İnsanlar yalnızca yaşamın amacının mutluluk olmadığını düşünmeye başlayınca, mutluluğa ulaşabilir. -George Orwell |
|
||||||||||
|
Tarihi Rami semti. Eyüp ilçesinin tepesinde olan bu semt gerçekten tarih kokan bir yer. Bu tarihi yerde günümüze kadar kalan iki yapı mevcuttur. Tarihi Rami kışlası ve tarihi camisi hala inatla varlığını sürdürüyor. Üçüncü görünmeyen tarihi eseri ise insanlarıdır. Birbirinden renkli, farklı düşünce tarzı ve karakterlerinden oluşan topluluklar, gruplar vardır. Burada adeta küçük bir açık hava tiyatrosu oynanıyor. Bu insanları tanımak isterseniz eğer, yapmanız gereken tek şey de, ikametgahınızı buraya aldırmanız olacaktır. Sonra bu tiyatronun bir oyuncusu olursunuz doğal olarak. Yalnız tiyatro bazen açık hava tımarhanesine dönüşebilir. Elbette gülü seven dikenine katlanacaktır. Semt camisi çarşı merkezinin tam ortasında yer almaktadır. Cami avlusunun girişinde iki musalla taşı bütün heybetiyle durur. Genelde cami önünden geçen bir çok kişi bu musalla taşlarına korku ile bakar. İnancı en sağlam olan kişiler dahi bu taşın üstünde olma korkusunu bir türlü yenemez. Zavallı yaşlı ihtiyarların halini, korkusunu bir düşünsenize.. Defalarca kez hacca giden, günde beş vakit namazını kılan insanlar dahi bu taşa konmamak için Allah’a gece gündüz yalvarır, durur. Halbuki inançları doğrultusunda cennete gitme şansları varken, Allah’a kavuşmak varken üstelik sevinmeleri gereken bu insanlar niçin, neden korkar acaba.Dünyada hangi dinde olursa olsun, o dinlerin en mümin insanları dahi bu ölüm korkusunu üstlerinden atamaz. Zaten gerçekte budur. Tabiat canlıları böyle yaratmıştır. Son nefesine kadar sürün, çırpın, mücadele et ve birkaç tane de sperm yetiştir. Sonra da tabuttaki yerine geç ve taşın üstüne kon. Bu sürecin bir özelliğini de takdir etmemek de elde değil. Törenler çoğunlukla önemli devlet adamları, makam, mevki sahibi özel insanlar için düzenlenir diye düşünülebilir. Ancak istediğin kadar fakir sefil olsan da birgün senin içinde mutlaka tören düzenlenecektir. Bir cenaze töreni. Dünyada eşitliğin uygulandığı tek alan belki de burasıdır. Tarihi Rami camisinde şimdiye kadar binlerce defa cenaze törenleri düzenlenmiştir. Herkesin bildiği gibi bu törenler rahmetlinin vasıflarına, ekonomik durumuna, sosyal çevresine, statüsüne göre görkemini belirler. Zenginlerin, makam sahibi insanların cenazeleri gerçekten çok kalabalık olur. Gelen çelenklerden, insanlardan, cami avlusu dolup taşar. Siyah koyu takım elbiseli insanlar, siyah güneş gözlükleriyle bu törenlere soyluluk katar. Böyle önemli törenlerde hoca dahi gözyaşı dökerdi.Rahmetli fakirse, biraz sefil ise çoğunlukla tabutu taşıyacak adam aranırdı. Hayatı boyunca kendisini taşıyamayan bir sefil adamı öldükten sonra diğer insanlar niçin, neden taşıyacaktı. Bu sebeple olacak ki kahvehanelerden tabut taşıyacak adam aranırdı. Ya rahmetli psikopat, serseri, keş, şarapçı bir tip olsaydı eğer bu cenaze töreni nasıl olurdu acaba hiç düşündüz mü.. Hacı Eşref o gün her zaman olduğu gibi tam saatinde çarşı içerisinde dolaşmaya başlamıştı. Düzenli olarak çarşı içinden geçer, cami avlusuna gider, herhangi bir cenaze var mı diye merak içinde sorar ve tabii ki cenaze varsa bu cenazeye mutlaka katılırdı. Onun işiydi bu. Yaşı yetmişini geçmişti. Eski bir tefeci olduğu bilinirdi. Çok cimri olduğu söyleniyordu. Şimdilerde giydiği pantolon ve ceket dahi altmışlı yılların modeli ve kumaşıydı. Sayısız yamaya ve dikişlere rağmen yıllarca bu elbiseyi üstünden çıkarmamıştı. Bir teke gibi kokardı. Mal varlığı ise korkunçtu. Raminin en önemli merkezinde yerleri vardı. Trilyonu geçen serveti olmasına rağmen onu yolda görseniz eğer, mutlaka acır sadaka verirdiniz. Bir dilencinin görünüşünden hiçbir farkı yoktu. Ahşap büyük bir köşkte tek başına oturuyordu. Karısı, çocukları, damatı hemen hemen herkes onu terk etmişti. Ailesi yıllarca güç bela katlanarak onu idare etmişlerdi. Ama birgün hepsi isyan bayrağını çekmişti.. " Lanet olsun senin gibi babaya, senin gibi kocaya iblis herif" diyerek onu terk etmişlerdi. Hacı Eşref zenginliğinden ve parasından bir kuruş dahi harcamıyordu. Evini gören birkaç kişi adeta şok geçirmişti. Bin dokuz yüz otuzlu yıllardan kalma eşyaları ve mobilyaları hala kullanıyordu. Evinde teknolojinin T harfi dahi yoktu. Televizyon radyo yasaktı. Haramdı onlar. Mecburi olduğu için sadece buzdolabı kullanırdı. Sabah evden çıkmadan önce buzdolabının kapağını açar, mevcut meyve ve sebzeleri tanesine kadar sayar, sucuk, kaşar, peyniri işaretlerdi. Üstelik öyle bir hesap yapardı ki kağıt kalem kullanmazdı. Akşam döndüğünde ise dolabın kapağını açar kontrol ederdi. Eğer çocuklardan birisi bu meyve ya da sebzeyi yemişse vay haline...Sıra dayak yemeye gelirdi. Bu adamı terk etmekte geç bile kalmışlardı. Terk edilmesine hiç üzülmedi. Bilakis çok sevindi. Çünkü masraf azalmıştı. Mutfak gideri sıfıra düşmüştü. Hacı Eşref kendisini dine adadı. Kapağı camiye atmıştı artık. Cami cemaati içersinde bir grup kurmuştu. Sekiz on kişiden oluşan bu grupta lider Hacı Eşrefti. Bu grup sabahtan akşama kadar camiden ayrılmazdı. Namaz aralarındaki sürede caminin hemen bitişiğinde bulunan cami kahvehanesinde oturur dünya, ahiret ilişkilerini, felsefi konuşmaları ile tartışır, zaman geçirirdi. Her cenazeye mutlaka katılır, üstelik hep ön safları işgal ederlerdi. Sonra mezarlığa kadar cenazeye eşlik eder, birkaç kürekte toprak atıp rahatlardı bu grup. Sanki ölünün gerçekten ölüp ölmediğinden şüphe duyarlardı. Başka da zaten herhangi bir işleri yoktu. Tanıdık olsun, yabancı olsun bütün cenazelere katılmalarından dolayı olacak, semtin bazı kafirleri, komünistleri bu grupa lakap takmıştı. "Ölüm Mangası." Manga elemanları da en az onun kadar yaşlı ve zamanında en az onun kadar alavere, dalavere çevirmişti. Üstelik işlemiş olduğu günahlar ile onu aratmıyorlardı. Ölüm mangasının geçmişini semt halkının çoğunluğu çok iyi bilirdi. Hacı Eşref ve Mangası hocanın A takımıydı. Hacı Eşref musalla taşındaki meftanın kim olduğunu merakla sormuştu. İşte ne olduysa o anda oldu. Bir anda tansiyonu yükselmişti, bayılmamak için sorduğu kişinin koluna sarıldı. Hacı Eşref çok mu üzülmüştü? Kesinlikle üzülmemişti. Bu ölen sıradan bir ölü değildi. Semtin en namlı, en psikopat, sarhoş ve esrarkeşler listesinde bir numara olan serserisi Eşkıya Zafer’di ölen. Eşkıya Zafer henüz kırklı yaşlarında sayılırdı. Ölmek için henüz çok gençti, intihar etmemişti. Bir kaza da geçirmedi. Fakat yıllardır gece gündüz demeden içtiği içkiden, esrardan, haptan bakımsızlıktan dolayı vücudu bir anda iflas bayrağını çekmişti. Siroz, kanser, verem gibi hastalıkların tümünü kaparak değişik bir şekilde intihar etmişti. Ama sorun bu değildi. Zafer’in kendi vücuduna yapmış olduğu bu zarar ve ya erken ölmesi hiç kimsenin umrunda bile değildi. Aslında birçok kişi sevinmişti.Bu kısa süren yaşantısına rağmen semt esnafına, semt halkına büyük zararlar verdi. Lakabından zaten belliydi. Eski dönemlerin anadolu eşkıyalarından birisi sayılabilirdi. Zaman makinesi herhalde bir arıza yapmış olacak ki onu tutup günümüzün İstanbuluna fırlatıp atmıştı. Altmışlı yılların başında dünyaya geldi. Babası çok sert adamdı. Babası onu gıda ile, şefkat ile büyütmedi. Döverek, küfür ederek büyüttü. Aldığı eğiitimin hakkını elbette verecekti. Faturayı da tabii ki toplum ödeyecekti. Yaşadığı toplum. Yani Rami semti ve onun korkak halkı. İlkokul terk tasdiknamesini dahi ancak askere gittiği zaman alabildi. On altı yaşlarında hırçın kavgacı bir tipti. Orhan, Ferdi, Arabesk müzik onun karakterini yükseltirken, onu şekillendirdi. Askerden geldiğinde artık hazırdı. Hayat onu bekliyordu. Kahvehanelerde, meyhanelerde hayata atıldı. Buralarda kariyer yapacaktı gelecek onu bekliyordu. Ufak tefek kavgalar ile adını duyurmaya başladı. Uzun boylu olması, iri kemikli vücudu ona avantaj kazandırdı. Gerçekten kuvvetli bir adamdı. Önceleri zorunlu hallerde kavga ederdi. Yan masadan birisinin sataşması, yahut okeyde birisinin taş çalması, ya da birisinin yan bakması onun için haklı ve gerekçeli bir kavga nedeni sayılırdı. Herkeste bu gerekçeli kavgayı haklı bulurdu. Normaldi bu işler. Delikanlı adamdı Zafer. İnsanların neden bu kadar korkak olduğunu, niçin tavşan gibi ürkek yaşadığını bu dönemlerde anlamıştı Zafer. Söylentiler kulağına kadar geliyordu. "Zafer’e helal olsun, Kemal’in çenesini kırmış." "Birahanede masayı devirmiş Zafer." "Yazlık sinemadaki kavgayı Zafer çıkarmış." Söylentilere tabiki bire bir şeylerde mutlaka ekleniyordu. Pireyi deve yapan toplum kültürü Zaferi de büyük bir kabadayı haline dönüştürüyordu. Artık evden çıktığında insanların ona korku ve saygı ile baktığını görüyordu. Esnaflar bu konuda belki de en büyük sahtekar kesimdi. Kahveye girip çay içtiğinde garson ondan çay parası istemiyordu. Üstelik diğer masalardan çaylar ikram edilirdi. Meyhaneye gittiğinde hemen bir masaya davet edilirken hesap falanda istenmezdi. Berber traş eder sonra para istemez, "bu da benden olsun" derdi. Zafer gururlanıyordu, böbürleniyordu artık. Kısa bir iş hayatından sonra işi de bırakmıştı. Öyle ya niçin, neden çalışıp hamallık yapacaktı. O bir enayi değildi ki çalışsın. Semtinde bir kahramandı. Ye iç herşey bedavaydı. Zafer’in zıvanadan çıkması ve kontrolünü kaybetmesi işte bu yalakalıklardan dolayı olmuştu. Küçük semt büyük bir sahte kabadayı yetiştirmişti. Her semtte, her kasabada, her vilayette olduğu gibi. Zaman geçtikçe kavgaları, patırtıları çoğalmaya başladı. Durum o kadar enteresan bir hale gelmişti ki o bile şaşırmıştı. Bir gün manav Haydar onu yanına çağırmış, yardım talep etmişti : "Zafer koçum şu benim damadı biliyorsun, yeni evlendi, üstelik hiç çalışmıyor, yetmezmiş gibi kızı da hergün dövüyormuş. Al şu beşyüzü pezevengi güzelce bir döv, aklı başına gelsin, ama kimse duymasın olur mu?" Büyük bir mutlulukla parayı cebine koydu tabii ki, damadı da güzelce bir dövdü. İşleri artıyordu.Emekli Hilmi efendi de onu çağırmıştı: "Zafer evladım, kiracıyı bir türlü çıkartamıyorum, mahkemelik olduk hala çıkmıyor, kirayı da ödemiyor. Onu evden çıkartabilirsen söz bir kirayı sana vereceğim." diyordu. Kiracıyı da çıkartmıştı. Semtte hem serseri, hem de kanun koruyucu oldu. Bundan sonra artık zaptedilemedi. Yanında küçük bir çete dahi oluşturdu. Zaferin dünyası artık şiddet ve içki dünyası idi. Yıllar geçtikçe çevreye verdiği zarar artık bir felaket boyutuna ulaşıyordu. Esnaflardan zorla haraç alıyordu. Bakkaldan tehditle rakıyı alır, kasaptan zorla kıyma, manavdan domates biberi para vermeden alırdı. Daha sonra çilingir sofrasını kurar, çetesi ile kafayı bulurdu. Gece yarısı ise sokağa çıkıp devriye gezer, adam arayıp mutlaka birkaç kişiyi zevk için döverler, ezerlerdi. Listede ise önce kendilerine mal ve ya haraç vermeyen esnaflar olurdu. Esnaf sabah dükkanına geldiğinde vitrin camlarının tamamen kırıldığını görürdü. Esnafın aslında haline şükür etmesi gerekirdi. Çünkü feci bir dayaktan kurtulmuştu. Gözdağı alan esnaf bundan sonra ona göre davranırdı. Semtte camını kırmadığı esnaf, dağıtmadığı bir kahvehane kalmamıştı. Allah sanki bu semti cezalandırmıştı. Semt ahalisinin bir kısmı babalarının ve ya kardeşlerinin dövülmesi karşısında harekete geçip bir araya toplandı. Onu birkaç kez tongaya düşürüp güzelce dövdüler ama bu bile nafile bir çaba olmuştu. Zafer sonunda kendisine pusu kuranları tek tek avlayıp işini bitirdi.Sadece dayak atmakla zevk almıyordu, üstelik dayak yemekten daha çok zevk alıyordu. Hem sadist; hem de mazoşistti. Zafer’i yola getirmenin tek çaresi vardı, bu da onu öldürmekti. Semtte kimsenin çıkıp cinayet işlemeye ne cesareti vardı; ne de düşüncesi. Uzun yıllar hapishane de kalıp gebermek, hiç kimsenin işine gelmezdi. Semt karakolu dahi Zafer ile başedemedi. Defalarca kez karakola alınıp, haddinden fazla dövüldü ama bilmiyorlardı ki o mazoşistti bu işlemlerden zevk alıyordu. Bu adam lanetliydi ve ölmesi sayesinde semt uzun yıllardır yaşadığı zulüm ve terörden sonunda kurtulmuştu. Hacı Eşref birgün sabah namazından çıkıp evine doğru giderken arkasında yaklaşan gölgeyi farkedememişti. Gölgenin adı Zafer’di, üstelik sarhoştu. Hacı Eşref arkasına döndüğünde, onu elinde bir sopa ile gördü. Sopa hızla Hacı Eşref’in kambur sırtına indi, sadece birkaç kez. Hacı Eşref can havliyle kaçarken Zafer ise olduğu yerde durmuş gülüyordu. Bu ona bir mesajdı, istese eğer onu oracıkta öldürebilirdi. Ama ölü bir insanın kimseye faydası olmazdı. Hacı Eşref zekatını bundan sonra zafere verecekti. Hacı Eşref o kadar pinti olmasına rağmen yediği dayaktan sonra Zafer’e haftalık haracını vermeye başladı. Üstelik sahte yapmacık uydurma hareketleri ile parayı verirken zoraki gülümsüyordu. -"Aslan oğlum benim nasılsın iyi misin? Al bakayım şunu koy cebine, vallahi billahi rahmetli babanı nasıl özledim, nur içinde yatsın, hadi hoşçakal ben namaza yetişeceğim." dediğinde Zafer de aynı sahteliğe uyarak karşılık verirdi. Parayı cebine koyarken: "Sağol Eşref amca, tabi ki Allah rahmet eylesin, Allah kabul etsin." derdi. Bir yıl evvel sırtına inen iki odun darbesi unutulmuştu. Müslümanlıkta küs olmak günah sayılırdı. Bugün yapılan tören ölen kişinin bu vasıfları ve özellikleri nedeniyle çok önemliydi. Hacı Eşrefin cami avlusunda sendelenmesinin sebebi bu olaylardı. Tarihi semtte çok ilginç çok tuhaf enteresan bir cenaze kalkacaktı. Cami avlusuna girenler bir köşede dikilen kişileri görünce aynı Hacı Eşref gibi tavır aldılar. Bunlar rahmetli serseri Zafer’in çok sevdiği esrarkeş, şarapçı arkadaşlarıydı. Hepsi de hırpani kılıklı, perişan yüzlü adamlar, çok üzgün görünüyordu. Liderlerini kaybetmenin acısı yüzlerinden okunurken sanki "Batsın Bu Dünya" dercesine dikilmişlerdi. Hacı Eşref kendi adamları olan hacı çetesinin başında onlara birşeyler anlatırken, bir gözü de korku içinde Eşkıya Zafer’in çetesi üstündeydi. Ezan okunduğu sırada ahali camiye girerken Zafer’in psikopat, eskarkeş arkadaşları elleri cebinde hala aynı yerlerinde ağaç gibi dikilmişti. Muhtemelen hepsi bu sabah sayısız esrarlı sigaraları çektiğinden olacak ki sarhoş bile sayılırlardı. Cami’ye girip namaz kılmaları gerekirken, hiç umursamadan avluda durmaya devam ettiler. Namaz kılmak için abdest almak şarttı. Fakat bu adamlar değil abdest belki de haftalardır, aylardır yıkanmamışlardı. Bunların başında da bir tip vardı ki görüntüsü dahi insanı tiksindirebilirdi. Kısa boylu kalın sakallı adamın ismi semtte en az Zafer kadar bilinirdi. Tilki Selim. Elli yaşını geçmesine rağmen, onsekizindeki yaşantısını hala devam ettiren Tilki Selim evli çocuklu bir adamdı ama kendi sefilliğini doğal olarak ailesine dahi bulaştırmıştı. Selimde Zafer gibi yıllardır çalışmadan hayatını sürdürmüştü. Tabii ki Zafer gibi kaba kuvveti, cesareti olmadığından geçimini haraç alarak, korku salarak değil de milleti esnafı dolandırarak, bazen çalarak, arada bir gençlere esrar satarak sağlıyordu. Fakat bu işlerden gelen para sadece onun yemesi ve içmesine ancak yetiyordu. Bu yüzden karısı dört çocuğuna bakmak için semtte ne kadar apartman varsa o yerlerin temizliğini yapmıştı ve hala yapıyordu. Tilki Selim’in çenesi çok kuvvetliydi, doğma büyüme İstanbullu olmasının avantajlarını çok iyi kullanıyordu. Güzel kibar konuşması ile duruma göre argo kelimelerin en iyilerini bile karşısındaki insana duyurup, onun güvenini geçici olarak kazanır, daha sonra o kişiyi ne kadar kopartabilirse çarpar, dolandırırdı. Son zamanlarda semtin böyle orta yerinde, özellikle cami avlusunda görülmesi gerçekten şaşırtıcıydı. Çünkü semtte borç takmadığı, dolandırmadığı bir tek esnaf kalmamıştı. Bu nedenle her dolandırıcının yaptığı gibi gündüz kesinlikle dolaşmaz, geceleri bir yarasa gibi ortaya çıkardı. İstemeden de olsa bugün mecburen her türlü tehlikeyi göze alarak piyasaya çıkmak zorunda kalmıştı. Çünkü en yakın arkadaşının cenaze merasimi vardı, katılmasaydı bu kez son sığındığı liman olan bir grup esrarkeş ve şarapçı arkadaşını kaybedebilirdi. Tilki Selim Eşkiya Zaferi çok mu seviyordu? Belki de Hacı Eşreften daha çok ondan nefret ediyordu. Sebebi ise Zafer’in sadistliği sayılır. Selim de Zafer’den sayısız defa dayak yemişti. Üstelik yalnız Selim mi? Yanında duran yedi esrarkeş de defalarca dayak yemişti. Zaferin bir huyu vardı. Gündüzleri arkadaşlarıyla toplanıp içmeye başlardı, ilk başlangıç çok güzel olurdu. Güzel muhabbetler, şakalaşmalar gece onikilere kadar sürerdi. Herkesin kafası fazlasıyla kıyak olduktan sonra sadist ruhu piyasaya çıkardı.En ufak bir hareketi mevzu yaparak mutlaka bir iki arkadaşını oracıkta döverdi. Zafer için sorun yaratmak basitti. "Benim biradan sen mi içtin?" "Bana niye ters bakıyorsun?" İşte iki neden.Kader arkadaşları da ondan nefret etmişti. Belki de öldüğüne en çok sevinenler onlar olmuştu. Semt esnafı ve ahalisi camide namazını kılarken, Tilki Selim heyecan içersinde konuşuyordu: "Gitti be, Aslan gibi delikanlı gitti. Allahımı inkar edeyim gitti be Zafer. Bu yaşta olur mu be, adalete sığar mı bu. Yazıklar olsun, zaten hep iyiler gidermiş derler ya, olur mu bu be olur mu kadere bak." İri yarı esmer, kırk yaşlarında olan adam namı diğer yandım Salih Tilki Selim’e üzüntüyle cevap verdi: "Ya tilki, kendine hiç bakmadı. Kuru kuru içki mi içilir, o kadar ye dedik ne meyveden, ne peynirden hiç birşey yemezdi. İşte böyle oldu." Daha sonra çaresizce iki elini açıp şaşkınlığını belli etti. Diğer keşlerde bu yoruma hak veriyordu. İçki esrar mezesiz olmazdı. Yandım Salih nerdeyse gözünden yaşları zor zaptediyordu. İlginç olan ise Zafer’in en çok dövdüğü adamların en tepesinde Salih vardı. İyi arkadaştılar. Zafer yıllarca Salih’i hem sevip; hem de fazlasıyla acımadan dövmüştü. Bazı arkadaşları bu dayaklar yüzünden Zafer’den altı ay, bazen birkaç yıl uzaklaşırdı ama Salih bir gün dahi ondan kaçmamıştı. Yandım Salih dayak manyağı olmuştu. Artık o da Zafer gibi dayak yemekten zevk alıyordu. Salihte bir mazoşist olmuştu. Üzüntüsünün en büyük nedeni ise artık onu bundan sonra kim dövecekti acaba. Bunu düşünüp hüzünleniyor, kahroluyordu. İlkbaharın ortasında havalar yeni ısınıyordu. Bu sabah havanın güneşli olmasına rağmen öğle vakti birden kararmaya başladı. Esrarkeş çetesi devamlı gökyüzünü kontrol ediyordu. Yağmurun yağması böyle cenaze törenleri için zorlu olurdu. Gökyüzünü işaret eden Tilki Selim çok üzgündü.: "Aga görüyorsunuz şu Zaferdeki şanssızlığa bakın, yağmur yağdı yağacak, böyle kötü bir hava olur mu ya, peki hangi mezarlıkta gömecekler" Yeni yetme keşin birisi cevap verdi: "Abi büyük ihtimal şu Habipler hatta Arnavutköyü geçtikten sorna bir mezarlık var ya oraya götürecekler" Esrarkeş takımının suratı asıldı ve morali bozuldu. Bu mezarlık Kırklareli il sınırını yaklaşık beş kilometre geçtikten sonraki eski belediye çöplüğü şimdiki yeni belediye mezarlığı idi. Bunun üzerine azıcıkta eski solculardan birisi olan Tilki Selim isyan edercesine arkadaşlarına döndü: "Tabi anasını satayım, Zafer kardeşimizi Zincirlikuyu mezarlığına gömmezler ya, orası zenginlerin yeri paran varsa ona göre mezarlık, ulan memleketi sömüre sömüre ne hale getirdiler. Adalet mi lan bu" diye haykırdı. Bu siyasi mesajlardan hiç anlamayan keşler takımı başlarıyla onu destekledi. Çünkü aralarında en tecrübeli, en yaşlı, hayat görmüş adam, en hırsız ve tokatçı Tilki Selim’e büyük saygı gösteriyorlardı. Birisi "Abi cami dağılmaya başladı" dediğinde keş grubu hemen toparlandı. Cemaat musalla taşına doğru gelirken keş takımına kimse bakmıyordu. Cemaatin başında Hacı Eşref vardı, adamları da onu takip ediyordu. Hocanın iri yarı gövdesi kalabalığı yardı ve pehlivan endamında olan hoca Hacı Eşref’e birşeyler sordu. Hiçte tahmin edilemeyen bir kalabalık vardı ve keş takımı da onlarn arasına karışarak cenabet halleriyle safa geçti. Her zaman olduğu gibi ön sırayı Hacı Eşref’in ölüm mangası kapmıştı. Hoca tabutun başında bir süre dikilip bekledi. Çünkü devamlı insan geliyordu ve kalabalık çoğalmıştı. Genelde sevilen insanların cenazesi böyle kalabalık olurdu ama hocanın istihbaratına göre mefta çok yamuk bir adamdı. Fakat bu kalabalık neye delaletti ona şaşırmıştı hoca. Üstelik çarşı içinden koşarak gelen adamlar vardı, cenaze namazı için. Cami avlusu hınca hınç doluyordu. Saf tutanlar yolcu minübüsündeymiş gibi gittikçe sıkışıyordu. Cenazenin önemini azaltan tek şey ise hiç çelenk olmamasıydı. Tilki Selim, yandım Salih bile şaşırmış hayretle etrafına bakıyordu. Hoca biraz daha bekledikten sonra konuşmasına başladı: "Ey cemaati müslim, işte fani dünya geldik gidiyoruz, bu kardeşimizde ahirete intikal etti" diyerek konuşurken herkesin gözü tabuttaydı. Ahalinin ruh hali ve bakışları çok farklıydı. Bir beladan kurtulmanın sevinci bir yana bugünü sanki yıllardır sabırsızlıkla bekliyorlarmışçasına tabuta bakıyorlardı. Ön safta duran Hacı Eşref ise kafasını eğmiş, ellerini bağdaştırmıştı ve dişlerini gıcırdatarak bir çakal gibi yanlamasına tabuta bakıyordu. "Bu kardeşimize hakkınızı helal ediyor musunuz?" Cemaatte yükselen, uğultu, hırıltı, öksürük sesleri bu soruyu cevaplayamadığından hoca birkaç kez daha sordu. Aynı boğuk sesler anlamsız kelimeler karşısında hoca tekrar sordu. "Müminler helal ediyor musunuz?" Tam anlamı ile o kelime çıkmıyordu. Kimse helal ediyoruz diyemiyordu, zorlarına gidiyordu. Kasap Osman helal olsun diyemiyordu. Nalbur Niyazi ise değil helal etmek, belki de içinden küfür ediyordu. Yıllardır hem parası gitmiş, bir de güzel dayak yemişti. Kalabalığın çoğunluğu aynı dertten müstarip sayılırdı. Nasıl helal etsinler bu halk düşmanı, Eşkıya teröriste nasıl helal edeceklerdi? Tesadüfen cemaat içinde bulunan on, onbeş kişilik yabancı bir grupun sesi ancak çıkabildi. HELAL OLSUN...HELAL OLSUNNN... Safta duranlar, bu sesi çıkartan kişilere doğru kin ve nefretle bakışlarını gösterdi. Yüzelli yıllık tarihi camide ilk kez böyle tuhaf, enteresan bir cenaze namazı kılınıyordu. Hoca dahi meslek yaşamında böylesini görmemişti. Bu nasıl bir cenaze? Bu nasıl bir cemaat? Kalabalık sanki intikam için toplanmıştı. Aynı esnada gök gürlemeye başlayınca herkes paniğe kapıldı, uğursuzluk atmosferi daha hakimdi. Hoca hemen töreni sona erdirip Hacı Eşref’e seslendi: "Yağmur yağacak galiba, acele etsek iyi olur" Cenaze aracı bir taksi çevikliği ile hemen cami önüne geldi ve böylelikle herkes taşıma derdinden ve ızdırapından kurtulmuş oldu. Bir eski otobüste cenaze aracının arkasına yanaştı. Bazı Esnaflar artık işlerinin başına giderken, Çoğunluk otobüse bindi. Hoca da adeta makam aracına biner gibi cenaze aracının önüne oturdu. Sıra son işleme gelmişti artık. Ölüm Mangası da otobüsün ön koltuklarında yerlerini hemen aldı. Bu adamı bir an önce cehenneme göndermek için mezarlığa gitmeleri şarttı. Cenaze aracı önde, otobüs arkada iki araçlık konvoy yola çıktı. Hava öyle bir kararmıştı ki arada sırada çakan şimşekler bir korku filmini andırıyordu. Keş takımı başta olmak üzere otobüsteki semt ahalisinin ağzı sanki bantlanmıştı. Kimse bir kelime dahi konuşmazken, tek amaçları da ölüyü çukuruna hemen koyup gömmekti. Tek hedefleri buydu. Bugün onlar için kıyamet günü, intikam günüydü. Hacı Eşref içinden dua edip yalvarıyordu. Tabii meleklere değil, cehennemdeki zebanilere. Zafer’e gerekeni yapmaları için. Azrail’e teşekkür ediyor, birkaç dua da onun için okuyordu. Din düşmanı, halk düşmanı, vatan haini, Eşkıya Zafer’in konvoyundaki elli küsür insanda Hacı Eşref’in duygularını ve dualarını paylaşıyordu.
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © şenol durmuş, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |