Işık verirseniz, karanlık kendiliğinden yitecektir. -Erasmus |
|
||||||||||
|
Kafamda bir yanma hissettim. Dokunur dokunmaz korkuyla irkildim. O anda parmaklarıyla pansumanlarımı kontrol eden kadıncağız ürkerek ellerini çekti. Hiçbir şey demeden az uzaklaştı. Alnımda şişlikler olduğunun farkına varınca, alnımın bir yarısından içime minicik bir acı sızdı. Aynı anda bağırmak istediysem de bunun gülünç olabileceğini düşünerek sessizce, başımın ucundan ayrılan kadının taranmamış gibi duran, kızıla çalan saçlarını izledim. —Ne istediniz canınızdan? Tanrı’yı gücendiriyorsunuz, ektiğiniz bir menekşenin, günün birinde sizin rızanız olmadan solma isteğini nasıl karşılardınız? Hafif gerilerek yüzümü buruşturdum: —Siz! Siz… Neler diyorsunuz? Sadece akşamdan sabaha azıcık mutlu girmek istedim. Hem yalnızdım; benim için yalnızlık Tanrı’nın huzurunda olmayla eşdeğerdir. Aramızda kimselerin sözü olmuyor. Sarhoş halimle daha doğrucuyum; bu yüzden Tanrı’ya yalan söyleme saygısızlığını kendimde bulamam. Bir zangoç kadar güvenilir olurum. Ah efendim! Neden içtiğimi soracaktınız, bunu düşünmeliydim. Ne hoş onaylıyorsunuz beni. Başınızı önünüze düşürürken omuzlarınızı görmeliydiniz... Kasımpatıları bilirsiniz, kıştan korktukları için değil, Tanrı’nın mevsim dengelerine karşı gelecek küstahlığı kendilerinde göremedikleri için kapanırlar. Kocaman çiçekleri baş kestiklerinde, gövdelerini hafif bükerler. Omuzlarınız, aynen öyle eşlik etti başınıza. Bağışlayınız efendim, çok konuştuğumu biliyorum. Ha! Nerde kalmıştım? Tamam, tamam. Tanrı’nın huzurunda sarhoştum. Ama böyle gülümserseniz dün geceyi size anlatamam ki… Şimdi daha belirgin görüyorum berrak yüzünüzü. Yatağımın bir ucuna oturun lütfen. Neredeydik? Tamam. Tanrı’nın huzurunda… Aslında akşam olunca, Nilüfer’in huzurunda olacaktım. O da kim mi? O mu? O… şey, burada olmama küçük bir sebep de o sanırım. Sebebin büyüğü kafasızlığım. Gözlerinizin karalığı da baba tarafından miras değil mi? Evet, yanılmadığımı bilmek ne güzel sevinç… Ya dudaklarınıza yerleşen gülümseme… Neyse, bunları geçelim. Televizyonlarda akşam haberleri başlamak üzereydi. En son Nilüfer’in gelecek olmasından ötürü bakmıştım saate. On sekiz otuz sularıydı. Bulvar’daki şu kilise sokağını her akşam bizim pencereden izlemelisiniz, ben de öyle yaptım. Perdeyi araladım kimsecikler yoktu. Oysa her akşam, görmek istemediğim herkes, oradan geçerdi. İşten kovulmama neden Elif karısı, tam o saatte, yüksek topuklarıyla kaldırımları şakırdata şakırdata, bütünüyle görgüsüzlük giyinmiş haliyle belirirdi. Bu akşam, erken geçmiş olmalıydı. Özür dilerim, böyle kaba konuştuğuma bakmayın. Elif dediğim sonradan görme, gülerken ısıran tiplerdendir. Önemli değil olur mu canım! İnsan dediğin az ince olmalı. Neyse, sadece bizim sokak değil ki boş olan, Bulvar Caddesi de kalabalığını terk etmiş, hoş ışıklarıyla sonsuz bir karanlığı yüklenmişti. Meğer “tezkere” görüşmeleri varmış televizyonlarda. Benim televizyon da açık, fakat sessiz, o ara radyodan şarkılar dinliyorum. Lacivert bir pijamam var, onunla asker düzeniyle odayı bir baştan diğer başa geziniyorum. Kulaklarım telefonda, mesaj sesini ne çok özlemiştim bir gelse, vayih gelmiş nebiler kadar nurlanacaktım. El savaşa girecek miyiz, girmeyecek miyiz, ikilemindeyken ben, bu yalnız sevi insanı, Nilüfer’in, gelip gelmeme kaygısındaydım. Siz hep böyle dinleyici olarak mı kalacaksınız? Herhalde, eski periler de böyle birilerini dinlerken hep sevecenlerdi, konuşacakları olur susmayı seçerler. Ama konuşmak için dudakları sanki çırpınıyordu. Küçücük, minnacık bir kirazı yiyecek kadar ağzını açtı, ağzı kiraz rengi sinmişçesine kırmızıcaydı: —Siz, hangi ildensiniz? —Doğu illerinden… —Siz, sanırım Kars’lısınız. —Aa! Nasıl bildiniz ama? —Hepimizin bir gizemi vardır. Boyunuzu eski şairler görmüş olsalardı, inanın, size Tuğba diye ad verirlerdi. Kars’lı kızlar… —Bence siz yine Tanrı’nın huzuruna dönün. Tüm bunlar, Nilüfer gelmedi diye mi oldu? —Zaten dün, çokça sıkıntılı bir gündü. Havada kıyameti aratmayan bir kargaşa vardı. Dişimin ağrısından kahvaltı edemeden hastaneye gitmek durumunda kaldım. Hastane dönüşü bütün günü evde geçirdim. Arkadaşları da sattım. Kim bilir ne küfürler etmişlerdir bana… Onların sevdası da kâğıt oynamaktı. Akşama kadar, aklımın ayarı bozulmuşçasına sağa sola sataşıp durdum. Üşümüşlüğümden olacak, kafamdan aşağı geçiremediğim kırmızı kazağımı, öfkeyle sokağa fırlattım. Aklım yelkenini almıştı bir kere, bu davranışıma sinirlenen bakkal Hayri Bey’i de yarım ağızla tersledim. Öğle sularında kardeşime telefon açmam gerekirdi onu da bugüne erteledim. Tüm bu ertelemeler, bu kaytarmalar, kızgınlıklar, Nilüfer içindi. Onu beklemek güzelceydi. Son günlerde bu kızı benim gündemime sokan ne deli dolu yaratılışıydı ne de ekşi yüzünün çekiciliğiydi. Sıra dışı konuşmaları da beni etkilememişti. Nilüfer’i sigara yudumlarken izlerseniz; dumanların arkasına gizlenmiş, ancak şiirlerde karşılaşabileceğiniz kadınların, sevaplarına günahlarına tanık olursunuz. Yaşamının yirmi iki yılcığına tonlarca sıkıntı sığdırmış. “Hiç yılmadım” diyor. “Hep kendime benzemeye çalıştım.” Sıkıntılı dönemlerinde başka arayışlara da girmiş olmasına karşın, dimdik ayakta olduğu kanısında. İnanmadım elbette. Siz inanır mıydınız? Sanmıyorum. Bakınız, yine Kasımpatı narinliğiyle yanıtladınız beni. “Deniz’leri dinledim babamdan, kısa sürdü onların hikâyesi” dediğini anımsıyorum. Deniz’in yakışıklılığı dışında başka da bir yanını değerli bulmuyor. Neler anlatıyorum size? Boş bulunmuşluğuma verin. Hangi Deniz olduğunu belirtmedim bile. Gerçekten mi biliyorsunuz? “Belki sevebilirdim onların yaşantılarını, ama o aralar erkeklerin yaşam alanlarımda yerleri, rujumdan sonra gelirdi. Hepiniz için cehennemin dibine kadar yolunuz var düşüncesindeydim. Devrimciler, kadın ilişkilerinde çok mu farklılar” diye bir soru yöneltti bana. Ben hiç kuşkusuz “elbette” dedim. Nilüfer “hadi be! Neyiniz farklı ki? Nereniz farklı…” Boşaldığınızda bir faşistten, bir dinciden, bir burjuvadan ayrı şeyleri mi yaşıyorsunuz? Cephelerde zaferden zafere koşan savaşçılar gibi bir kadını yenmenin zevki sizin ki…” Aynen böyle söylendi o olmayan beyniyle. Bakınız yine kabalaştım. Özür dilerim efendim. Şu bozuk ağzım olmasaydı, ah! Ne işler bitirirdim ya… Dershanenin birine müdür olacağım kesindi. Elif diye bahsettiğim kadına bir yığın hakaret ettim diye dershaneden kovdular beni. O ördeğin derdi de derste okuduğum bir şiirmiş. Şiiri öğrencinin biri çok beğenmiş. Sıfat tamlamalarını şiir üzerinden göstermiş. Dersten sonra hışımla benim odaya daldı. Hiç duraksamadan “siz nasıl öğrencilere böyle anarşist şiirleri öğretirsiniz” demez mi… Ben de “Tanrı’dan korkmuyorum senin ahlakından mı korkacağım” dedim. Ahlak lafımı nasıl anladı bilemiyorum şikâyet dilekçesi yazdı. Tanık olarak da kendisine askıntı çaycıyı göstermişti. Huzur bozmaktan işimden oldum. Ben zaten yirmi yedi yıl boyunca hep huzur bozuyordum. İlk annemin huzurunu bozmuştum… Sıkıldınız mı? Öyle konuşmalarına tanık oldum ki bazı anlarda bir partinin siyasi kollarında falan sanıyordum. “Bu solcuların da ayrıcalıklı liderleri, dokunulmaz generalleri, söz söylenmez tanrıları yok mu? Polis örgütleriniz, hapishaneleriniz olacaksa, neden yaşamı kendime zehir edeyim ki?” Aynen böyle söylenmişti. “Sevgili Tuna’cığım” derken, Rus romanlarının o kibar, kadın karakterleri gibi içini dökmüştü. Bu konuşmalara kadar Nilüfer, benim için gülünç, sefih, ancak bir öyküde eğlenceyle okuyabileceğim fahişe karakterli biriyken, ansızın ona haksızlık ettiğimi düşünerek, duygularımın paha biçilmez elamanı oldu. Hayır! Hayır! Beni yanlış anladınız, ona tutkun falan değildim. Tüm arkadaşlıklarımın duygusal değeri bende ağır basar. Bu düşünce değişikliğini, kendi açımdan erdem olarak yorumluyordum. O akşam, inanılmaz bir şey oldu ve Nilüfer gelmedi. Gelemeyeceğinin haberini de bana iletmemişti. Siz olsaydınız ne yapardınız Tanrı aşkına? Beyaz önlüğünüzün başka bir hemşireye bu derece yakışacağını söylememiştim. Kepinizin yuvarlak yüzünüze kattığı anlam sanat incelemesi olmaya aday. —Ben olsaydım buralara bu saatte gelmeye aday davranışlar sergilemezdim. Birilerinin güzelliklerini abarttığınızda, insanlar üzerinde kontrol gücünüzün geliştiğine mi inanıyorsunuz? —Siz beni yanlış anladınız hanımefendi. 1.Dünya Savaşını paylaşım sorunu çıkardı. Oysa bize, tarih derslerinde bir arşidük sebep olmuştur denirdi. Nilüfer, burada olmamın asıl sebebi değil, sorunun önemsiz bir parçası olmasına rağmen öyle görülüyor. 1. Dünya Savaşı dedim de lise müdürümü anımsadım. Sekiz yıl önceydi, Körfez Savaşı biteli iki yıl olmuştu. Öğretmen lisesinde okuyordum. Liseler arası bilgi yarışmasında bizim okulu temsil ediyordum. Üç kişiydik de ben en önemli üyesiydim grubun. Ben yaşantılarım içinde çoğu zaman önemliydim. Kendimi fazla seviyor olmamdan olacak; yarışmada “Çanakkale savaşının kazanılmasıyla dünyada yaşanan en önemli gelişme nedir” sorusunu anında değil, biraz düşünerek “Büyük Sovyet Devrimi” diye yanıtlamıştım. Grubun sözcüsüyüm ya, o yüzden önemliydim. Ne var bunda diyeceksiniz… Haklısınız efendim, her şey olağanmış gibi… Üç hata yapmıştım birincisi, bir devrime büyük önadını yakıştırmıştım. İkincisi, Rus yerine “Sovyet” dedim. Üçüncüsü en büyük yanlışım oldu; “devrim” sözcüğünü kullanmıştım. O sözcük, o yıla kadar yasaklıydı. Bu nedenle lise müdürümü küçük düşürdüm, pos bıyıklı, değerli bir adam, o gün tüm dostlarına rezil olmuştu. Ergani’de birkaç gün müdürün “kızıl” bir öğrencisi konuşulup durdu. Müdür, utancından haftalarca Milli Eğitim binasına uğrayamaz oldu. Bununla kalsa iyi… Sonraki günlerde bir dilekçe yazıp, benim yanıtımı doğru kabul etmelerine rağmen, bu sorunun bu biçimiyle sorulamayacağını belirttim. Devrim, Rusya’nın kendi iç koşullarıyla gelişti diye bir de makale yazmıştım. Milli eğitim, bana verdiği on bin liralık ödülü geri aldı. Zamanında “Sovyet düşmanı” ilan edilen Boris Pasternak’ın “Doktor Jivago” adlı kitabını armağan ettiler. Kitabı çok sevmiştim. Dört saatlik bir tren yolculuğunda yarıladım. Dönüşümde ise bitirdim. Çehov’u bu yarışma sayesinde öğrendim. Niye mi anlatıyorum? Bunları komiklik olsun diye Nilüfer’e anlattım, o da “sen solcusun” dedi. Melun solculara laf atarken artık “siz” diye hitap etmeye başladı. Nilüfer, gelmemişti. Dakikalar ilerledikçe kızıyor, bu zengin erkek düşkünü kıza salya sümük küfürler sıralıyordum. Eğer gelmiş olsaydı, zengin erkek düşkünü demeyecektim. Şimdi hak ettiğini düşünüyorum. Ben böyleyim işte… Çok acımasızım, bencilim. Bana, Çehov’un “Hoppa Kadını Olga İvanovna’yı” anımsattı. Yalnız bir farkla ki; ben kocası Dimov değil, metresi olduğu “ressam” olmak istiyordum. Bu kızgınlıkla kendi kendime söyleniyordum. “Sen kendini ne sanıyorsun sürtük, içindeki coşkuları açığa çıkaran benim. Tamam! Samsun’un önemli yüzlerinden biri değilim, ama senden faydalanmak da istemiyordum. Yoksa bir boşluğuna getirip… Defalarca şarap içtik, yapamaz mıydım? Görüşme önceliği, benim olmalıydı.” Kızcağıza etmediğim hakaret kalmadı. Oysa erkeklerin ne tip alçakça duyguları olduğunu, defalarca anlattım ona. Bu samimiyetimi görmek istemedi. Yalnızlığım, beni bir tür mutluluğa doğru sürüklemeye başladı. Kilise’nin karşısındaki büfeden son kalan paramla rakı almaya çıktım. Merdivenleri çıkarken başım döner gibi oldu. Hızlı adımlarla içmeye acelem varmışçasına kapıyı açtım. Sanki… Sanki unutmak isteyip de unutamadığım bir şeyler vardı beynimde. Öylesine bir köşede bırakılmışlardı… Beyazlı Peri, yumuşak elleriyle gözlerini ovuşturarak: —Kapıdan içeri girdiniz, dengeniz kayboldu ve gözleriniz açtığınızda buradaydınız öyle mi? —Hayır, asıl sorunun tam başındaydım. —Daha başında mısınız? Yan tarafta acılarıyla bekleyen başka hastalara bakacağım. Size sakinleştirici vereyim. —Ne gerek efendim, siz bu dinleme tarzınızla zaten o ilacın görevini yerine getiriyorsunuz. —Beni gururlandırdınız bey efendi. Umarım, Tanrı da sizi onurlandırır. —Aklıma Berfin’e mektup yazmak düştü. —Berfin… Ne güzel isim öyle. —İsminden de güzelce dudakları, gamzeli yanakları, sim siyah saçlarıyla benim perişanlığım, benim avuntumdu. Tanrı’nın huzurunda bu yüzden kendimi sevinçli buluyordum. Böyle yalnızlıklarda onunla, konuşur, içimi döker, sever, sevilir, sevişir, kızar, kavga ederdim. Tam yanı başımda kömür karası gözleriyle az sonra sarhoş olacak yüzüme çıldırasıya bakıyordu. Bana Prometteus’um derdi. İçirip içirip sarhoş ettirecek, üstüme gelerek ağlamamı sağlayacaktı. Sonra başımı iki eli arasına alıp tam göğsüne yaslayıp, doyacağım çoklukta beni öpecekti. Onunla adeta ruhum, bedenim özgürleşiyordu. Düşlerime girmişti yıllar sonra. Çok acı veriyordu. Ha! Mektubu şimdi hatırladım. Bir dakika zaman veriniz. Gömleğim nerde? Tamam burada. İyi de beni kim getirdi buralara? O durumdayken gelemezdim. Buldum işte mektup. Alınız lütfen! Okuyunuz! Seslice okuyunuz, neler yazdığımı pek hatırlamıyorum: “Berfin Merhaba, Ne kötü bir akşam! Böylesine hiç mutsuz olmamıştım. Yanımda sen yoksan eğer, başka hiç bir şey beni mutlu etmiyor. Kaç kez yazmak istediysem; kendime hep “ne rezil adamsın! Ne aşağılık adamsın! Hangi çekinmezlikle yazarsın, yerle bir etmek istediğin birini ne diye sorarsın ki?” diye sordum. Sence de bu adilik değil mi? Son telefon konuşmamızı anımsar mısın? “Seni adi, şerefsiz… Neler vermedim ki sana? Ne istedin bizden?” Ve o sonu gelmezmiş gibi uzayıp giden çığlıkların… Ne bileyim, ellerimin bir işe yaradığını sana dokununca anlamıştım sinemalar sokağında. Nasıl anlatsam, sözcükler yetersiz, seni birinin kollarında düşünmek korkunçluğu mu, incecik, limon dilimine benzeyen dudağının kıyısında, seni ben gibi öpme arzusunda bir herifin sana kocalığını mı, yoksa karşımda görsem bir an bile düşünmeden öldüresim gelir dediğim adamın senin sevme gerçeği mi? Daha ne sorular… ne çıkmazlar… Berfin, gözümün nuru, anlayacağın bir roman okuduğumda ya da bir başıma bir şiir seslendirdiğimde yüksek sesle delirmiyorum. Seni artık sığdıramıyorum bir metne veya bir dizeye. Sanırım beni sevme yeteneğini kaybettin, bir olasılık ki sevmezliğin ötesinde aşağılıkça buluyorsun beni. Geçen yaz İstanbul’ gittim. Sultanahmet’te bir çay bahçesi vardı ya; hani, bir polis kovalamacası sonrası sığındığımız yer… Orada seni aradım tüm coşkumla. Bir de S. Faik’i… Seni aradığımı yazar bir dergiye diye… Su örneği bir kalabalıktan gölgelerini bıraka bıraka akıp giden boyundan söz eder de… Onlarcası geçti de seni çağrıştıracak birinden eser görünmedi. Alman turistlere rehberlik hizmetleri veren kızın gülüşüne yanağından bir çizgi vermişsin, ama onun da kalbinde sanki az sonra hizmetinin karşılığını alma hesabı yatıyor gibiydi. Benim nedenlerimi nereye koyuyorsun? Haklısın sana bekletmekten, acıdan başka bir şey de veremedim. Anneni memnun edemediğim için hala pişman değilim. Tıpkı seni sevdiğimden duymadığım gibi… Ben nelere pişman olmadım ki… Yıllardır kimse, bana sen gibi bakmıyor! Çok şey geçiyor içimden çok! Yazarken ifade edemiyorum. Konuşmak istiyorum. Esasında, beni anlayacağını umaraktan konuşmak istiyorum. Berfin, bir tanem! Ben, galiba bittim. Yeryüzünde olmanın bile fazlalık olduğunu düşünmeden edemiyorum. Sanırım tüm tutkularımı yitirdim. Tükettim aşklarımı, dostlarımı, kardeşlerimi, davamı… Öyle görülüyor ki zamanla yarışıyorum. Sözgelimi, gece yürürken ansızın, deli bir merminin kafama saplanacağından ürküyorum. Arkama dönüp bakasım geliyor, tanıdık bir ses, korkaklığımdan olacak, eski arkadaşlarımdan birinin sesine benzetiyorum. Unutmuş gibi yapıp, banyoda şofbenden sızan gazla ciğerlerimin parçalandığını gözümün önüne getiriyorum. Ya da dostum Anıl’ı arayıp “ güle güle Anıl, vakit tamam” diyesim geliyor. Öyle ya; Anıl şiiri çok seviyor. Bende gönlü kalmasın diye bir şair gibi vedalaşmak istiyorum. Bence en güzeli seni arama korkusuzluğunu gösterip “Berfin, beni bir aslanın kafese tıkılmış haliyle anla, seni kocaman sevmiştim” yakarışıyla birlikte önümdeki rakının zehirlendiğini bile bile “son” içimimi yapmalı… Görkemli bir romanın kahramanı gibi küsüp gitmek var şu yıldız alacasına boyanmış gökyüzüne… Az ileride dalga dalga böğüren denize, şu sokakların sarhoşlarına, gün ortası slogan atan solcu gençlere, yan dairedeki çığlık çığlığa sevişen delilere, en sevdiğim şehirlere… İzmir’e… Bu kenti sen yaşadın diye sevmiştim. İstanbul’a… Günün birinde uğrarsan bu kente, Gülhane’deki cevizin dibinde arama beni. Nazım’dan sonra orası açığa çıktı. Sen yine de Sultanahmet’teki “Havuzbaşı”ında beni ara. Tramvayın pencere kenarında, seni süzen bir çift göz olacaktır… Paris’e… Havana’ya… Koşulların olgunlaşırsa Havana’ya uğramayı son arzum olarak gerçekleştir. Castro’ya bir döneğin saygısını sunarsın. Bunu mutlaka yap. Yapamadığım o kadar çok şey var ki… Alçakça yaşama duygularımdı, beni bu gece Tanrı’nın huzurunda huzursuzluğa iten nedenler. Seni sevmiştim… Çok sevmiştim… Büyük sevmiştim… Nefretim de, intikamım da büyük oldu. Her şey gönlünce olsun… Bu arada; Kuşadası’ndaki telefon olayından ben sorumlu değilim. Gelen bir telefonu yanıtladım. Kimseyi aramadım.” —Ama siz… Siz… —Düşündüğünüz gibi değil. Aklımdan geçmiyordu değil. Zaten cesaret edemezdim de… Mektubu yazıp cebime koydum. Kapı “tak… tak” vuruldu. Rakının kokusu sinmişti bardağa, son yudumu da alınca, midemin dışıma akacağını sezdim adeta. Kapıya yöneldim, sürgüyü gevşetir gevşetmez, bir yüz belirdi, ama seçemiyordum, erkek mi, kadın mı, belirsiz bir sima. Bir şeyler mırıldanıyordu anlamadım. Zaten anlamama imkân yoktu. Beni kim getirdi? Burası acil servis mi? —Sizi gece yarısı bir hanımefendi getirmiş. Nilüfer dediğiniz sanırım. Bir ara telefon açmış size gelememe nedenini söyleyecekmiş ki, sarhoş halinizle bu mektuptan birkaç satır okumuş olmalısınız; zehirden söz etmişsiniz. Kızcağız, koştura koştura gelmiş, kapıyı aceleyle açınca başınızı çarpmışsınız. O, gitti. Eşi yoldaymış. Budalaca hemşire hanımı dinledim. En son kapıdan çıkmak üzereyken, “bence siz bir psikologa görünün” diye bir öğütte bulundu. Bense, bir hemşireyi bile delirtecek düşüncelerimle baş başa, sakinleştiricinin etkisiyle uyumak istedim.
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © CENGİZ MAÇOĞLU, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |