Müzik söylenemeyeni, ama sessiz de kalınamayanı anlatıyor. -Victor Hugo |
|
||||||||||
|
İlkokul ikinci sınıftayken; babam Balat’ta bir zincir fabrikasında çalışırdı. Gemi zincirleri yaparlarmış. Sabahları erkenden, kimi zaman da öğleden sonraları işe giderdi. Vardiyalı çalışıyordu. Ücretini, haftalık alırdı. Yaptıkları zincirlerin sağlamlığını kontrol etmek için, ‘’cer muayenesi’’ diye bir şey yapılırmış. Bu muayenede zincir koparsa, paraları kesilirmiş. Bazı geceler yatarken, dua ederdim. ‘’Babamın yaptığı zincirler kopmasın da, parası kesilmesin’’ diye… Babam birkaç kez, Balat’taki Şoförler Kahvesi’ne götürmüştü. Orada içtiğim paşa çayının tadını ve hayatımda gördüğüm kravatlı tek kahve garsonunu, garsondan çok bir müdüre benzeyen, beyaz saçlı Ali Bey’i unutmam. Herkes, kendisini böyle çağırırdı; Ali Bey… Sonunda, işyerine götürmesi için, babamı razı etmiştim. Burası, Haliç’ in kıyısında bir yerdi. Yola bakan, yeşil renkli büyük demir kapıdan girince, üstü kapalı büyük bir alan ve birbirine karışan çeşitli makine sesleri karşılıyordu. İlk anda dikkatimi çeken, yüksekten hızla inerek, gürültüyle bir şeye vuran makineydi. Adı şahmerdan imiş. Babamın yanından ayrılmadan, etrafıma bakıyordum. Yavaşça kendi kendine gidip gelerek, kalın demiri kesen bir testere, kesilen demirin üzerine incecik, ayran gibi bir sıvı akıtan makine… Başka birinde, daire şeklinde ve kenarında mahmuz gibi çıkıntısı olan kocaman, ağır bir demir dönüyordu. Mahmuz kısmı, bir işçinin teker teker koyduğu kısa düz demirleri, ortasına vura rak, ‘’U ‘’ şekline getiriyordu. Diğerinde, makine başında bir işçi elinde iki demir parçasını tutuyor, biraz yukarıdan bir şey indirip parçaları birbirine tutturuyordu. Buradan çıkınca, deniz kıyısındaydık. Burası fabrikanın bahçesiydi, genişçe bir alandı. Başka bir kapıdan girdik ve loş bir yerden geçerek, babamın çalıştığı bölüme geldik. Burası, yüksek olmayan tavanlı ve sağ taraftaki tek pencereden ışık alan bir yerdi. Dışı demir parmaklıklı, camı çok kirli pencereden Haliç’e inen yol görünüyordu. Tepeden, yanan birkaç ampul sallanıyordu.İçerde, çalışan bir şey ve hiç kimse yoktu. Babam, üstünü değiştirmeye gidip birazdan diğer işçilerle birlikte döndü. Kıyafetleri, siyaha dönmüş kir ve yağ içindeydi… Koridor gibi bu yerde, beş tane ocak vardı. Bir şeyler yaptılar, ortalığı uğultulu bir gürültü kapladı. Ocaklar yanmaya başladı. Alevler, kıvılcımlar çıkıyor, içerisi giderek ısınıyordu. Her ocağın önünde iki katlı platform üstündeki örs ile, yerde büyük taneli bir zincir öbeği duruyordu. Babamın yeri, baştan ikinci ocaktı. Her ocağın başında iki kişi duruyordu. Birinin elinde balyoz, diğerinin çekiç vardı. Babam çekiç kullanıyordu. Balyoz tutan ise, az önce tanıştı ğımız Hasan Amca idi. Çalışma başladı. ‘’U’’ şeklindeki demiri, uzun maşa benzeri bir aletle önce yerdeki zincirin son halkasına takıp, ağır zincirin ucunu uzun kancalarla kaldırarak ocağın içine bırakıyorlardı. Bir müddet sonra kıpkırmızı halde alınıp, örsün üzerine konuyor ve hemen; önce çekiç, ardından balyoz ile, kızgın demire çabuk çabuk vurarak ‘’U’’ nun uçları birleştiriliyordu. Tam birleştirmeden, ortasına başka bir demiri yerleştirince ‘’ U’’ şekli, ikiye bölünmüş gibi oluyordu. Son olarak, çekiç kullananlar örsün yan tarafından aldıkları bir plakayı birleşmiş uçlar arasına uzun bir maşa ile yerleş tiriyor, hemen karşılıklı vuruyorlar ve plaka, eriyip kayboluyordu. Böylece, iki uç birbirine kaynak yapılmış oluyordu. Ardından tekrar ocak ve alınıp bir daha karşılıklı dövülüyordu. En sonunda çekiç kullananlar, tamamlanmış zincir halkasını inceledikten sonra, yere bırakıyorlardı. Bu işlemler esna sında, çekiç ve balyoz sesleri ritmik bir şekilde çıkıyordu. Dan, dan… Dan,dan… Dan,dan… Böylece, zincire bir halka ekleniyor ve yeni bir halka için de, aynı işlemler ardı ardına sürüp gidi yordu. Örste kıpkırmızı zincir tanesi dövülürken, çıkan kıvılcımlar yanıma kadar geliyor ve bundan korkuyordum. Kıvılcımların içinde olmalarına karşın, ocak başındakilerin hiçbiri korkmuyordu. Herkes, süratle çalışıyordu. Kış aylarıydı ama, üstlerini çıkardılar. Fanila atlet gibi şeylerle kaldılar. Babamda, atlet vardı. Kısa sürede terlediler. Terlerini boyunlarındaki büyük mendile silip, işlerine devam ediyorlardı. İçerisi, çok sıcak olmuştu. Gözüm, babamda idi. Zincirin ucunu kaldırıp, ocağın içine koyarken, sağ elindeki çekiçle, kızgın demire vururken kollarına omuzlarına bakıyordum. Terli pazuları şişiyor, kocaman oluyordu. Kendisine gösterip te övündüğüm(!) pazularım, bunların yanında öyle küçük ve çelimsiz kalıyordu ki… Upuzun boyu ile, konuşmadan, ciddi bir yüzle ve süratle çalışıyor, ara sıra terini silip hemen işine devam ediyordu. Bunları, pencerenin iç kısmındaki kovukta oturmuş; gelmekten bin pişman; korku ve üzüntüden karmakarışık bir halde, izliyordum. Annemin söyledikleri, yalanmış demek ki… ‘’Allah, çok çalışana verir’’ diyor. İşte, babam çok çalışıyor, gözlerimle gördüm. Ateşin karşısında yanıyor. Daha, nasıl çalışsın ki? Böyle, çok çalıştığı halde; bizim neden çok paramız yok? Çok parası olanlar da, böyle çalış mışlar mı ? Kafam alt üst olmuştu. Büyük haksızlıktı bu… Bu işte, bir yanlışlık var. Böyle olmamalı… Hayatımın, belki de ilk isyanıydı . İçerisi çok sıcak. Gürültü ile ateşler yanıyor, adamlar ateşlerin karşısında ter içindeler, yüzlerine alevlerin kırmızısı vuruyor. Evet, her şey tastamam duyduğum gibi… Burası, cehennem olmalı… Eyvah, babam öldü mü ? Üstelik, cehenneme gelmiş. Hani, cehenneme sadece kötü insanlar giderdi… Yok, yok ölmedi. İşte karşımda, çalışıyor ya… Üstelik babam, kötü adam değil ki… Yüzü pek gülmez, kucağına alıp ta sevmez. Sadece, bayram sabahları elini öpünce, kafama kolonya döker, sonra da sesli sesli koklayarak öper. Okulumu, derslerimi sorar, bazen sorular sorar, bilince de ‘’aferin’’ der, o kadar… Ama, rüyamda tatlı görüp te anneme söyleyince, nasıl da bir tepsi tatlı ile gelmişti eve… ‘’Oğlumun canı tatlı istemiş ‘’ diyerek… Üstelik annem söylüyor ya, babam bizi uykumuzda severmiş. Canım, belki de kural böyledir… Babalar, çocuklarını çok sevmez gibi görünmek zorundadırlar. Ne malum, böyle olmadığı… Öyle, çocuklarını çok severlerse, kural bozuluyordur belki… Evet, evet mutlaka böyledir. Böyle olması gerekir. Biliyorum, babam beni seviyor. Ama söz, kimseye söylemeyeceğim. Kural bozulmasın da, babama kızmasınlar… Babam, kimseye kötülük etmez. İyilik yapmayı, yardım etmeyi sever. Beceriklidir. Evimizden başka eş dost akrabanın da, evlerindeki her türlü onarım işini yapar, ben de yardım ederim. Yamulmuş çivileri düzeltirim, bir şey çakılırken arkasından keserle destek yaparım. Uzun tahtalar kesilirken, diğer ucundan tutarım. Takım getiririm, iş bitince toplarım. Bir gün, babam gibi usta olmayı hayal ederim… Ücreti de, işin sonunda bahçede keyifle sigarasını tüttürüp, çay içmektir. Ya da nadiren, iş büyük yaptıranın da maddi durumu iyice ise; en fazla bir ufak rakı alıp verirler. Yoksa da, canları sağ olsun… Öyle, parada pulda gözü yoktur babamın. Hayır, babamı cehenneme götürmezler… Öyleyse, burada işi ne? Kötü bir yer burası, hemen eve gidelim… Olmaz, babam çalışıyor. Ekmek parası kazanıyor, buradan ayrılamaz. Başka türlü çalışıp ta, ekmek parası kazanılmaz mı? Bu işi, iyi bildiği içindir belki… Onu bırakmıyorlardır. O zaman, çok para versinler babama. Haksızlık bu yaptıkları… Ne de güzel, bisiklet yapmıştı … Siyah boyalı, arka tekerlekleri tahtadan… Tekerlekler kırılınca da, tamir ederken : -Bununla bahçede gezecektin, sen dışarıya çıkınca tekerlekler kırılmış. Bir daha bisikletle dışarıda gezmek yok… Hemen de anlamıştı… Halbuki ne de güzel, yalan hazırlamıştım. Evet, babam her şeyi biliyor, işleri güzel yapıyor. O yüzden, ona ‘’usta’’ diyorlar. Babam, burada çalışıyor. Cehennem gibi bir yer ama, burada kalmıyor ki… Çalışıp, akşam eve geliyor. Herkesin babası, bir yerde çalışıyor ya… Benim babam da, burada usta… Tamam öyleyse, anladım. Demek ki, babam cehennemde çalışıyor. Saatler geçmek bilmedi… Babamı, her dakika kahrolarak izledim. Burada çalıştığını görmek, acı vericiydi. Durgun, asık bir yüzle ayrıldım. İş yerine bir kez de, o yıl karnemi aldığımda gittim. ‘’Pekiyi ile geçti’’ yazan karnemi beğendiler. Bu sefer içeriye, ‘’cehennem kısmına’’ girmedim. Haliç kıyısındaki fabrika bahçesinde kaldım. Rum patronun sorularını cevapladım. Bana tebeşir verdi ve bakarak zincir resmi yaptım. Babama dönüp, ‘’Senin çocukta iş var, İbrahim Usta’’ dedi. (Gerçekten öyle demişti, övünmek için yazmadım). Gördüklerimi, anneme ağlayarak anlatmıştım. -Babam oradan çıksın. Orada çalışmasın. Yoksa ölecek. Orası cehennem gibi yer… Babam 3-4 yıl sonra, İETT’ ye işçi olarak girdi. İş yeri, Şişli Troleybüs Atelyesi idi. Troleybüslerin, belediye otobüslerinin makaslarını tamir edip, yerine takılmak üzere başka bölüme teslim ediyorlardı. Burası güzeldi… Orada şimdi, Cevahir AVM yükseliyor… Babamın iş yerine yaptığım ziyaret, ilk hayat dersimdi. Ağır şartlarda çok çalışıp ta, az para kazanmakla ilk tanışmamdı. Çok parası olmak için, bu şekilde çalışmak değil de, başka bir şeyler gerektiği gerçeğiyle, ilk yüz yüze gelişimdi. O, filmlerdeki güzel giyimli kravatlı ve elinde güzel paketlerle evlerine dönen babaların neden böyle çalışmadığı, neden sadece babam ve babam gibi adamların böyle çalışmak zorunda olduklarını ilk fark edişim ve ilk sorgulama isteğimdi… Saat ücreti, götürü ücret, sendika, işçi hakları gibi sözleri ilk duyuşumdu. Dalga geçmeyip okumak zorunda olduğumun, kafama ilk ‘’dank’’ edişiydi. Yıllar geçti; kaderde deniz astsubayı olmak varmış… Görevim, geminin harita üzerindeki yerini tespit etmek, rotasını çizip takip ederek, gideceği yere emniyetle varmasını sağlamaktı. Zincirin her bir tanesine bakla dendiğini, büyük baklaların ortasındaki destek demirinin adının lokma, zincir uzunluk ölçüsünün kilit olduğunu, (bunlar, denizcilik mesleki deyimleridir.) çok önceden babamdan öğrenmiştim zaten… Görevim gereği geminin demirlediği yeri, haritada işaretlerdim. ‘’Bu demirin zincirini belki de babam yaptı. Ben de nereye atıldığını, atılacağını gösteriyorum’’ Tam, bir duygu karmaşasıydı… Babamla, gizli bir yarış mı yapmışım? Bu yarışın galibi miyim? Galibi isem(!), mutlu muyum? Böyle düşünmekle, babama vefasızlık etmiş oluyor muyum? Demirleme anında, babam bana ayna mı tutuyor? ‘’Buraya işte böyle geldin, unutma’’ demek mi istiyor? Aynadaki görüntüde, beni rahatsız eden nedir? Her demirlemede, neden bu karmaşayı yaşıyorum? Hiç unutmadığım bu ikilemim için, aslında sevinmeli miyim? Bunları düşünüyorsam yaramaz adamın teki miyim? Yoksa, hiç unutmadığım için, iyi bir evlat sayılır mıyım? Bunları, babama anlatmalı ve sormalı mıyım? Anlatırsam üzülür mü ? Geminin her demirleme ve demir alması, benim için işte böyle bir labirentten diğerine geçme, karmaşa ve kendimle konuşma, çatışma zamanıydı. Bu işlem süresince, zincirin denize akma ya da denizden alınması sesinin bir an önce bitmesini isteyerek; ateş karşısında, terler içinde cehennemde çalışan babam, gözümde canlanır ve bu soruların cevabını arardım. Böyle cehennemde çalışıp ta, çocuk yetiştirmek için didinen babalar, hepinize derin saygılarla dolu selam olsun… Bunları ‘’üzülebilir düşüncesiyle’’ hiç konuşamadığım cehennemde çalışan usta babam, nurlar içinde yatsın. 12 Haziran 2010 /Çanakkale
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Mustafa Şakarcan, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |