"Bazen bir mısra yaşamı değiştirir." -Kafka |
|
||||||||||
|
Yalnızlık her daim bir şeylerin işareti olmuştur. Bazen, “Kafayı dinlemek”in, bazen de, “Onunla birlikte olacak bir dost olmayışı”nın… Hatta yalnızlık bazen “üretmenin” de ön koşullarından birisidir. Japonlar yalnız bir insan görseler rahatsız etmemeye özen gösterirlermiş. Derin konular hakkında düşünen bir insanı rahatsız etmek ayıp karşılanırmış. Türkiye’de de yalnız başına birisini görsek hemen şöyle deriz; “Yine derin mevzulara dalmışsın!” Yalnızlığın yakıştığı kişiler filozoflardan sonra edebiyatçılardır. Yazmak bir zihin dinginliği ister; ya da zihnin arındırılmasını, içimize sıkışıp kalmış “o” şeyi çıkarıp atmanın motivasyonunun gerekli koşulunu sağlar. O yüzden yazmak bazen yalnız kalmaktır. Öte yandan yalnız kalmak toplumsal anlamda olumsuz bir işaret de taşır. Birisi yalnız kalmışsa bir suç işlemiş, ya da kabahati vardır. Şöyle deriz, “Artık yapayalnızım. Beni seven kimse yok. Herkeş çekip gitti.” Yalnız kişiler bazen kendisini birilerine sevdirmek zorunda hissetmeyen, başkalarının da onu sevmediği kişiler olabilir. Yalnızlık bazen bir cezadır. Bazı insanlar vardır, yalnız kalmaktan acayip korkarlar. Yalnız gezemezler, eğlenemezler; yani yaşam aktivitelerinin çoğunda hep birilerinin yanlarında olmasını beklerler. Biraz yalnız kalmaya görsünler hemen sıkılır, oflar poflar, yalnızlıklarını giderecek bir şey bulmaya çalışırlar. Bazıları da vardır tam tersi yalnızlıktan hoşnutluk duyarlar. Zorunlu haller dışında birilerinin yanlarında bulunmasını çok da önemsemezler. Yani, “Varlığı yokluğu bir” kişilerizdir bu “yalnız” kişiler için. Hele ki bir de yalnız kalmanın bir kabahate işaret ettiği önyargısı zihnimizde billurlaşırsa, bu “yalnız” kişilerin “acayip sıkıcı”, “dost bulamaz” olduklarına karar kılarız. İlginçtir, yalnızlıktan korkan insanlar, sosyal, dost canlısı, kendisiyle barışık, “yalnızlar”sa, bu aksi özelliklere sahip gibi görünür. Öyle midir? Şöyle düşünelim. Yalnızlıktan neden sıkılırız. Cevap basit, kendimizden sıkıldığımız için. Lütfen bunu bir kenara not edin; yalnızlıktan korkuyor ve sıkılıyorsanız, kendinizden korkuyor ve sıkılıyorsunuzdur. O halde kendisinden sıkılan bir insanın yine kendisiyle barışık olduğunu iddia edebilir miyiz? Peki ya o kişinin dost canlısı olması “içindeki sıkıcı yaratıktan” kurtulmak için bir araçsa? Yalnız kişileri düşünelim. Aslında onlar, biz pek fark etmesek de kendilerine daha çok güvenen, daha korkusuz ve saatlerce bir başlarına olmaktan sıkılmadıkları için kendileriyle barışık, aslında içten içe çok matrak kişilerdir. Öyle ya, bu kadar eğlenceli olmasalar saatlerce kendilerine nasıl tahammül ederler? Bir dostum şöyle dedi bir gün bana, “Yalnız kalmak çok güç bir iş.” Biraz şaşırmıştım. “Nasıl?” dedim. “Yalnız olduğunu zannederken bile içinden birileriyle konuşuyorsun,” dedi bana. Haklıydı. İnsan “düşünmeden edemeyen” bir yaratık olarak, yalnızken bile kendi kendisiyle monolog kuruyor. “anlatıyor” ve “dinliyordu.” Yalnız başına olduğunuz bir anı düşünün. Çevrenize bakıp fikir yürütürken sanki birisi siz dinliyor, soru soruyormuş gibi bir “sohbet” ortamı kurarsınız. Hatta bir ileri aşamaya gidelim, sahip olduğunuz düşüncelerin birçoğu size öğretilmiş, bazen fark etmeden bilincinize yerleştirilmemiş midir? Evde, okulda, işte size birçok şey empoze edilir veya siz haklı görerek bunları kabul eder, “sahiplenirsiniz”. “Hırsızlık kötüdür,” dediğinizde, içinizdeki o yabancı ses canlanır, sizi yalnız bırakmaz. Bu düşünce aklınızdan geçtiğinde artık yalnız değilsinizdir. Hırsızlığın kötü olduğunu size öğreten kim? Yazdığım romanımdaki kahramanın bir bölümde şöyle diyordu, “İnsan fiziksel tecrit edilmişliğe bir süre sonra alışabilir, ama tecrit ruhumuza dönükse, buna alışmak çok daha güçtür. “ Bu yazıyı yazarken, fiziksel olarak yalnızım ama düşünsel anlamda yalnız değilim. Çünkü okuyanlar, içimde bir hayat bulmuşlar. Onlarla oturmuş diyalog kuruyorum. Yani sizinle konuşuyorum. Yazıyı yazarken siz içimdesiniz, okurken de ben sizin içinde. O halde nasıl yalnız kalabiliriz? Aslında “yalnız” bir insan yoktur. Zira insanın iki dünyası vardır. Bir içsel dünyası, ötekisi dışsal dünyası. İkisi de aynı kapta yer alır. Biri eksilirse diğeri artış gösterir. İçsel dünyanız büyüdükçe çevrenizdeki şeyler sizi daha az ilgilendirmeye başlar. Çünkü çevrenizdeki her şeyi içinize yerleştirmiş, onlarla içinizde istediğiniz gibi oynamaktasınızdır. Dışsal dünyanız büyüdükçe de içsel dünyanıza vakit ayıramamaya başlarsınız. Orası giderek küçülür, silikleşir, girilmesi korkutucu bir yer halini alır. O yüzden yalnız kalmak sizi acayip sıkar. Öte yandan ise içsel dünya küçüldükçe benliğinizden, BEN olmaktan bir şey kaybettiğinizi hissedersiniz. Kendinizi makinenin değersiz bir çarkı gibi hissedersiniz. İşte o zaman fark edersiniz, çevrenizde onlarca insan varken “yalnız” olduğunuzu. Çünkü sosyal olmak bir uyumdur. Her şeyden önce bir ruh uyumu. O ruh uyumunu yakalayamadığınızda herkes size yabancı gelir. Bir fotoğraf var aklımda kalmış. Bir bankta oturan yaşlı bir çift vardı. Yani yalnız değillerdi. Çevreye bakınıyorlar ama asla birbirlerine bakmıyorlardı. Dışarıdan bakan bir kimse onlara asla yalnız diyemezdi. Ancak biraz yakından baktığımızda birbirlerinden ne kadar uzak olduğunu, aslında yapayalnız kaldıklarını görürdünüz. Başka bir resimdeyse parkta tek başına oturan kişi neşeyle etrafına bakınmakta, kendi kendine sohbet etmekte, gülüp, eğlenip, düş gücünü çalıştırmaktaydı. Yalnız mıydı? Yalnız bir insan yoktur demiştim. Yoktur zira yalnızlık uçurumun kenarıdır. Oraya geldiğinizde sizi “tutacak” birisi yoksa ölüverirsiniz. Bu yüzden yoktur işte. Fakat şu da unutmamalı ki, bize içsel zenginliğimizi veren “dış dünya”, insanlık tarihi, doğadır. Sevdiklerimizi içimizde yaşatarak var ederiz. Yeni fikirler, yeni duygular, yeni aşklar, yeni bilgiler edindikçe içsel bir zenginleşme yaşadığımızı, hayal gücümüzün zenginleştiğini fark ederiz. Dış dünyayı alır, içimize hapseder, onunla oyun oynar, bozar, yeniden yapar ve böylece yeni ve bize ait olan bir şeyi geri ona sunarız. İnsanlığın tarihi bize bunu öğretir. O halde sorun içsel dünyamızla dışsal dünyamız arasında bir denge kurmakta. Birbirlerine karşıt iki güç olacaklarına, birbirlerini besleyen iki güç olmalılar. Zenginliğimizin iki yönü.
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Mikail Boz, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |