Dünyayı isteyen bilime sarılsın, ahireti isteyen bilime sarılsın; hem dünyayı hem ahireti isteyen yine bilime sarılsın" -Hz. Muhammed |
|
||||||||||
|
Bele kadar çıkan karın içinden açılan bir geçitte yürüyorlar, üç kişi. Sunucu gülüyor. Hep birlikte gülüyorlar. Anlıyor yaşlı kadın, biliyor, karda hep çocuktur insan. Dolaysız ve güdük... Yürürken bata çıka... Yaşlı kadın önde, sunucu arkasında, en arkada omzunda kamerasıyla genç bir adam... “Aha işte!” diyor, bembeyaz bahçenin ucunu gösterip eliyle: “Benim adam.” Bir ağacın altında, kardan temizlenmiş bir açıklıkta, elinde bir balta, odun kırıyor adam. “Çok mu sevdin sen bunu?” diye soruyor, sunucu kadın hınzırca. Kızarıyor biraz yetmişini çoktan aşmış teyzem, “Çoook!” diyor. Fark ediyor geldiklerini ama işine bakıyor, ciddi, yüz vermiyor, karısıyla aynı yaşta olan adam. Gelip duruyorlar yanında orta yaşlı sunucu kadınla yaşlı kadın. Çaresiz ara veriyor işine ve yanında dikilenlere dönüyor. “Merhaba amcam, kolay gelsin.” Uzatılan mikrofonu fark etmemiş gibi eve doğru bakıyor. “Sağooolasıın.” “Bizi tanıdın mı? Mahmut amca dediler köyde. Kalktık geldik, seninle Şerife teyzenin yanına.” “Hoş gelmişsin kızım. Bildim seni televizyondan.” Sunucu, kadına dönüyor. Bir çocuk gibi saf gülümsüyor kadın. Hep gülümsüyor. “Anlatır mısın bize, nasıl tanıştınız, nasıl evlendiniz? Aşık mıydınız birbirinize?” İçten bir kahkaha atıyor sunucu. Hep birlikte gülüyorlar. "Böyle birden sordum ama, çok sevmişsiniz, öyle dediler köyde." “Sevdik işte,” diyor Şerife teyze. Bir çocuk gibi utangaç. Kafasını çevirip karla kaplı alçak tepelere bakıyor. Susuyor. Yüzüne doğru uzatılan mikrofon, gereksiz bir ayrıntı Mahmut amca için. Baltanın keskin ucunda gezdiriyor parmaklarını. “Sevdik işte ya. Sevmez mi insan hiç.” “Kaçırdın mı yoksa sevdiğini. Beklemişsiniz yıllarca. Sonra da...” “Kaçırmadım.” diyor yalnızca. Uçuk mavi göğe bakıp, kır saçları seyrelmiş çıplak başını sıvazlıyor. “Hee... Bekledik ama. Ne bu evlendi... ne ben otuzuna kadar” Sunucu kadının mikrofonu ağzına götürüp konuyu derinleştirmesine fırsat vermiyor. “Hele gelin içeri, bir çayımızı içmeden...” Kameramana dönen sunucu, “Keselim istersen.” deyip yaşlı adama dönüyor, bu kez mikrofon olmadan. “Geçelim valla Mahmut amca. Hem evinde, hem ahırda konuşuruz biraz da. Nasıl duruyorsun bu soğukta.” Kameraman sırayla, bir eliyle kamerayı tutarken boşta kalan diğer elini hohluyor. Mahmut amca, kameramanın uçları kesik eldivenli ellerine bakıp gülüyor. Üzerinde kareli kırmızı bir gömlekle bir ceketten başka bir şey bulunmayan yaşlı adam önde diğerleri arkada, tek sıra halinde eve doğru yürüyorlar, karın içinde açılan geçitten. ------------- Kıtlama içiyor çayını yaşlı adam. Karısı şeker atıp karıştırıyor, diğer ikisi gibi. Kameraman iki yudum aldığı bardağı yere bırakıp, kamerasını sırtlıyor ve kayda geçiyor. Sunucu, Şerife teyzeyle çok yakın oturuyor, gürüldeyen sobanın yanında. Aralarında tuttuğu mikrofonu, parmaklarının basit bir hareketiyle bir kendine bir ona yönelterek sorular soruyor, kısa ve kesik yanıtlar alıyor. Boştaki eli Şerife teyzenin omuzunda. Mahmut amca tam karşılarındaki masanın yanında her an kalkıp gidecek gibi oturuyor. Söze karışacak oluyor arada, ama her seferinde susuyor. Hızlı ve sık yudumlarla içip bitiriyor çayını. Kameranın önünden geçip sobanın üzerinde buharı tüten çaydanlıktan yenisini dolduruyor. “Demek kaşar da yapıyorsunuz.” diyor sunucu, “E bize de anlat bakalım nasıl yapılır kaşar.” Anlatıyor yaşlı kadın. Her günkü rutinini hiç teklemeden, herhangi bir coşku taşımayan sakin ve gülen bir yüzle, kısacık cümleler kurarak anlatıyor. “Peynir kendiliğinden kaşar olmaz.” diye bitiriyor sözünü bilgece. Pek hoşlanıyor sunucu bu son sözden. Güldükçe gülüyor. Anlamayan ama sezen bir ifadeyle gülüyor Şerife teyze de. Şerife teyzenin kınalı ellerini tutup, "O kaşarı bu küçük, bu güzel, nasırlı ellerinle mi yoğruruyorsun?" diyor. "İşte..." diyor. " Güzelliği mi kaldı ki kızım." İkinci çayını da bitiren Mahmut amcayı diğer yanına alıp sohbeti ikisiyle birlikte sürdürüyor sunucu. Kameramanın, yerde duran soğumuş çayına bakıyor yaşlı adam. Bir şey söyleyecek oluyor ya, vazgeçiyor. Biri Erzurum'da diğeri Ankara'da yaşayan iki kızlarından ve altı torunlarından, günlük yaşamlarına ilişkin ayrıntılardan uzun uzun konuştuktan sonra, konu yine sevdalarına gelince, ilkten biraz tedirgin olsa da, kırk altı yıl önceki evliliklerine kadar, aynı köyde nasıl bir kez olsun konuşmadan, gizli gizli birbirlerini sevdiklerinden sözediyor Mahmut amca. Sonra açılıyor yavaş yavaş. Alışkın olduğu bir doğallıkla, duvarda bir yerlere bakarak anlatıyor tüm hikayeyi. Geç gittiği ve yıllarca süren askerliği sırasında çektiği hasreti neredeyse duygulanarak anlatıyor. Köye dönüşden sonrasını anlatırken katı bir ifade yerleşiyor yüzüne. "Gittik istemeye, vermediler. Seneye bir daha gittik... yok yine razı değil büyükleri." Durup düşünüyor. "Ee bu arada hiç konuşmadınız mı Şerife teyzemle?" diyor sunucu. Hınzırca gülüyor yine. Dönüp sol yanında oturan Şerife teyzeye bakıyor önce. Yanakları pembeleşmiş yaşlı kadının. Omuzlarını kaldırıp indiriyor, "Cık" diye olumsuzluyor yalnızca. Bu konuda artık konuşmak istemiyor belli. Dönüp, üst tarafında çatıdan sarkan buzların göründüğü pencereye bakarak, çocukça bir utangaçlıkla gülümsemeyi sürdürürken, dudaklarını büzüp pembeleşmiş yanaklarını şişiriyor. "Konuşmadık vallaha," diyor, mikrofona artık alışmış olan Mahmut amca azcık öne eğilip. "Ama herkes bizi gizliden buluşuruz sanırdı. Hep bakışırdık biz... düğünlerde..." Yaşamı boyunca sığır besiciliği ile uğratığını söyleyen yaşlı adam, "Amaan" diyor, "Naapacan işte. Sonradan sonraya elim para tuttu da, defi bela kabilinden vermeye mecbur kaldılar." Misafirleri geldiğinden beri ilk kez karısına kaçamak bir bakış atıyor. Bir an gözgöze geliyorlar. Sunucu için için gülüyor, iki sevimli yaşlı insanın arasındaki sıcaklığın ortasında dayanamayıp Şerife teyzeye sarılıyor. Sonra susuyorlar bir süre. Kamerasını odanı içinde gezdiriyor kameraman. Boş duvarlar... Ortadaki soba... İki duvarın dibinde ayrı duran iki kerevet... Mutfağa açılan kapının önünde duran boş bir süt güğümü... "Oğlum çayını soğuttun," diye sessizliği bozuyor yaşlı kadın. "Bizimkileri de doldurayım kızım." diyerek kalkıyor. Sunucu kadın da kalkıyor, " Yok Şerife teyzem, sizin şu hayvanları da bir çekelim de, artık bitirelim" deyip kameramana eliyle keselim işareti yapıyor. Dışarı çıkıp evin kapısına bitişik olan ahırın kapısından giriyorlar. Akşam saatleri yaklaşırken ahırdaki üç inek de hiç bir şey yapmadan uzandıkları yerde tembel tembel kuyruklarını savuruyorlar. Ahırdaki üç pencerenin ikisi tahtalar çakılarak tamamen kapatılmış. Birinin camları var ve buz tutmuş. İçerisi bitişikteki odanın sıcaklığına karşın soğuk. İneklerin durduğu ve ahırın geri kalanından bir çitle ayrılan kısımın uzağında, köşede yanmayan bir soba var. "Üşümüyor mu bu hayvancıklar?" diye soruyor sunucu. Kameramanın diplerine kadar sokulduğunu gören çite yakın yatan alaca inek, ıslak, siyah burnunu kameraya doğru uzatıyor. "Kendi nefesleriyle ısınır bunlar, sokulurlar bazen birbirine, öyle dururlar." diyor Şerife teyze. "Çok soğuklarda sobayı yakarız bazen." Mahmut amca söylüyor bunu. "İçlerinden birini sağarken çeksek iyi olurdu. Ama sabah sağmışsınızdır." diyen sunucuya, Şerife teyze: "Sağarım, zararı yok. Sabahtan sağıyorum ben. Ama sütü vardır şimdi." Kadın çiti geçip, ineklerden en iri olanının yanına sokuluyor. Bu saate rahatsız edilmeye alışkın olmayan hayvan, bön bön bakıyor. Burnunu yaşlı kadının eteklerine sürtüyor. Kadın ineği sağarken, sunucu ayakta hem izleyip hem Mahmut amcayı konuşturuyor. "Bahar gelsin, bollaşır sütleri. Şimdi saman ve yem yiyorlar, daha güzel oluyor. Ama azdır işte, kaşar da yapamıyoruz bu mevsimde pek." Bir kaç dakikalık bir çekim yapıp güç bela sütünü vermeye ikna ettikleri ineği okşayarak dışarı çıkıyorlar. Akşam olmuş bile. Güneş tepelerin ardında yeni kaybolmuş ve ortalık bembeyaz örtüden yansıyan tuhaf ışık azalırken alacakaranlığa bürünüyor. Şerife teyzeye sarılıyor sunucu kadın. Sora Mahmut amcanın elini öpüyor. "Allah'a emanet olun, sağlıcakla kalın. Yine geliriz belki baharda... yazın. Kısmetse." Son karelerini de çeken kameraman her ikisinin de elini öpüyor. Birkaç yüz metre ilerideki köye giden ve kardan kısmen temizlenmiş yolun kenarında duran otomobile binip yola çıkıyorlar. Yanyana duran iki yaşlı el sallıyorlar arkalarından. "Siz de Allah'a emanet olun," diye mırıldanıyor kendi kendine Şerife teyze, " Bu karda kışta." Otomobil kaybolana kadar orada dikilip bakıyorlar arkasından. ------------- Dar ve uzun mutfakta, üzerindekileri topladıktan sonra masayı siliyor yaşlı kadın. Ardına dek açık kapıdan odaya geçiyor. Daha bugün kesilmiş odunların durduğu kovayı yokluyor. Hala tam kurumamış odunlar. Sobanın diğer yanındaki kovadan iki parça alıp atıyor ateşin içine. Çaydanlığı alıp mutfağa geçiyor. Yaşlı adam, yarısı kesilmiş bir kalıp kaşarın durduğu tezgahın bir ucundaki 37 ekran televizyonu açıp oturuyor ve sıcak çayını yudumlamaya koyulurken, uzaktan kumadayla, izleyebildikleri üç-beş kanalı geziyor. Çayları doldurduktan sonra çaydanlığı yeniden sobanın üzerine koyan kadın gelip yanına oturuyor. Öylece oturuyorlar bir süre yanyana, televizyona bakarak. TRT'de haberleri izliyorlar. Neden sonra: "Çıkar mı ki bugün?" diye soruyor kadın. "Daha yeni gittiler. Ne acelen var!" diye yanıtlıyor adam. "Bak sormayı unuttuk. Keşke sorsaydık ne zaman çıkar diye." Sabahtan beri ilk kez konuşuyorlar. Sonra susuyorlar yine. Kadın, çayını bitirip elini masanın üzerine koyuyor. Adam da bitiriyor çayını. Esmer, buruş buruş, sayısız damarın içiçe geçtiği elini, kadının kınalı parmaklarını avcunun içine alacak biçimde koyuyor kadının elinin üzerine. Öylece oturuyorlar ellerinin ve yanyana durdukları masanın ucunda bedenlerinin sıcaklığını duyarak. Yanlarındaki odanın diğer tarafından alaca ineğin böğürtüsü geliyor. Hayvanların birbirlerine daha da sokulduklarını düşünüyor her ikisi de aynı anda. Kadının elini daha sıkı kavrıyor adam. Taze kaşar kokusunun doldurduğu havayı çekiyorlar içlerine. Haberler bitiyor televizyonda, hava durumu başlıyor. Ellerini ayırmadan oturan iki yaşlı sevdalı, dikkatlerini tümden ekrana veriyorlar.
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Haşmet Şenses, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |