Güzel birşeyin fazlası harika olabilir -Mae West |
|
||||||||||
|
“Martılar güneşi uğurlarken yüce dağların ötesine, dalgalar geceyi çağırıyorlardı sahilin kumuyla yaşayacakları günahın şehvetinde. Martılar çığlık çığlığa dalgalarla boğuşurken kum taneleri rüzgarın titrekliğiyle savruluyordu hüzünle. Enginleri saran kızıllık bu savaşın utancını yaşıyordu besbelli.” Kalemini yavaşça masaya bıraktı. Gözlerinde geçmişin bitkinliğiyle, yarınların umutlarının kavgası hala sürmekte göz kapaklarının yanına bu savaşın izi olan kıvrımlar yavaş yavaş yerleşmekte idi. Beyazlaşan saçlarını kaşıyarak doğruldu. Denizin kokusunu çekti içine, terasının korkuluklarına ilerleyerek ve martılarla dalgaların kavgasını izleyerek. Terasının gördüğü şehrin en işlek caddesine baktı; elleriyle korkuluğu sıkıca kavrayarak. Şehir kendini tüm yorgunlukları ve kaygılarıyla geceye teklim etme telaşındayken, Şehrin orospuları sokaklara günah aşılama sevdasına düşmüştü. Kısacık etekleri, rengârenk çorapları ve uzun topuklu ayakkabılarıyla köşe başlarını tutmaya başlamışlardı. Bu kahpe pazarlıklar her daim midesini bulandırırdı. Sisteme ve sistemin getirdiği bu yospalığa ve satılmışlıklara titrek bir küfür savurdu sessizce rüzgarın duyacağı bir tınıda ve bir sigara yaktı derin derin çekti içine dumanını. Rüzgar saçlarını okşamaya başlamıştı, ettiği küfrün azizliğinde. “Neden?” dedi sesi titreyerek. Köşe başındaki kadının acıları sardı yüreğini sonra gecekondu mahallesindeki bir evde yarı aç yarı tok insanlar düştü aklına, pamuk dikenlerinin yaraladığı kınalı parmakların kokusu sardı havayı, Hiroşima’ya düşen atom bombası düşmüştü sanki hayatına. Gözlerinin önünden film şeridi gibi geçiyordu tüm dünyada yaşanan acılar. Filistin’de elindeki taşı İsrail tankına atamadan o tankın paletleri altında ezilen bir çocuğun acısı sardı bedenini.” Ben böyle küreselleşmenin…….” Dedi dişlerini sıkarak. Şehir karanlığa teslim ederken kendini, o yalnızlığıyla baş başa kalmış ve bu yalnızlığı birkaç kadeh rakıyla tatlandırmak istemişti. Yavaşça mutfağa yöneldi. Geçen zamana acımadan yavaş yavaş meze tabağını hazırlamaya başladı elinde olan imkânların dâhilinde. Servis tabağının üzerine küp küp kestiği peyniri koydu önce hemen yanına süzme yoğurt, ve bir salatalıkla yarısı çürümüş bir elmanın sağlan kalan yanını dilimledi özenle. Buzdolabından buzları çıkardı. Eve boş dolaba bakıp tatlı bir tebessüm savurdu bom boş dolabın raflarına. “Sadece buz yapma için çalıştırılır mı? bu meret” dedi kendince. Rakı kadehlerini de alarak terasa yöneldi. Elindekileri masaya bırakıp tekrar içeriye yöneldi seyrek ve yorgun adımlarla. Özenle hazırladığı CD’lerin içinden bir tanesini alıp CD çalara koydu. Hafif bir ses verdi ve elleriyle ritim tutarak terasa yöneldi. Tek amacı kafasındaki onca sorudan, geçmişin yükünden, iş ev monotonluğuyla bir kenarda bir hiç gibi kalmanın onursuzluğundan azda olsa sıyrılmaktı. Dokuz altı yollarının gölgesinde ilk yudumunu çekti ciğerlerini ısıtarak, yalnızlığıyla baş başa. Ve bir sigara daha yaktı çaresizce ve dumanında savurdu geçmişe. Yüreğindeki nasır tutmuş yaralar kanamaya başladı, gözleri doldu, içi acıdı anlamsızca. Karanlık şahit olurken bu hesaplaşmaya, gözlerinden süzülen yaşlar yanaklarını yıkamaya başlamıştı ve o çoktan geçmişine dalmıştı umarsızca. Yarım kalmış sevdaları için döktü gözyaşlarını, o yarım kalan sevdalardan sonra sevmeyi unutan yüreği için bir yudum daha aldı kadehten. Kadehi yudum yudum boşalırken içi acıyla doluyordu. Asi çağları geldi aklına, o sevdası uğruna resti çekip yaşadığı şehri terk edişi. O yolculukta, yıldızların ona eşlik edişi geldi aklına. Umut doluydu yüreği, ama ezilmişti umutları zamanın karanlığında. Hüzün düşüyordu her yıldızın üstüne ve yıldızlar kayıyordu teslim oluyorlardı karanlığa. Ya umutları? Umutları zaten umutsuzluğa gebe değimliydi? Düşleri hiçbir zaman gerçeğe yakın olmamıştı ki. Yaşadığı hayal kırıklıkları karşısında akşama kadar güler, Karanlığın buğusu sarınca şehri içten içe ağları yorgunluktan sızıncaya kadar bedeni. Masada yarım kalan yazısına baktı. Bıraktığı yerden başlamak için kavradı kalemini. Bir şeylere yeniden başlamak istiyordu, hayatını, yaşadığı şehri, işini ve hatta kendini yeniden yaratmak için. Gözlerini yıldızlara dikti. Fısıldadı yavaşça karanlıktan korkarak “ yeniden şahidim olur musunuz?” diye sordu utanarak. Bir yıldız daha teslim etti kendini karanlığa isyankâr bir aydınlık çıkararak. Sanki o yıldızdı hayatını aydınlatan, karardı dünyası içindeki öfke büyüdü yalnızlaşan hayatına bir küfür daha savurarak kelemi fırlattı, kadehini hızla içerek tazeledi. Ayağa kalktı yavaşça. Korkuluklara doğru yöneldi. Kulağında büyük insanlık takıldı iç yakan tınıyla. Yok oluyordu, tükeniyordu. Hayatına anlam veren hiç bir şey kalmamıştı. Bir sigara daha yaktı. Gözleri denizin üzerine düşen yakamoza takıldı. Ve yıllar önce bir sahilde kumların üzerinde bağlamanın umut veren tınıyla, türkülerin coşkusuyla dostlarıyla ettikleri sıcak muhabbet canlandı denizin üstünde. Çekilen halayları anımsadı ve özlemle doldu yüreği, yarının anlamsız karanlığından korkarak. Yüzlerdeki içten gülümsemelere takıldı yüzündeki yok oluş ve CAN BABA geldi aklına son sigaranın paylaşıldığı muhabbetlerin tadını en iyi anlatan bir dizeyle. “ Eğer” dedi kendince. Gözlerini giriş kapısına çevirdi. O kapının delice çalacağı inancını duyarak umutlandı birden. Kısacık bir hayale daldı, yüreğini aydınlatan umutla. “unuttu dediğin dost seni arar….” Diyecekti İlkay ve o dizelerin havaya kattığı umut eşliğinde kapı gümbür gümbür çalınacak ve içeriye dostları girecekti, ellerinde dolu dolu poşetler ve koltuklarının altındaki rakı şişeleriyle.” Geceni aydınlatmaya geldik” diyeceklerdi. Sabaha kadar güneşin doğuşuna düşman olup, kahkahalarımızla yıkacaktık karanlığı, kovacaktık üzerimizdeki bu karabasanı. Kadehler birbirine değince çıkan seslerle ölü düşlerimiz uyanacak ve umut aşılayacaktık sevdayı unutan yüreklerimize…. “Lan Allahın belası…. Şerefsizzzzz…. Git bu parayla ananı…….” Ardı arkası kesilmeyen küfürlerin gölgesinde kaldı umut dolu hayali ve siren sesleri havayı saran türkülerin tınını bastırmıştı. Köşe başında yine pazarlık kavgası yaşanıyor ve yaşadığı bunca olaya tepki göstermeyen halkın uyanmanın verdiği hınçla pencerelerden “ Kesin bu rezilliği” diye haykırıyordu.” Hay ben böyle işin…..” dedi yarı alycı bir gülümseme ile. Ekonomik krizmiş, vatan satılıyormuş, Cumhuriyet elden gidiyormuş, açılım diye diye kıçları açıkta kalıyormuş yok misyonerler kol geziyormuş, aydınlar öldürülüyor öldürülemeyenler taş duvarların ardına atılıyormuş, Sivas’ın dumanı hala tütüyormuş umurunda değil uyur bu halk, beş dakikalık zevk pazarlığı rahatsız edipte uyanınca yaygarayı basar. Lan vatan elden gidiyor ona tepki göstersene orospudan ne istiyorsun? Orospuyu orospu yapan sisteme tepkini göstersene!.... “ Sabredemedi. Bağırdı polislere. - O kadını değil, onu bu hale getirenlere… onun orada çalışmasına göz yumanlara şu lanet olası mahalleyi alın içeri!.... Bir hışımla çıktı evden polisler şaşkındı. Köşe başına koştı nefes nefese kalmıştı. Polise dönüp set bir ifade ile; - Tamam memur bey hanımefendi benimle, Polis hiddetlenerek; - Şikayet var!.... - Memur bey kadın benimle dedim!... Olur olmaz tartışmalardan sonra kadını alıp eve geldi. Kadın şaşkın şaşkın bu adama bakıyordu. Sessizce masaya oturdu ve içmeye devam etti. Sinirden titriyordu bir sigara daha yaktı. Kadı şirin görünmeye çalışan bir tavırla; - hey hadi sene!.... Kafasını çevirip kadına baktı. Kadın bu bakışlar altında ezilmiş belki ilk defa utanmıştı. Öylece kala kaldı ayakta sessizce. Kendine kızdı “keşke bakmasaydım” dedi içinden. Yerinden kalkıp mutfağa gitti iki kadeh daha çıkarıp geri geldi.Kadına dönüp; - İçer misin? Dedi. - Evet. Dedi kadın. - Gel o zaman otur. Sessizce içmeye başladılar iki ayrı dünyanın iki ayrı karakteri. Kadın şaşkınlık içinde bu adamı izliyordu. O ise çoktan düşüncelere dalmıştı, bir nefesin yanında olmasından duyduğu mutlulukla. - Adın ne? Dedi kadın. - Şevket. - Bende Nazlı. - Gerçek ismin mi? - “Evet.” Dedi kadın içtenlikle ve anlatmaya başladı yarı titrek bir sesle. - Babam, Babam koymuş bu ismi bana. Doğduktan sonra bir hafta uyutmamışım. Ağlamam hiç kesilmemiş. Aslında annem ile Sevcan koyacaklarımı adımı ama babam nüfusta kara vermiş. Bu kız çok nazlı olacak deyip adımı koyuvermiş. Annem küsmüş babama iki hafta konuşmamışlar…. - “Neden?” dedi şevket. Nazlı kesti lafını. - sorma be arkadaş. Bugün sorma. Bir insanla iki kadeh içerek insan olmanın tadını çıkara çıkara içeyim. Sen anlat ben dinleyeyim. Ama sorma insanlığımdan utandırma beni. Olmaz mı? Yaptın bi iyilik hatırlatma şu orospuluğumu!.... Sustu şevket. İçi acıdı. Yüreği sızladı. Sarıldı sigarasına. Ve başladı muhabbet kırılan umutlardan acıtan yüreklerden… Yalanlardan ve dolanlardan. Satılmışlıktan ve çarasizlikten. Kimi zaman küfürler süsledi, kimi zaman kahkahalar. Kimi zaman acılar ağlattı, kimi zaman kadehler canlandırdı ağlayan gözleri. Gecenin ayazı sararken havayı Şevket usulca ayağa kalktı. Nazlı; - Arkadaş uyuyacak mısın yoksa? Uyuma be gel güneşin doğuşunu izleyelim seninle.. Sevdim seni. Şevket gülümsedi usulca. - Yok ben üşüme diye bir şeyler getirecektim sana. - Lan arkadaş peygamber gibi adamsın be… Hava yavaşca aydınlanmaya başlamıştı. Nazlı masanın üzerindeki yazıya baktı. - Yazar mısın? - Yok ya öylesine yazıyorum. - Varmı yazdığın yazılar? Getirsene okuyayım. - Boşver… - Aman be arkadaş su koyuvermesene.. - Tamam tamam. Özenle dosyaladığı yazılardan bir kaçını getirdi Şevket. Nazlı okumaya başladı. Ama okudukça hiddetleniyor, kızıyor, ağlamamak için dişlerini sıkıyor ve arda bir küfürler savuruyordu. Nazlı gözleri dolu dolu…. - Sen nereden esinlendin bunları yazarken. - Yaşadıklarım. Dedi Şevket. - Arkadaş Kitap gibi adamsın sen ya. Sen kitap yap bunları. Şevket alaycı bir gülümseme ile. - Kim ne yapsın bunları? Güneş ilk ışıklarıyla merhaba diyordu martılara… Martılar coşkuyla kaşılıyordu güneşi. Tan yeni sarıyordu bedenleri usulca ve gökyüzü aydınlanıyordu. Karanlıklar maviliklere teslim ederken günahları. Derin bir nefes aldı Nazlı. - Yıllardır güneşin doğuşunu görmüyordum. Özlemişim.. Havayı anlamlı bir melodi sardı.” Güneş bir gün doğacak, Al bir aydınlık saracak bedenini….” Nazlı masadan kalktı. Korkuluklara yöneldi yavaş adımlarla. Gözlerini gökyüzüne çevirerek derin bir nefes aldı ve titrek bir sesle. - Arkadaş.. Umutsuzluklar sarsa da bedenini ve yaşamak tat vermese de sana. İnançların yok olsa da birer birer, gömülsen de yalnızlığın kahpe karanlığına, it gibi kaldığını hissetsen de bir köşede titreyerek ve aşık olamıyorsan bir kıza damdan düşer gibi, korkuyorsan sevdalardan anasını satayım ne bileyim işte karardıysa tüm umutların yaşamak istemiyorsan; Kaldır başını bak şu koca maviliğe… Gökyüzünde herkese yetecek umut vardır arkadaş. Benim, senin binlerce insanın. Sahibi yok işte. Benim gibi parayla satın alınamıyor… Umutların önünü kesede kara bulutlar yağmur olup düşüyor sana umutlar. Rüzgar dağıtsa da o bulutları güneş açar sonra ısıtır bedenini.Bu mavilik seni sen yapar arkadaş… Yaz arkadaş, gökyüzünü yaz bu güzelliği benimle paylaşan namusluları yaz. Beni namussuz yapan gözlerin asla göremeyeceği enginlikleri yaz. Ama ne olursun yaz be arkadaş yaz. Şevket gözlerinden akan yaşlara hâkim olamadı. Ve son kadehini de hıçkırıklara boğularak içti. Derinden yaralamıştı bu sözler onu. Ve hayatı başka görmeye başlamıştı. Masada sızıp kaldı şevket. Sabahın ilk saatlerinde Nazlı, Şevketin yanağına içten bir öpücük kondurarak elini Şevketin omzuna koyup. - Sağ ol be arkadaş.. Bana insan olduğumu yeniden öğrettin.İnsanmışsın be insan…. Şevket sıcak güneşin yüzünü okşamasıyla uyandı derin uykusundan. Yaşadıkları rüya gibiydi. Ama rüya değil gerçeğin ta kendisiydi. Bir sigara yakıp kalemine sarıldı uykulu gözlerle ve onu ünlü bir yazar yapacak olan kitabın başlığını savurdu bembeyaz sayfalara.” GÖKYÜZÜ…. Bir insanın en masum yanı” O günden sonra Nazlı hiç o köşe başında gözükmedi. Hiç uğramadı o sokağa. Şevket geceleri aradı onu delice her sokağa baktı, her köşe başına ama bulamadı. Yıllar sonra bir kitap fuarında imza gününde iki çocuklu bir kadın yaklaştı standa yanında kocasıyla. Ve kitabı Şevket’e uzatarak… - Arkadaş… Bir imzada biz alabilir miyiz? Dedi içten bir gülümseme ile. Şevket dolu dolu gözlerle baktı kadına..sanki tanrıçasına bakar gibi onu bu noktaya taşıyan gecenin onuruyla ve titreyen elleriyle yazdı kitabın baş sayfasına..” Şayet namuslu geçinenler gökyüzünü namussuz dedikleri kadar güzel görüp anlatabilselerdi; Dünya yaşanır bir hal alırdı. Saygılarınla…..” www.hamzaekiz.com
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © HAMZA EKİZ, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |