Bir kimse, neden oltasını, içinde tek bir balık olmadığını bildiği bir göle sarkıtır? -Adalet Ağaoğlu |
|
||||||||||
|
Kalbindeki dizginlenemez heyecanla kızın ellerini ve ayaklarını yatağa bağladı, ağzına koli bandı çekti. Elini apış arasına götürerekten, “Yavaş yavaş,” diye inledi. Ama hayır; yavaş yavaş yapmadı. İçinde saklı kalmış tüm vahşilik ve azgınlıkla, kızın temizlik ve namusluluk adına anladığı ne varsa hepsini iğfal etti. Bunu yaparken bedeninde tek bir hissin kıvılcımları dolanıyordu; “Ulaşılmaz olana ulaşmak, saklı gerçeği elde etmek!” Gerçekler derinliğini kavrayamadığı bir karanlık gibiydi. Artık koca bir kamıştan ibaret olan bedenini bu derinliğin içine ittiriyor, karıştırıyor, temas ettiği her duvarda eskilere ve gerçeklere dair o merak ettiği gizi bulmaya uğraş veriyordu; fakat olmuyordu. Gerçekler her daim ondan kaçıyordu. Güçten düşmüş bedeni yatağın kenarına yığıldığında, aslında beklentisinin bu anlık zevkten daha fazla olduğunu fark etti. Kızın baygın hali hoşuna gitmemişti. “O baygınken,” düşündü, “bedeni kontrolünde değilken, yani aslında -lanet olsun ki- bedeni onun değilken… kimin bu beden? Ve benim olmuşken… Ne, ne benim oldu? Bu mu? Gerçeğin varisi giz nasıl açığa çıkar?” Yatakta doğrulup gardırobun aynasında yansı bulan bedenine baktı. Kendisini tüyleri yolunmuş bir tavuk gibi görüyordu. Cılız, üflesen düşecek bir acziyet bedenini sarmıştı ve bu adım adım beynine nüfuz ediyordu. Bunu kabullenemezdi, bedensel acziyet düşünsel acziyetle birleşirse ölüp gideceğini çok iyi biliyordu. Külotunu giyinip hemen banyoya koştu, suyu açıp bedenini buz gibi suyun altına soktu. Onu görebilecek kimse olmadığı halde külotunu asla çıkarmadı. * Yeliz rüyasında bir kalem gördüğünü anımsayabiliyordu. Bedeninin şu anki çıplaklığı beyaz kâğıdı benziyordu. Ayak parmaklarını oynattıkça parmakları kıtırdıyor, kıtırdama ayak tabanında ağrılara sebep olaraktan önce kalçalarına ulaşıyor, apış arasında burkulma acısına benzer bir acıyla birleşip, karnına, ordan göğsünü delerekten dudağını pıtır pıtır oynatıyordu. Göbeğine dökülmüş damla damla sıvılar, rüyasındaki, masanın üzerine dökülmüş mürekkebi anımsatıyordu. Eğer mürekkep dökülmemiş olsa Son Mektup’unu yazacaktı. Ölmek istiyordu; zira hayat şimdi ilgi çekici gelmiyor, onu sıkıyordu. Ölmek istiyordu, hayat beş yıl sonra da ilgi çekici gelmeyecek, onu boğup zaten yaşayamaz hale getirecekti. Birçok genç kız onun yaşında evlenmeyi düşlerdi, o düşlemiyordu. On sekizinde evlilik düşü; düşlerin aralarına serpilmiş hayal kırıklıkları, yapay aşkların hükümranlığında aşka ait olmayan o sahte davranışlar… Yirmisinde evlilik düşü; bezmiş olmanın, “O”nu bulamamanın getirdiği incinme ve gözlerinde azalan ışıltı, dudağında burukluğun solgunluğu… Yirmi ikisinde evlilik düşü; sahteliğin her yerini sardığını bilse de, “O”nu bulamadığını çok iyi bilse de, evde kalmış olabilecek olmanın ve çevreden kendisine yönelmiş bakışların etkisi altında yalanları yüreğine gömme! Yirmi üçünde evlilik; çocuk düşü! Bu dünyaya gelip de bir iz bırakmadan gitmenin, her zaman o ağır kitapların dizili olduğu heybetli kitaplığın üstünde yazılı –ki aslında hepsi çok hafif- “Söz gider yazı kalır; ya siz, siz ne bırakıp gideceksiniz bu dünyaya?” yazısında hayat bulan o dayanılmaz sorguculuk. Geçim sıkıntısı arasında bir çocuk; çocuğun ötesinde bir gelecek düşü, benim gibi olmayacak, benim gibi yaşamayacakın düşü… Yirmi beşinde çocuk, ev işi, bulaşık, yalaşık, yemek, eksiklik, yoksunluk yoksulluk… Yirmi altı, yirmi yedi, yirmi sekiz, otuz, kırk… Kırk yaşında kırık bir kalp, kırık bir yaşam; düşlerin gerçekleşmediği bir yaşam. Ellisinde evden uçup giden evlatların sessizliğinde pörsümüş bir bedenin içine hapsolmak ve düşleyecek hiçbir şey kalmamasının bitkinliği… Ellerini, göbeğinin üstündeki ıslaklığın sebebini öğrenmek için çekiştirdi. Eli gelmiyordu. Bacaklarında zoraki bir açıklık, her yerini sarmış ağrı silsilesi… Kafasını kaldırıp göbeğine baktı. Süt beyaz birkaç damla, çamaşır suyu gibi kokaraktan öylece göbeğinin üstüne yayılmış bekliyordu. Koku onu tiksindiriyordu; tiksinti çıplaklığın utancıyla birleşip bir baskıya dönüşüyor, o adını duyup kendisini bilmediği ama evlilik yüksüğüyle yapılmadığı sürece şerefsizlikle adlandırılan davranışın, o “görev”in bulantısını getiriyordu midesine. O an dayanamayıp, kafasını kaldıraraktan özenle bedenine kustu. Ağlamalı mı gülmeli mi bilmiyordu; son yazısına yazacağı, ölmek için bir tane –hatta iyi- daha sebep edinmiş, ama bu sebep ömrü boyunca korktuğu yegâne şey halini almıştı. Yaşamak isteyen bedeni ağlıyor, ruhu ise gülüyordu. Az sonra Gaspelin yeniden geldi. Odanın içine girer girmez gözüne çarpan kusmuk ve bunun ağır kokusu ve komodinin aynasına yansıyan kızın külotu ve yatağın altına itilmiş kendi elbiseleri ve kızın o yarı ağlayan, yarı gülen hali… Hiç telaşa düşmeden yatağın ucuna gitti ve kusmukları kızın göbeğinden temizleyerekten, ruhunu da iğfal etti. Bunun hazzı bir öncekiyle karşılaştıramayacak kadar mükemmeldi. “Gizi” bulmuştu. Kızın yaralı yüreğini biraz daha deşmek, insanlardan çekip sakladığı şeylere bir çırpıda ulaşabiliyor olmak istiyordu. Aslında hissettiği bir karanlıktı; o bunu kızın gizi zannetti. * Üç gün sonra elleri bağından kurtulduğunda, Yeliz hiçbir tepki vermedi. Gaspelin onu alıp banyoya götürdüğünde ve bir güzel yıkayıp, “Artık temizsin sevgilim. Şimdi ailene dönüp birleştiğimizi, birbirimizin olduğunu söylersin,” dediğinde de hiçbir tepki vermedi. Yeliz bir türlü anlayamıyordu; şimdi burdan kalksa ve köşede onu bekleyen herhangi birisiyle yatsa ve bunu tüm âleme duyursa, bu lanet, bu kirlilik timsali adam kendisini yine “temiz” görür müydü? Öyleyken nasıl olur da temizlenirdi; ve şu an üzerine bulaşmış atılamaz kirliliği bir ömür boyu yeniden yeniden üzerine nasıl bulaştırırdı? Gaspelin’e dönüp, “Sen bir mide bulantısından başka bir şey değilsin,” dedi. Revası yüzüne yumruk sağanağı ve gecenin köründe evinin önüne konulmak oldu. Üç saat boyunca kapı önünde beklemesine rağmen ne gecekondudan ne de çevreden kimse onu fark etmedi. Kaçıp gidebilirdi, gidip göğe doğru uzanan inşaatlardan birinden atlayıp intihar edebilirdi. Bunu yapmadı. Kalktı, kapıyı tıklattı. Yarı uykulu haliyle annesi kapıyı açtı. Annesi sanki bir şeyler sezmişçesine –aslında üzerinde çamaşır suyu kokusu hala gitmemişti- daha kapıdayken kızının saçlarını yakaladı ve evin tozlu holü boyunca sürükledi. “Ne yaptın? Kiminle yattın? Namusumuzu nasıl kirletirsin?” diyor ve sözleri soba demirinin bedene inen darbeleriyle ahenk içinde Yeliz’e çarpıyordu. Bir halı gibi düşledi kendini Yeliz, insanlar ne garipti, kirliydi ya kendisi, şimdi temizlemek için annesi onu “çırpıyordu”. Önce annesi, peşi sıra babası ve en son kardeşleri onu “çırptığında” ölecek gibiydi. Sabahın ilk ışıkları odayı aydınlattığında annesi gelip, onu iğfal edenin kim olduğunu sordu. İsmini bilmiyordu; biliyorduysa da artık unutmuştu. Cevap vermedi. Öğlenin sıcağı ortalığı kavurduğunda annesi yeniden geldi, onu kirletenin kim olduğunu sordu. “Beni kirleten sizsiniz!” diyemediği için sustu; cevap vermedi. Bunun karşılığı kalite kontrolüydü; standartları tutup tutturamadığına bakmak için test edilmesi gerekiyordu. Bacaklarını açıp tavana baktığında kendini koca bir vajina gibi zannetti Yeliz. Çıplaktı, herkes içini açıp bakıyor, onun gizlerini teşhir ediyorlardı. Hem o artık “delinmişti”, “bozuktu”, “kirliydi”… Delik tıkanmıyor, bozukluk giderilemiyor, kirlilik temizlenemiyordu. “Çırpıyorlardı” ama çırpmak bir fayda sağlamıyor olsa gerek eskisi neyse yine öyle kalıyordu. Akşam yine geldi annesi, yanında kız kardeşi de vardı. Bu sefer bir şey demiyorlardı. Sadece onu leğenin içine koyup yıkadılar, gusül abdesti almasını söylediler. Abdesti aldı. Bu şekilde de temizlendiğine inanmıyordu. Gece karalığın içine hapisti, yalnızdı. Ertesi gün aydınlıktan tecrit, yalnızdı. Ve öteki günler kendisine tecrit, yalnızdı. Odanın içine güneşin beş doğuşu, dört batışı tefriş etmişken babası geldi. İğfal edenin kim olduğunu öğrendiklerini, daha doğrusu onun kendi isteğiyle geldiğini söyledi. Yeliz’le evlenmek istiyordu. Bir hafta sonra evlenecekti Yeliz, buna babası iyice düşünerek karar kılmıştı; doğruyu bir tek o bilirdi. Yeliz’in cevabı kısa ama netti; “Evlenmeyeceğim!” Babasının cevabıysa uzun ve ağırdı. Güneşin beşinci batışında kan gölünün üstünde yüzüyordu. Kanını koklayaraktan, “Bu benim gölüm,” dedi, “ne de güzelmiş…” Güneş bir düzine doğup batmış, annesi ve babası onlarca kez gelip gitmişti; ama fikri değişmiyordu. Madem şu an kirliydi, bunu o alçak adam yapmıştı ve bunu herkes kabul ediyordu… Kirliliği yaratan bir adamla bir ömür boyu birlikte olmak pisliğin içine batmaktan başka neydi? Anne ve babası onu temizlemek istemiyordu, toplum da istemiyordu; amaçları pisliğin içine hapsetmekti onu. Halının altına saklanmış bir pislik yığını muamelesi görmek istemiyordu. Öylece ortada bekleyecekti; görsünlerdi kendisini… Cevabı her zaman hayırdı. Güneşin yirmi beşinci doğuşuna bir buçuk saat, sabah ezanına kırk beş dakika kala babası elinde kasap bıçağıyla girdi. “Gaspiyan’la evlenecek misin?” diye yeniden sordu. Yeliz, “Hayır!” diye cevapladı. Bu hayır yüreğini öyle bir şenlendirdi ki, kendisine dair ne kadar giz ve gerçek varsa bunu bu koca harflerle yazılmış, “HAYIR!” kelimesinin ardına sakladı. “Bak,” dedi babası yumruğunu sıkıp bıçağı göstererekten, “beni istemediğim şeyleri yapmaya zorlama.” Babasını boylu boyunca süzdü, “Şu ana kadar hep senin istediklerin oldu; böyle oldum. Şimdi de benim istediğim olsun bakalım!” Erkek kardeşlerinin yardımıyla, yere boylu boyunca yatırdılar. Odanın ışığı gözünü alıyordu. Kendi yazgısını düşündü. Tanrılara kurban ve adaktı o. Sırf kadın olduğu için kaç kere diri diri gömülmüş ve defalarca, inadına dirilmişti. Hükümdarlara cariye vermişlerdi. Erkeklere fahişe olmuştu. Birçok kez daha anasının karnındayken, babası erkek çocuk istiyor diye “düşürülmüştü”. Ve şimdi, evet şimdi boğazında bir bıçak hafiften sürtünerekten onu “temizlemeye” çalışıyordu. Kadınlara reva görülmüş bir yazgıyı yine kabullendiği için kendi kendine kızdı bir an. Sırf bu yüzden binlerce yıl yaşamak istedi. Az sonra bıçak hızlıca boğazına sürtülüyor, o çırpınıyordu. Kan odanın zeminine ağır ağır yayılıyordu. Her ne kadar ölmüş olmanın hafifliğini temizlenmek sansa da, bir daha ki doğduğunda böyle ölmeyeceği konusunda kendisine söz verdi.
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Mikail Boz, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |