Hayaller olmasaydı, umutlar dünde kalırdı. - Dolmuş atasözü |
|
||||||||||
|
İlkel topluluklarda “insan niçin yaşar?” sorusunun yanıtı herhalde saygı görmek ve kendisini ifade etmek için yaşar değildir. Muhtemelen beslenme, barınma, giyinme gibi temel fizyolojik gereksinimlerini karşılamak içindir. Temel sorunlarını hal etmiş insan, gizemler dünyası yarattı, doğayı ve doğada kendisi dışındaki diğer canlı cansız varlıkları taklit etti. Bu taklit insanı gizemli ritiüellere ve ordan sanatsal arayışlara itti. O gün bugündür en güzelini ve en estetik olanını yaratma çabasındaki türümüzün her bir üyesi kendine binlerce küçük dünya yaratmış ve çözümlenen-çözümlenemeyen çelişkileriyle yaşamanın anlamını en yoğun şekilde hissetmek istemiştir. En küçük bir iletişimde ya da davranışta bile iktidar olma hırsı zaman zaman ciddi felaketlere yol açmış, zaman zaman da uygarlığın gelişmesine önemli katkılar sunmuştur. Bir yandan emeğin öbür yandan da ailenin erişmiş bulunduğu gelişme aşaması toplumsal kurumlar tarafından her dönem desteklenmiş ve yeni kurallarla beslenmiştir. Aslında ahlak dedğimiz sosyal olgu da böyle bir gelişmenin güçlü olanın, iktidar olanın haklılığına zayıf olanı inandırma etkinlikleri olarak değerlendirilebilir. Gerçi bu inandırma etkinlikleri kimi zaman “tanrının güçlü olanın çözümsüzlüğünde metafizik korku ve korkutmalarla imdada yetişmesi”şeklinde gelişmesine rağmen “tanrının “hak, adalet, paylaşım, eşitlik “gibi bireylerce ihtiyaç duyulan ateşli kavramların pratiğinde hep güçlünün yanında yer aldığı akıldan çıkarılmasa yoksullar ve zayıflar için güçlünün dünyasına özenmek, onlar gibi yaşamak hayali pembe bir roman! Misali adeta tanrı tarafından hazır romantize edilip önümüze hazır yiyecek gibi sunulmuş ya da hazır giyim gibi üstümüze şekilsizliğine ve şıksızlığına rağmen giydirilmiştir. Biz bu yemeği bal diye yemiş bu elbiseyi ipek diye giyinmişiz. Zaten Janne Eyre de biz pembe roman karakterleri açısından bir benzerimiz diyerek eleştirimdeki bağlantısız girişe mantiki bir kılıf bulayım. Beni mazur görün ama yukarıdaki değerlendirmelerimin bence Jane Eyre romanıyla ilgisi vardır. Başlayalım bakalım ne derece haklıyım. Eserin ilk bölümünde küçük Janne bir türlü uslanmayan halleriyle (Bayan Reed’e göre)karşımızdadır. Halasının çocukları, yani bayan Reed’in iki nazlı kızı Elizabeht ve Georgiane’ye kıyasla ikinci sınıf yaramaz çocuk oğul John’un tüm kırıp dökmelerine rağmen ahlaksız ve iflah olmaz bir çocuktur; çünkü bir yoksulun kızı yine yoksul bir babanın ölümünden sonra bildiği tek akrabası bayan Reed’in yanında bir sığıntıdır. Sığıntı Jane için Gathesead günleri korkunç bir dönemi ifade eder. Zaten fakirlik, kibirli İngilizler için eski elbisler, az yiyecekler, ateşsiz çocuklar, kaba hareketlerden öte Tanrının güya eşit yarattığı kullarına reva gördüğü, ancak öbür dünya umutlarıyla ötelediği bir tür doğal zorunluluktur. Çocukluğunun ilk dönemlerinden itibaren Jane Eyre fakirliğin alçalma olduğuna inanmış ya da inandırılmıştır. Çocukluk dönemlerinde güçlülere karşı tavır alan, onların her türlü davranışını sorgulayan Jane Eyre büyüdükçe büyük aklını küçültme savaşına girmiştir adeta. Gateshead konağının hizmetçisi Bassie bile küçük aklın büyük sorgulamasını anlamakta zorluk çekmiştir. Bayan Reed’in yaramaz, küçük; ama büyük akıl sahibi Jane’yi başından kovma isteğinin sonucu Jane, Lowod okuluna başlatılır. Bu okulun en bilindik yanı yaramaz yoksulları ıslah etmesidir. Aslında Jane’nin aklı bu okuldan sonra küçülmeye başlar. Bronte kardeşlerden üçünün ölümü Lowod’da esere aksettirilmiştir. Lowod okulundaki tifüs salgını Jane’in en yakın arkadaşı ve okulun en bilge öğrencisi Helen’i ölüme sürüklemiştir. Bence Helen Charlotte Bronte’in ablası Maria’nın kendisidir. Charlotte Bronte erken yaşlarda üç ablasını yitirmiş bir yazar. Emily Bronte’ye göre daha Victoriacı sayılır. Neyse biz roman karakterlerimizin nasıl ıslah olup Kraliçe Vicktoria’nın fedakar ve ahlaklı kadınlara dönüştüklerini irdelemeye dönelim. Şunu unutmayalaım hiç bir eleştiri Charlotte Bronte’nin kötü yazar olduğu anlamına gelmez. Ama romanın başından sonuna kadar yoksulların yaşadığı facialar anlatılırken hatta güçlülerle aralarındaki çelişkiler dillendirilirken en ayrıntısına kadar; dönemin İngiltere’sindeki işçi hareketlerinden söz edilmemesi biraz tuhaf bir yazarlık olur. O dönem İngiltere’de ne oldu? Ekonominin değişkenleri, değişkenlerinin savaşımları edebiyatı sanatı sosyal ilişkileri nasıl etkiledi sorularının yanıtını arayalım. Aslında Jane Eyre şahsında Charlotte’nin kafasına vuralım. Temel sorunu yoksulluk ve zenginlik arasındaki çelişkilerin belirlediği bir romanın, işçilerin toplumsal yapıyı darmadağan etme eylemlerinden, dönem Avrupasındaki toplumsal çatışmaların sözünün edilmemesi bir handikap gibi duruyor. Olay kurgusunu ve roman yazma tekniklerini bu derece iyi bilen bir yazar sadce Lord Byron!u La Fontain’i okumamıştır muhtemelen... Neyi okuduğundan ziyade okuduğundan ne anladı sorusu daha gerçekçi gibi duruyor. Victoria dönemi ekonomisi aslında bir savaş ekonomisidir ki Fransız ve Osmanlı devletleriye işbirliği halinde Kırım Savaşı yapılmıştır. Muhtemelen Jane Eyre’nin ya da Charlote Bronte’nin Osmanlı halıcılığına övgüsü bu işbirliğinin bir yansımasıdır. Yine az komplovari düşünüldüğünde o dönem yazılan edebi eserlerin çoğunda özürlü çocuklar, bir köşede tanrının yeryüzüne sınamak amacıyla gönderdiği sakat çocuklar hep iyimser düşünür; aziz ya da azize olurlar. “Helen’i yıllardan beri tanırım, önceleri onun kaderinin en kötüsü olduğunu düşündüm, en sonunda onun tüm ıstırabına rağmen ne kadar mutlu olduğunu gördüm, ne kadar iyi, işe yarar ve sevilen... “ bu alıntı koca bir felsefenin bir özetidir.” Helen özürlü değil belki ama hastadır ve romanın bir yerinde "öldüğünde tanrının yanına gideceği için" mutludur. Yine 1835’de seçim hakkı isteyen işçilerin ayaklanamsı hiç mi görülemedi yazar tarafından! Bu dönemde sanayinin gelişmesiyle İngiltere’deki sınıfsal yapının yeni sahipleri burjuvalar ve proleterler olmuşken Jane’nin ne çocukluk okulunda ne de sonraki mürebbiyelik dönemlerinde bu sınıfsal yapıların kişiliklerinden söz edilmemiş olması da gülünç. sadece burjuva olanının erdemlerinden, ahlakından söz edilmesi onun üzrine roman tezinin geliştirilmesi açıkça “akıl tutulması” olarak değerlendirilebilir. Bay Rochester'in Fransa'dan evlatlık olarak getirdiği küçük yaramaz kız Adele'nin annesinin durumu az Fransız burjuvalarına yönelik eleştirel yaklaşımlar bile durumu kurtarmıyor. Çünkü İngiliz burjuvazisi yüksek nitelikelere sahiptir tezi güçlü bir şekilde eserde savunuluyor. Romantizm adına olsa bile...Kaba olan, iğrenç olan sonradan görme, sonradan üst sınıfın arasına girmiş yoksul orjinli zamane zenginleridir. Bayan Reed belki de bunu temsil eder. Victoria İngiltere’sinde din kişisel alanda olduğu kadar kamusal alanda da önemli yer tutuyordu. Öyle ki ticari hayatta, yerleşik sosyal kurumlarda din adeta bireyin yönetime karşı sorumluluk duymasının bir sonucuydu. Romanın çok ileri bölümlerinde göreceğiz ki Jane Eyre adeta Lowod Okulundaki zalim din adamlarının tüm davranışlarını unutmuş gibi yüce bir gururla! Bay Rochester’i per perişan eder. Jane Eyre rastlantı sonucu sığındığı evin delikanlı papazı Snt. John’un Hindistan gezisini de safdillikle sıradan bir ulvi görev aşkı, misyonerlik olarak değerlendiriyor. Dönemin İngiliz sömürgeciliği tanrısal bir kuvvetle ve adeletle sömürgelerden meta girişi yaptırtyor . Yine bu dönemde geleneksel centilmen İngiliz güçlüsüyyle tanrısal bir kahramanlık tipi yaratılmış yoksul kızlara eğer uslu ve ahlaklı olursanız bu güçlü erkeğe ulaşırsınız mesajı verilmiştir. İngiliz güçlüsü kadın ve erkeğin tanrıya olan sarsılmaz inancın yararcılığı üzerinde önemle durmuştur. John locke’nin, john Fowles’in o muteşem! İdeal insan ve karakter özellikleri anlaşılan Bronte’yi zirveye çıkarmış. Jane Eyre bir yetişkin olmasına rağmen ve aklında sürekli güçlü bir erkek arayışı olmasına rağmen hiç bir zaman cinsel arzuları olmamıştır. Zaten Bay Rochester sağlıklı bir erkekken ona sadece tanrısal bir saflıkla aşık olmuştur. Bedeninin hiç bir bölgesi ıslanmamıştır. Oysa burjuva aşkların feodal aşkları sollaması ıslaklıkla ilgildir. Yani burjuva bir erkek bir kadının bakışını sanırım sütbeyaz kalçalarını ovmak için beğenecektir. Kadının üremeye katkısı artık önemini yitirmiştir. Bence Jane Eyre’nin bir çıkmazı da bu...yani Charlotte Bronte’nin çıkmazı. Hem ben gibi bir erkek okuyucu kalçalarının şehveti esere yayılmış kadını merak etmesi ve görmeyince yazara saldırması kadar normal bir durum yoktur. Bunu demek benim hakkım. Cengiz MAÇOĞLU
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © CENGİZ MAÇOĞLU, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |