..E-posta: Şifre:
İzEdebiyat'a Üye Ol
Sıkça Sorulanlar
Şifrenizi mi unuttunuz?..
"Moda denilen şey o kadar çirkindir ki onu her altı ayda bir değiştirirler." -Oscar Wilde
şiir
öykü
roman
deneme
eleştiri
inceleme
bilimsel
yazarlar
Anasayfa
Son Eklenenler
Forumlar
Üyelik
Yazar Katılımı
Yazar Kütüphaneleri



Şu Anda Ne Yazıyorsunuz?
İnternet ve Yazarlık
Yazarlık Kaynakları
Yazma Süreci
İlk Roman
Kitap Yayınlatmak
Yeni Bir Dünya Düşlemek
Niçin Yazıyorum?
Yazarlar Hakkında Her Şey
Ben Bir Yazarım!
Şu An Ne Okuyorsunuz?
Tüm başlıklar  


 


 

 




Arama Motoru

İzEdebiyat > Öykü > Toplumcu > Mikail Boz




3 Kasım 2005
Ütopik Sahiller (2)  
Mikail Boz
Acının çığlıklarını her yerden duyabilirsiniz. Gerçeklere karşı hayallerle savaşmanın çığlıkları, ya da hiç savaşamamanın... Sorun gerçeklik sorunu, gerçeği bulma sorunu...


:BGFI:
***

Onun işe gelmediğinin dördüncü günüydü. İnsanı bunaltan bir sıcak her yeri sarmıştı. Gerçi işyerini havalandırmaları çalışıyordu, ama bu, sıcaklığı daha az hissedilebilir bir duruma sokmuyordu. İçimi dayanılmaz bir sıkıntı sarmıştı. Kendimi birkaç gün sonra olacak bayram tatiliyle avutuyordum. Tatilde nereye gideceğimi bilmiyordum, ama çekip gitmeyi düşünüyordum. Bunun ne kadar iyi bir çıkış yolu olduğu tartışılır olsa da, o an için bu bana tek çıkış yolu olarak görünüyordu. Nereye gittiğini bile bilmeden öylece bir yerlere gitmek ve akla hayale gelmeyecek şeylerle karşılaşmak istiyordum. Bu belki bana yeni bir yolun kapısını açardı. Ya da daha önemlisi, yaşadığım bu son şeyleri unutmama bir araç olurdu bu kaçış.

Yalnız insanın neyden kaçtığı çok önemli olmuştur her vakit. Yaşadığım yıllar boyunca hiçbir şeyden kaçamadığımı, tam tersi onların beni bıraktığını söylemek bile bazı şeylere yanıt olabilir belki. Çünkü ben asla kendimden kaçmayı becerememişimdir. Kaçmayı başardığımı sandığım şeylerin ise benim için çok önemi olmadığını sonraları anladım. Bunun bile ne kadar iyi bir ilerleme olduğunu ifade etmek zordur belki. Çünkü bu, önümüzde duran her öncelikli şeyin büyük bir öneminin olmadığını anlağa çıkarmaktır. Bir kere bile hissedilmeyedursun bu, çok şey değişir hayatta.

Bunları düşünürken birden bire kalın bir ses işittim. Tanıdık bir sesti bu. Sesin geldiği yöne baktığımda onu, yani Erkin’i gördüm. Cılız bedeniyle dimdik duruyor ve önüne gelen herkesi bir araya toplamaya çalışıyordu. Sanki sığır çobanlarını taklit etmek istiyor gibiydi. Bana o an şaşırtıcı geldi ki, herkes onun bu edimine mümkün olduğunca uyma gayretinde. Bir süre bu uyuma bir anlam verememiştim. Herhalde sihirli bir şey oldu diye düşünüyordum. Sonra benim yanıma gelince olanın aslını öğrendim. Elinde uzun bir silah vardı. İyi cila yapılmıştı silaha ve bunun bir sonucu olarak parlıyordu. Silahın ucunda susturucu takılıydı. Anlayamıyordum böyle bir silahı nerde bulduğunu. Silahı bana doğrultmadan herkesin geçtiği yere geçmemi istedi. Silah beni korkutmasa da dediğini bir saygıyla karşılayıp yaptım ve toplanmış ve korku içinde duran kişilerin arasına geçtim. Herkes Erkin’e bakıp af diliyordu. Esasta neye af dilediklerini bilmiyorlardı, ama bu herhalde umurlarında da değildi. Herkes aniden ortaya çıkmış olan bu çocuğun hedefi olmak istemiyordu. O ise bütün yalvarma ve yakarmalara karşı susuyordu. Ben de önümde olan bu olaylara bakıyordum ve bunlar bana çok normal geliyordu.

Erkin önce herkesin telefonlarını getirip kendisine vermesini istedi. Telefonu olanları parmağıyla göstererek sırasıyla yanına çağırıyordu. Kimlerde telefon olduğunu çok iyi biliyordu. Kimisi telefonu olmasından kaynaklı ölebileceğini düşünerek kendi kendine mırıldanıyordu. Sonra eğilip selam vererek Erkin’e teslim ediyorlardı. Son olarak, işten ayrılmadan önce bir sıra önünde çalıştığı ara ütücüyü çağırdı. Ara ütücü telefonunu koyarken birden Erkin’e bacak salladı. O ise gözünü kırpmadan ara ütücünün kafasına bir kurşun sıktı. Kurşun sessiz bir ıslık gibi beynine girmişti onun. Öldürdükten sonra gülerek, “Senin bunu yapacağını biliyordum Zerotus,” dedi. Bu söylediği isme çok şaşırmıştım. Gerçekte ölenin ismi Ahmet’ti. “İşte,” dedi, “kimin ne yapacağını çok iyi biliyorum. Bugün hesaplaşma günüdür anlıyor musunuz? Çünkü iki kere iki beş eder.”

Ben de biliyordum iki kere ikinin beş ettiğini, ama neyin hesaplaşması olduğunu bilmiyordum bu olanların. Zaten bunu düşünemiyordum da. Bağırarak, “Protus ortaya çık!” dedi. Herkes birbirine bakıyordu. Kimse Protus olmak istemiyordu. Bunların içinde ben de olsam da dayanamayıp “Kimdir o?” dedim. “Şu!” deyip patronu gösterdi. Patron çekinerekten de olsa öne doğru çıktı. Protus olmak onunda hoşuna gitmemişti. O an Protus ismini yakıştıramamıştım patrona. Erkin bağırarak:

“İşte Protus karşı karşıyayız. Sen, yüzyılların iğrenç canavarısın. Bunu biliyorsun!.. Şey, ya da bilmen gerekiyor. Ama artık kimseye kötülük yapamayacaksın. Bugün işinin bittiği gündür,” dedi.

“Ne yapmışım ki?” dedi patron. Ancak, daha buna bir cevap bile alamadan yüzüne bir kurşun yedi. Erkin ise yine gülüyor, içinde bulunduğum topluluktansa korku içinde bir mırıldanış yükseliyordu. Sonra Erkin birden silahını kaldırdı ve arkalara uzattı. Silahın yönlendiği yerdeki herkes bir anda kaçışmıştı. Bende bir kenara çekilip silahın yönlendiği yere baktım ve telefonlu birisini gördüm. Bir makineciydi o. Erkin ona “Senin bunu yapacağını zannetmiyordum Applehead” deyip telefonlu kişinin önce karnına, sonraysa boğazına ateş etti. Bu kadar hızlı biçimde onu nasıl fark etti anlayamamıştım. Ardından, “İşimizi hızlandıralım,” dedi. Bir süre bekledikten sonra “Mirrord öne çık!” diye bağırdı. Kimse öne çıkmayınca, “Pis kokulu, ateşli canavar,” diyerek ustabaşını gösterdi. Ustabaşı öne çıkınca iki elde ona ateş etti. Ortalık kan gölüne dönmüştü. Ardından hemen “Grubys sıra sende,” deyip patronun karısına ateş etti. Patronun karısı af dilerken Erkin ona tam dört el ateş etmişti. Bunun ardı sıra topluluktan birisi “Bitti!” deyip Erkin’in üzerine saldırdı. Neyin bittiğini anlayamasak da bir başka kişi daha Erkin’in üzerine saldırmıştı. Erkin ise ikisinin de üzerine birer el ateş etti. Onlar acı içinde kıvranarak yerde yatarken, Erkin hemen silahının şarjörünü değiştirdi ve ardından birer el daha ateş etti üzerlerine. İşin garip yanı ateş ettikçe gülüyordu. Sonra:

“Daha önce yüzünü göstermeyen canavarlarda yüzünü gösteriyor. Ama üzülmeyin! Bu daha iyi… Bunlar bu günü daha önemli ve anlamlı yapmaktan öteye geçmez.” dedi.

Artık, herkes düştüğü dehşetten donakalmıştı. O an benim aklıma, kutlamalarda sorulan “günün anlam ve önemi” sorusu gelmişti. Sanki binlerce insanın olduğu bir yer de bana bu soru soruluyordu ve ben ter içinde cevaplamaya çalışıyordum bunu. “Hadi… Hadi hadi” diyorlardı bana. İçimden bağırarak “Yeter be!” dedim ve etrafıma bakındım. Bulunduğum durum nasıldı ve ben ne düşünüyordum? Sonra ise bu bana çok komik geldi ve güldüm. Diğerleriyse eminim sıranın kime geldiği konusuna kafa yoruyordu. Ancak bazıları şanssızdı ki hemen öğrenecekti bunu.

Erkin bağırarak, “Son iki kişi kaldı. Yani son iki pis yalaka canavar. Kim bunlar? Hı? Kim olabilir ki? Tabii ki Total ve Ordures.” dedi. Bunları gözlerini iyice açarak söylemişti. O an çok korkunç bir görünüm almıştı yeşil gözleri. Herkes, onun elindeki silahın doğrultusuna yoğunlaşmıştı. Çünkü çözüm o silahın doğrultusundaydı. Silah bu sefer orta işlerine bakıp herkese eziyet eden bir bayana ve benim önümde çalışan makineciye yöneldi. Birer kurşunla onlarında işi bitmişti. Daha ateş etmeden ölmüş gibiydiler onlar. Ve bu açıdan çok değersiz gözüktüler bana. Zaten onlarında ölüşü herkesi rahatlatmıştı. Artık kimsenin ölmeyeceğini bilmek sağ kalanlara “iyi yaptın” bile dedirtiyordu. Erkin ise elini havaya kaldırdı ve dağınık duran herkesi patronun cesedinin üzerine çıkarak bir araya topladı. Heyecanlıydı. Sürekli elleri titriyordu. Gözlerindense devamlı yaş geliyordu.

“İşte,” dedi, “gördüğünüz gibi büyük günümüzün hakkını yettiğince verdik. Siz Preks halkı da içinizdeki birkaç hain dışında bundan memnunsunuz. Bunu biliyor ve hissediyorum. Zaten o hainlere de hak ettikleri cezayı verdik. Yüzyıllardır beklenen kurtuluş günümüz sonunda geçekleşti. Bu, bin bir zorlukla gerçekleşse de önemli değil. Önemli olan, şu an kötülüğün kralı Protus’un üzerinde size konuşmamdır.

“Artık herkes özgürdür. Herkes bu özgürlüğün değerini bilmeli ve kötü canavar Protus’u yeniden diriltmemeliyiz. Önümüzdeki açılan özgürlük kapısından herkes girsin. Bu kapı özgür dünyaya açılıyor. Orada her şeyden yettiğince alıp, yeterince kullanacağız. Sonsuz bir mutluluk bekliyor bizi orda: Doyumsuz ve buradaki mutluluklara benzemeyen bir mutluluk. Siz Preks halkı bu kapıdan giren ilk halk olacaksınız. Bu ne büyük bir şeref anlatamam. Gidin ve sizden sonra gelecekler için hazırlıklar yapın. Onları türlü türlü hediyelerle karşılayın. Karşılayın ki gerçek mutluluğu öğrensinler.

“Sakın beni de unutmayın ha! Ben Globus, işim bitince size katılacağım. Ben diğer halkların yanına gidip, onlara diğer düşmanlarımıza karşı birlik olma çağrısı yapacağım. Ve zaten biliyorsunuz ki hepsini yeneceğiz. Ondan sonra ardımda milyonlarca kişiyle gelip aranıza katılacağım. Bize de hediyeler hazırlamayı unutmayın tamam mı? Bana hiç olmazsa birkaç tabak meyve hazırlayın. Ama dikkat edin taze olsunlar. Karpuzun çekirdeklerini de iyi temizleyin. Elmanın da kabuğunu mutlak soyun. Etler kokmuş olmasın. Bol bol balık kızartın ve kılçıklarını iyi temizleyin. Ha, bir de bolca patates kızartın. Ah! Onun kokusu bile mutlu eder beni. Bunlar… Bunlar o yorgunluğun üstüne çok iyi gider dimi ama? Neyse! Artık bir an önce hazırlıklarınıza başlayın. Ben şimdi gidiyorum. Siz bu kazandığınızı sakın kaybetmeyin. Yaşasın özgürlüğümüz! Yaşasın zaferimiz! Yaşasın Preks halkı!”

Erkin’in konuşması bitince herkes “Yaşasın!” diye ona katıldı. O gidene kadar onu alkışlamaya ve ona öpücük yollamaya devam ediyorlardı. Erkin ise giderken kendisine yapılan bu saygı ve sevgi gösterisine yerlere eğilip selam vererek cevap veriyordu. Yüzü her şeye ulaşmış olmanın verdiği hazla gülüyordu. Onun böyle sevinçli oluşu beni de mutlu ediyordu. Ancak bir yandan da ona üzülüyordum. Yaptıklarının bir bedeli olduğunu hiç düşünmüyordu herhalde. Tam kapıdan çıkarken bana bakıp güldü. Bende yavaşça ona gülümsedim. Ardından yumruğunu kaldırdı ve çıkıp gitti.

Onun gitmesiyle birlikte herkes şaşkınca etrafına bakınmaya başlamıştı. Az önce ona “Yaşasın!” diyenler, şimdi “Tırlatmış… Manyak bu” diyordu. İçimden bir his, onların bu yargılarına “yanlış” dese de onun deli olduğuna bende inanıyordum.

Gözüm yerde yatan cansız bedenlere kayıyordu sonra. Hepsi de daha bir saat öncesinde canlı birer insandılar. Şimdiyse akan kanlarıyla yerleri kırmızıya boyuyorlardı. Çok garibime gidiyordu bu olanlar. Ölümlerini bir film gibi izlemiştim. Ama işin kötü yanı bir seyirci olarak değil, bir oyuncunun hisleriyle izlemiştim.

Biraz vakit geçince herkes bir kenara oturup beklemeye başladı. Onlar da yerde yatanlara bakıyordu. Herhalde dağılmış ve delinmiş bedenlere bakıp olayı anlamaya çalışıyorlardı. Kimsenin kalkıp polisi aramak aklına gelmiyordu. Hatta ben, Erkin gidince hepsinin koşarak atölyeyi terk edeceğini sanıyordum. Ama belki de birisinin gelip onları “kapı”ya götüreceğini sanıyorlardı. Açıkçası o an ben de bekliyordum böyle bir şey olmasını. Bir anda ışıktan kapının açılacağını ve hepimizi içine alacağını düşlüyordum. Gerçekten olabilirmiş gibi geliyordu bu bana.

Yaklaşık kırk beş dakika sonra oturduğum yerden kalktım ve bir zamanlar patronun olan büroya gittim. Polisi arayıp gelmelerini istedim. Çok ilginç gelmişti bana bu. Hayatımda hiçbir zaman polisleri aramamıştım. Olayı telefonun ardındaki kişiye anlatmak bana kimi yönleriyle saçma geliyordu. Polise olayı anlatıp ne zaman geleceklerini sorduğumda “Az sonra,” diye cevap vermişti. “Zaten,” dedim ona, “zaten hep polisler iş bitince gelir”. Bunu duyan polis bir cevap vermedi bana. Hâlbuki kızar diye zannediyordum.

Bürodan çıkıp tekrar içeri girdiğimde birisi bana bakıp, “Kapı nerde?” dedi. Ona dikkatlice baktım ve “Bilmiyorum,” dedim. O ise başını eğip ağlamaya başladı. Küçük bir çocuk gibi ağlıyordu. Babasının araba almaya söz verip almadığı ve bu yüzden çılgınlar gibi ağlayan bir çocuk gibi... Üzüldüm onun haline. Gidip onu teselli etmek istedimse de buna cesaret edemedim. Gerçi buna gerekte yoktu zaten. Anahtarı bulmadan kapıyı soran birisi neyi hak eder ki?

Bir süre etrafta dolaştıktan sonra tekrar cesetlerin yanına gitmiştim. Üzerlerinden acayip bir koku yayılıyordu. “Çok iğrenç ve acayip kokuyorlar.” dedim etrafımdakilere, cevap vermediler bana. Bu söylediğime cevap vermemelerine üzülmüştüm. Onun yerine birisi “Kapıyı nerde buluruz biz?” dedi. Az daha gülecektim bu dediğine, bunun yerine düşünüyor numarası yaptım. Soranın suratına baktım. Ortada çalışan şu dalgın kızdı soruyu soran kişi. Yüzü, merak ettiği şeyi öğrenmeye çalışan bir çocuğunki gibi savunmasız ve korkulu bir hal almıştı. Canım onu gidip tokatlamak istiyordu. Susmak istesem de sorduğu soruya cevap vermek istiyordum. Ama bu sanki çok uzun olacak gibi geliyordu bana. Kısa kestim ve ona şiir okudum.

Düşlerde kalmış ne yazık ki düş artıkları.
Ulaşılmaz diyarların pençesinde,
Acı çeker hale gelmiş onlar.
Kim bilir nasıl alınır avuçlara.
Kapanan gözlerle, yolculuk yapılmadan…

Bunları duyar duymaz ağlamaya başlamıştı kız. Hâlbuki dediğimden bir şey anlamaz zannetmiştim. Bir süre durdum ve sonra tekrar bir şiir okudum.

Korktuğunda geleceğe,
Sevindiğinde geçmişe gitmek ister insan.
Zaten bilmez ki nereye gitmek istediğini.
Savruluşunu aynada izler ha bire.
İzledikçe kahrolur,
Ve
Durduğu yerde birilerini intihar ettirir o.
Cezayı hak etmiştir zaten.
Nereye gideceğini bilmeme suçuna,
Koşarak yerinde sayma cezasını hak etmiştir.

Ardından bir şeyler daha okuma planı yapmıştım ki polisler geldi. Bu kadar sessiz gelmeleri şaşırtmıştı beni. İçeri girer girmez bir bize, bir de yerdekilere bakmışlardı. O an ne düşündüler merak ettim. İçlerinden birisi, “Hiç kimse yerinden oynamasın!” dedi. Sanki oynamak gibi bir halimiz varmışçasına… Ardından sıra sıra gelip suçluymuşuz gibi bizi kolumuzdan tuttular ve götürdüler. İşyerinden dışarı çıktığımda kendimi anlam veremediğim bir şekilde özgür hissettim. Bir sürü insan bizlere bakıyordu. Onların gözünde kendimi bir an suçlu gibi göründüğümü hissetmiştim. Sonra bu bana çok saçma gözüktü. Ardından arabaya bindik ve gözüme vuran güneşin bana yaptığı kızıl hücrede karakola götürüldük.

* * *

Yaklaşık yirmi metrekarelik bir odanın içinde bizi teker teker sorguya çekmişlerdi. En son sorguya çekilen ben olmamdan kaynaklı benim Erkin’le olan ilişkimi tüm ayrıntıları ile anlatmamı istiyorlardı. Çekinmeden anlatıyordum bunu onlara. Yalnız biraz sansür uyguluyordum.
Bana, “Suçlu seninle tanıştığından itibaren değişmiş,” dedi zayıf bir polis.

“Doğrudur,” dedim. “İnsan yeni birisiyle tanışmaya görsün hemen değişir”.

“Ona neler anlattın?” dedi.

“Doğru yolu her zaman aramamız gerektiğini,” diye cevap verdim.

“Neymiş o doğru yol?” dedi.

“Tartışmasız biçimde herkesi sevmektir,” dedim.

Bunu söylerken canım kahkahalarla gülmek istiyordu. Ama bunun yerine masumca durmaya çalışıyordum. Polis bana pek inanmaz bir bakışla “Hım!” dedi.

Bir süre bekledim ve şişman ve orta yaşlı olan bir başka polis, “Sence suçlunun bu kadar insanı öldürmesinin sebebi nedir?” dedi.

Adamın burnunda kocaman bir sivilce vardı. Ona, “Erkin insanları öldürürken sürekli değişik isimlerden bahsediyordu. Örneğin, bizim patronun ismi Halil’ken, ona Protus diyordu. Sanki öldürdüğü kişiler bu dünyada yaşamıyormuş gibi geliyordu bana. Sanki… Sanki kendi beyninin içindeki şeyleri öldürüyor gibiydi. Bize kurtuluştan bile bahsetti. ‘Özgür Dünya’ya gidecekmişiz ve orda mutlu olacakmışız. Zaten kendisi de diğer insanları kurtarmaya gidecekmiş. Öyle dedi bize.” dedim.

Polis gözlerini fal taşı gibi açıp bana “Komünist olmasın o?” dedi.

“Yok canım!” dedim ona. “Öyle olsa bundan açıkça bahsederdi bize. Bence o daha çok deliye benziyordu”.

“Deli mi?” dedi.

“Evet, tamamıyla öyle” dedim.

Yine uzun bir “Hım!” dedi. Ardından sorgumun bittiğini, ama ileriki zamanlarda tekrar görüşebileceğimizi, bu yüzden adresimi ve telefon numaramın onlar tarafından bilinmesi gerektiğini söyledi. “Vatanını milletini seven bir insan olarak bu olay hakkında elimden gelen bütün yardımı onlara yapacağımı,” söyledim. Güldü ve omzuma vurdu.

Karakoldan eve giderken hala olayın şokunu atlatabilmiş değildim aslında. Karakolda ister istemez rol yapmıştım. Ama bunu neyden çekinerek yaptığımı bilemiyordum. Gerçekte hala olanlara bir anlam veremiyordum. Hatta hiçbir şey olmamış gibi hissediyordum. O an rüyada olmayı isteyip bu kâbustan uyanmayı istiyordum. Ancak, yürürken bir an aklıma Mavi Defter geldi. Sanki her şey onda şifreliydi. Demek bana, “Ben gitmeden okuma,” demesinin sebebi buydu. Her şeyi oraya yazıp bana vermişti. Ben ise bunu anlamamış, hatta onun görünmediği dört gün boyunca, “Gitti!” deyip alıp defteri okumamıştım. O an hızlıca eve gidip defteri okumak istiyordum. Çözümün onda olduğunu düşünüyordum ve bunda da haklıydım. Eve gidip yatağa uzanarak defteri okumaya başladığımda “anahtarımı” bulmuş olduğumu anladım.

Defter yaklaşık yüz elli sayfaydı. İlk sayfasına Erkin adını yazıp “Yaşamım” diye başlık atmıştı. Her yazılan yazının altına hangi zamanda yazıldığına dair tarih vardı. Bu tarihler önceleri sırasıyla giderken, sonrasında görüleceği gibi büyük farklar içeriyordu. Bu notlarda, diyebilirim ki yıllarca aradığım çözümle hiç beklenilmeyen biçimde karşılaştım. Eğer ki gerçek bir tanrı olduğuna inansaydım o notları okuduktan sonra bunun rahatlıkla Erkin olduğuna inanabilirdim. Çünkü o bir dünya yaratmıştı ve kurduğu bu dünyayı büyük bir kudretle yönetiyordu. Şu bir gerçek ki, birisi ona bunların hayal olduğunu söyleseydi onu buna inandıramazdı. Çünkü ona göre her şey “akla uygun”du.

Notları, en başından benim “mekanik insanlar” yargımı değiştirdi. Eğer o, bu kadar derinlemesine anlayabiliyor ve kurabiliyorsa, herkes bunu yapabilirdi. Herkes bu dünyayı her ne kadar fazla ifade etmese de “hissediyor”du. Ki, hissetmek bir şeyleri yaratmanın ilk adımı değil midir? Diğer yandan onun insanları öldürmesi, eğer ki bir suçsa bu suçun sadece ona mı ait olduğuna dair kuşku duymaya başladım. Onunda söylediği gibi ona yol gösteren bendim. Benim onun yaptıklarında hiç mi sorumluluğum yoktu? Ya da yalnızca ben mi? Onu saran herkesin bu yapılanlarda hiç mi payı yoktu? Evet, bu olanlar da hiç mi paya sahip değildik biz?
Ütopya, yabancılaşma, gerçeği kaybet(tir)me, felsefe ve bunların ötesinde işçiler; evet işçiler...

* * *



Söyleyeceklerim var!

Bu yazıda yazanlara katılıyor musunuz? Eklemek istediğiniz bir şey var mı? Katılmadığınız, beğenmediğiniz ya da düzeltilmesi gerekiyor diye düşündüğünüz bilgiler mi içeriyor?

Yazıları yorumlayabilmek için üye olmalısınız. Neden mi? İnanıyoruz ki, yüreklerini ve düşüncelerini çekinmeden okurlarına açan yazarlarımız, yazıları hakkında fikir yürütenlerle istediklerinde diyaloğa geçebilmeliler.

Daha önceden kayıt olduysanız, burayı tıklayın.


 


İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.

Yazarın toplumcu kümesinde bulunan diğer yazıları...
Yeşil Canavar
Dalgakıran
Uyanış
Ütopik Sahiller (1)
Ütopik Sahiller (3)
Ecstasy

Yazarın öykü ana kümesinde bulunan diğer yazıları...
Utanç
Günün Sonuna Yolculuk
Ölüm Döşeğinde Puslu Aşka Keşfi (2)
Ölüm Döşeğinde Puslu Aşk Keşfi (1)

Yazarın diğer ana kümelerde yazmış olduğu yazılar...
Seni Düşünmek [Şiir]
Yüzyıllık Yalnızlık [Şiir]
Kan (At) Lı Geceler [Şiir]
Hedef [Şiir]
Mahpus [Şiir]
Işık Hızını Geçmek Mümkün Mü? [Deneme]
Tırnak Yeme Meseli [Deneme]
Kim İçin Din ve Vicdan Özgürlüğü? [Deneme]
Yalnızlık [Deneme]
Mutlu Bir Evlilik İçin 4 Altın Kural [Deneme]


Mikail Boz kimdir?

Mikail BOZ

Etkilendiği Yazarlar:
N. Gogol, F. Kafka, J. M. Coetzee, L. F. Celine, M. Proust, A. Camus


yazardan son gelenler

yazarın kütüphaneleri



 

 

 




| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık

| Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi |

Custom & Premade Book Covers
Book Cover Zone
Premade Book Covers

İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim Yapım, 2024 | © Mikail Boz, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır.
Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz.