyorlar. Salondaki herkes gibi, orada bekleyen ekip arabasına aleleacele tıkışıp uzaklaştıklarını yalnızca zihnimde canlandırıyorum. Önce kimse yerinden kıpırdamıyor, nedense konuşmaya da yeltenen olmuyor. Sonra bir-iki fısıldaşma ve soru duyuluyor. Birkaç kişi dışarı çıkmayı akıl ediyor neden sonra. Elimdeki kulaklığı, üzerinden söktüğüm telefonla birlikte montumun cebine sokuşturup çantamdan sigara paketini aldıktan sonra, hızla ve öfkeyle burnumdan soluyarak kendimi dışarı, soğuk ama daha rahat soluk alabileceğim açık havaya atıyorum.
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Haşmet Şenses, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |