Edebiyat yaşamın öncüsüdür, onu öykünmez, ona istediği biçimi verir. -Oscar Wilde |
|
||||||||||
|
Biz bu filmin ilk versiyonunu daha önce izlemiştik! Yıl 1988, Ekim ayının başları falan. Ajdabya’dan Bingazi’ye yol alıyoruz. En az 6-7 saatlik bir yolumuz var. Yol boyunca rastladığımız her kasabanın giriş ve çıkışında Kaddafi ve Zeynel Abidin Bin Ali’nin posterleri asılmış. İki ülkenin entegresi konuşuluyor o günlerde. Bizi taşıyan otomobilin arka camının altında bulduğum eski tarihli bir dergiyi okuyorum. Derginin adını hatırlayamıyorum şimdi ama büyük ihtimalle Tempo. Orta sayfaları boydan boya kaplayan uzun bir yazı gözüme çarpıyor. Yazarın adını o güne kadar duymuşluğum yok, okumaya başlayınca ilgim gittikçe artıyor. Belli ki kısıtlama yok, iki kocaman sayfa dolu dolu yazılmış. Başlangıçtan son satıra kadar sol hassasiyet işlenmiş. 1977 Mayıs’ındaki Taksim olaylarından girilip, Beyazıt gösterilerinden kesitler verilerek Güney Afrika’daki ırkçı despot Botha yönetimi altındaki yerli halkın işkencelerinden çıkılıyor. Sonradan yazarın, özellikle de kitaplarında kullandığı “konu içinde başka konularda gezinme” üslûbunu hayranlıkla okuyorum. Dergiyi yanıma alıyor, sonra boş vaktim olduğunda o yazıyı bir daha okuyor ve yazarın adını hafızama kazıyorum: Engin Ardıç... O günlerde... 12 Eylül tırpanını yemiş Türk solu, dünyadaki sol akım eski hızını kaybetmiş olduğundan ve devrim sloganlarıyla kandırılan bıyığı terlememiş Anadolu çocuklarının ilgisi hemen hemen yok derecesinde azalmış olmasına rağmen; okur yazar kesimi, can çekişen solu ayakta tutma çabasındalar hâlâ. Daha ortalıkta “Ulusalcılık” diye bir kavram icat edilmemiş. Gemileri henüz okyanusta su almamış, filikalarına atlayıp Atatürk limanına daha sığınmamışlar. Can çekişen solu diriltmek için uğraşıyorlar. Ardıç Kuşu da sol söylemlerinden henüz sıyrılamamış olmalı o günlerde. *** SSCB’nin Gürcü Stalin gibi değişmez lideri olan Khokhol (Ukraynalı) Leonid Brejnev, 1982’de ölünce; yerine geçen Rus Yuriy Andropov da kısa bir süre sonra, 1984’de mortu çektiğinden, onun yerine geçen bir başka Khokhol, yaşlı Konstantin Çernenko (Çerniyenko) da, 1985 yılında terki dünya ettiğinden; o güne kadar adı sanı pek duyulmamış bir adam, SSCB Komünist Partisi genel sekreterliğine getirilen Mihail Gorbaçev, yepyeni bir yönetmen edasıyla arz-ı endam edecek ve süreç ilerledikçe bizlere tahmin edilmesi dahi mümkün olmayan farklı filmler izletecekti... O yıllarda biz de, Suudi Arabistan’nın başkenti Riyad’dayız. Daha önceki Sovyet liderlerinden de alışık olduğumuz “asık suratlı ve sert görünümlü” imaj, Gorbaçev’un şahsında da tezahür ediyor. Sert görünüşlü genel müdürümüze “Gorbo” lakabı takıyoruz.(Tamer ağabeyin kulakları çınlasın!) *** Neyse, biz dönelim konumuza... Mişa’nın (Mihail Gorbaçev) başlattığı “perestroyka” (yeniden yapılanma) ve “glasnost” (açıklık) politikası, Sovyetler Birliği’nin çehresini değiştirirken; Bulgaristan despotu Tudor Jivkov, Türklerin adlarını Hıristiyanlaştırmaya başlıyor. Baskıya dayanamayan soydaşlarımız, yataklarını, yorganlarını, mitillerini, fitillerini Jigulilere, Moskoviçlere yükleyerek Kapıkule’den Türkiye yollarına dökülüyorlar. (Yaa, Kalim Cesur, aslında senin Tudor’a teşekkür etmen lâzım. Motosiklet motorlu Moskoviç ile gelip Mercedes'e binmenin bir teşekkür borcu, bir de esbab-ı mucibesi vardır herhalde!.. Hem Galip Yüksel ile durumu "bi-bi" yapmıştın, ne oldu, durumu "iki-bi" yapabildin mi bâri?) Kapitalist Batılılarla flörte başlayan Mişa, Doğu ve Batı Almanya’nın birleşmesine yeşil ışık yakıyor; Berlin duvarı yıkılıyor, Batılı Hans ile Doğulu Ulrike birbirine sarılıyordu... (Kalim Mercedes'e terfi ederken, Doğu Alman Angela da birleşmiş Almanya’ya şansölye oldu. Onun da Mişa’nın şimdilerde manda gönünden çarığa dönmüş yanağına “bir öpücük kondurma” borcu olsa gerektir.) *** Mişa’nın (siz, mışka diye de telaffuz edebilirsiniz, Rusça’da fare demektir) açıklık poitikaları, Demir Perde ülkelerinde özgürlük rüzgârları estirmeye başladığında; ilk fitili Rumen halkı ateşlemişti. Romanya Komünist Partisi birinci sekreteri Nikolay Çavuşesku, ikinci sekreteri de karısı Elena. (Bizde Elena diyorlardı ama kadının adı Elanora’ydı) Nikolay Çavuşesku, bir başka diktatör Saddam’ın davetlisi olarak Irak’ta iken, Romanya’da halk meydanlara dökülmüştü. Apar topar ülkesine dönen despot, halka seslenmek için balkona çıkmış, on binlerce insan birden devlet başkanı aleyhine sloganlar atmaya başlamış, başkanlık sarayına doğru yürümüştü. Diktatör konuşmasını bitirememiş, içeriye çekilmek zorunda kalmıştı... Halk hareketi taşkın seller hâlinde başkanlık sarayına yürürken, Çavuşesku’ya bağlı özel OMON birlikleri halkın üzerine kurşun yağdırıyorlardı. İlk iki gün Romanya ordusu sessiz kalmış, üçüncü gün halkın yanında yer alarak OMON birlikleriyle çatışmaya başlamıştı. Ülkeden kaçmaya çalışan karı-koca despotlar, ülkeden çıkamadan yakalanmış ve bir saatlik bir yargılamadan sonra kurşuna dizilmişlerdi... Dünya, Rumen halkının bu özgürlük şahlanışını alkışlarken; bizde, evet, dünya üzerinde bir tek bizde, İstanbul’da bir grup solcu “Yoldaş Elenalar ölmez” diye pankart açmışlardı... *** Sovyetler Birliği içinde ise ilk fitili Azerbaycan halkı ateşlemişti. Halk Cephesi lideri Ebülfezl Eliyev (sonradan Ebülfeyz Elçibey), iki milyon Azeriyi Azatlık Meydanı’na toplamıştı. Milyonlar Bakü meydanlarında hürriyet türküleri söylüyordu. Mişa, Kızıl Ordu’yu Bakü’ye soktu bir gece yarısı, 20 Ocak 1990. Sarhoş askerler hedef seçmeksizin sivil halkın üstüne ateş açtılar. Onlarca Bakülü hürriyetleri uğruna şehid oldular. Şehitler Xıyabanı’da Azerbaycan’ın kahramanları olarak yatıyorlar. O günlerde özel televizyon kanalları daha kurulmamıştı. TRT2’de Şair Bahtiyar Vahapzade’nin telefondaki acılı sesi yankılanıyordu: “Balaca uşahlarımızı, cavanlarımızı, gocalarımızı gırdılar...” (Küçücük yavrularımızı, gençlerimizi, yaşlılarımızı kırdılar...) Mişa’nın döktüğü ilk kandı bu... *** Özgürlük rüzgârları esmeye başlamıştı bir kere; başta Sovyetler Birliği olmak üzere Demirperde ülkeleri birer ikişer özgürlüklerini ilân ediyorlardı. Demirperde yıkılıyor, diktatörler birer ikişer devriliyor, yerlerini serbest seçimlerle gelen halk temsilcilerine bırakıyorlardı... İşte tam o günlerde, o aylarda Türkiye’de... Sol orijinli genç ve cesur bir adamın, Sabah Gazetesi köşe yazarı Engin Ardıç’ın isyan sesi yükseliyordu: “Bizleri bugüne kadar niye kandırdınız ey fosiller?” Türkiye’deki komünist dinozorlara hesap soruyordu. Fazla tahammül edemediler; kısa bir süre sonra susturdular... (O gün bugündür, her platformda Ardıç Kuşu’nun beleşe avukatlığını yapıyoruz. Hatta bir defasında, Gazetciler.com’un değerli yazarı Adnan Berk Okan ağabey tarafından “Ardıç Kuşu’nun müridi” olmakla suçlandık. O, tenezzül edip bizim naçiz satırlarımızı okumaz ama biz gene de onun doğruluğuna inandığımız her sözünün arkasında duracağız...) *** Dedelerimiz, Osmanlı’ya, Birinci Dünya Savaşı’na, Osmanlı’nın yıkılışına, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşuna tanıklık ettiler. Babalarımız, İkinci Dünya Savaşı’nı, sandıkta oylarıyla diktatör devirip halk iktidarı kurmayı, cumhuriyet döneminin ilk cunta hareketini yaşadılar. Bizim nesil, cumhuriyet döneminin ilk cunta hareketini kavrayamayacak kadar küçük olsak da yaşadık. Sosyalist akımın estirdiği fırtınalarda boğulduk, kanlı devrim çığlıklarının altında ezildik. Kızıl kurşunlar vızır vızır uçuşurken; amansız askerî darbelerin taş avlularına doldurulduk, tarihin en acımasız zamanlarına tanıklık ettik... Dedelerimizin tanıklık ettikleri Bolşevik Devrim, bizim tanıklığımızda yıkıldı... Özgürlük rüzgârı isimli filmin ilk versiyonunu izledik biz... Stalin’in, Brejnev’in Sovyetleri, Tito’nun Yugoslavyası, Tudor Jivkov’un Bulgaristanı, Enver Hoca’nın Arnavutluğu, Erich Honecker’in Doğu Almanyası ve daha niceleri bizim gözlerimizin önünde özgürlük bayrakları açtılar... Gerçekleşenler birer mucize gibiydiler, hiçkimse tahmin edememişti... O gün de herkes yanılmıştı. Bugün de herkes yanıldı. Biz sıradan insanlar yanıldığımız gibi; dünyanın en iyi haber alma örgütlerine sâhip olan devlet başkanları, başbakanlar da yanıldılar... Özgürlük rüzgârları bir kere esmeye görsün. Esince önünde hiçbir diktatör, hiçbir güç ayakta duramıyor, kapalı kapılar ardında kurulan hiçbir sinsi plan tutmuyor... Zaman, Arap halklarının estirdiği özgürlük rüzgârı zamanıdır. Despotlar birer ikişir gidiyorlar; halkın hürriyet arzusunun önünde dikiş tutturamıyorlar. Gidiyorlar, gidecekler, gitmeliler... Arap halklarının bu şanlı özgürlük yürüyüşü, maşrıktan mağribe yer yüzündeki bütün despotların kâbusu olmuştur. Hiçbiri koltuğunda rahat değildir artık. Bakalım daha kimler tarihin çöplüğünü boylayacaktır... Tarih, bizim kuşağımıza cömert davrandı doğrusu. Bazen yüzyıllarca esmeyen özgürlük rüzgârları, bizim kuşağımızın gözü önünde hem de iki defa esti. Nice diktatörlerin, nice despotların, nice zalimlerin lağım çukuruna gidişlerini seyretme şerefini bahşetti bize. Şükürler olsun... Cahit Kılıç İstanbul, 22 Şubat 2011
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Cahit KILIÇ, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |