..E-posta: Şifre:
İzEdebiyat'a Üye Ol
Sıkça Sorulanlar
Şifrenizi mi unuttunuz?..
"Yumuşak olma ezilirsin, sert olma kırılırsın." -Victor Hugo
şiir
öykü
roman
deneme
eleştiri
inceleme
bilimsel
yazarlar
Anasayfa
Son Eklenenler
Forumlar
Üyelik
Yazar Katılımı
Yazar Kütüphaneleri



Şu Anda Ne Yazıyorsunuz?
İnternet ve Yazarlık
Yazarlık Kaynakları
Yazma Süreci
İlk Roman
Kitap Yayınlatmak
Yeni Bir Dünya Düşlemek
Niçin Yazıyorum?
Yazarlar Hakkında Her Şey
Ben Bir Yazarım!
Şu An Ne Okuyorsunuz?
Tüm başlıklar  


 


 

 




Arama Motoru

İzEdebiyat > Öykü > İronik > CENGİZ MAÇOĞLU




17 Eylül 2007
Kertenkele ve Ben  
sakın sevgiden de olsa sevgilinizin herhangi bir özelliğini kurbağanınkileriyle kıyaslamayın...

CENGİZ MAÇOĞLU


Nezihe’nin elindeki çay ile ön dişlerine tutunmuş, iyi piştiği kızarıklığından anlaşılan poğaça dikkatimi çekerdi. Her keresinde alaylı halimin işbirlikçisi hınzır gülüşümle: —Bakınız, derdim. Böyle giderse öbür dünyaya götüreceğiniz tek sermayenizin, kalçalarınız ve göbeğiniz olacağına dair bahse girerim. Ama siz yine de unutmamam için bana miras olarak, hep böyle gülümseyen gözlerinizi bırakın.


:CDFE:
KERTENKELE VE BEN
O zamanlar, artık yaşamımın ilk dönemecini geride bırakmıştım. İlk duyduğunda herkesin beni bir çırpıda boğacağı nedenlerden dolayı fakülte eğitimimi yarıda kesmiştim. Uzun yıllar sonra, büyük bir hevese kapılarak tekrar sınava girip, çokça sevdiğim edebiyat bölümüne geri döndüm. Aslında Samsun’da olmanın zevkiydi beni buralara getiren. Bir zaman sonra, bu şehrin bir eksikliğini fark ettim. Romanlara ve öykülere çok az girmiş bu kentin bence Sait Faik gibi sahipleri olmalıydı. Öyle ya! Bana göre sanatçılar, yaşadıkları yerlerin sahipleriydi. Bu son veciz sözü yetenekli ama oldukça ünsüz hocalarımdan biri kafama sokmuştu. Öğrencilerinin çalışmasına gözlerini büyüterek bakışı, çalışma odasını öğrencilerinin hizmetine sokuşu, sanki kendi kendisine konuşuyormuşçasına “insan kendine uyanmalı… İnsan doğaya uyanmalı… Sanatçı, doğaya biçim vermeli…” gibisinden kesin yargılarıyla, bir doçentten beklenen kavratıcılığı tam anlamıyla benimsemiş olan bir öğretmenden dersler alıyordum. O da neden yardımcı doçentlikten üste çıkamadığını kendince, sık sık bana açıklardı. “Bilim dışındaki işlerde ipim olmaz yavrum, ben, bilim tarikatındanım da ondan… Üç defa başvurdum olmadı, sonunda unvan peşinden koşturmamayı öğrendim.” Her dersin başında ve sonunda; “insan yaratılanların en şereflisidir ki meleklerden ona secde etmeleri istenmiştir. Doğu edebiyatı; insanı insanla, insanı çevreyle, insanı doğayla uyumlu biçime getirme amacındadır. Batı edebiyatında ise insanın çatışmalarını görürsünüz,” türünden değerlendirmelerini yapar, arkasından vestiyerden ceketini giyinir, upuzun boyuyla koridor gürültüleri arasında, adımlarını saya saya çay içmeye inerdi. Bazı günler, odasında çay yapar ve beni de çağırırdı. Derste edemediğim itirazları çay içerken ederdim. “Genelde doğunun insanı kaderci olarak çizilmiştir edebiyatta… Dünyayı değiştirmek isteyenleri de biz, ya asi ya da beş para etmez cinsinden laflarla geçiştiriyoruz.” Rasim hocam, bu söylediklerimin arkasından derin bir iç çekerek: “İnsanın insana egemen olma hırsı çok eskidir. Uyum, dünyamızı yaşanılabilir duruma getirmektir. Bu yüzden diyorum memleketleri sanatçı kişilikler yönetmelidir diye” Bırakılsa, Yunanistan’a yüzbinlerce asker gönderecek profesörlerin yanında Rasim hoca, fakültenin ender aydınlarındandı.
Kantinler, yaşamı boyunca türkü tadında türkü dinlememiş, şiir tadında şiir okumamış tiplerle doluydu. Bu tipler, hala evvelki yüzyılın başında yaşarlardı. Başlarında fesleri yoktu, ama beyinlerinde bir sorun olduğu kesindi. Bilmem, belki de İblis, şu güzelim doğayı ve doğanın efendisi insanın varolma nedenlerini görmemeleri için gözlerine kapkara bir perde çekmişti. Perde konusunda Tanrı’yı suçlayamam. O, en onurlu varlık olarak yeryüzüne gönderdiği kullarına bunu yaraşık görmez. Karacaoğlan’a “sapık ozan”, Pir Sultan’a “anarşist, uşak ozan” diyenler mi dersiniz, Yunus’u günümüzün Amerikancı cemaat liderlerine benzetenler mi dersiniz… Ya Ruhi Su için “yabancı bir kadın sanatçı” diyen kırk kişilik bir sınıfın otuz dokuzuna ne demeli… Kırkıncı kişi bendim efendim. Bu konuda yalan söylüyor diyenler için Fuat Hoca’yı tanık gösterebilirim. Böyle öğrencilerin bulunduğu, ormanlar içindeki fakülte binasına her gün keyifle çıkar, akşam, sıkıcı bir halde eve geri dönerdim.
Ankara Yolu’nun hemen başlangıcındaki evlerin birinde oturuyordum. Bahçemizin aşağı tarafında küçük bir dere… Dereyi sağlı sollu çeviren evler… Yattığım odayı kahvaltı salonu, sigara salonu, mutfak bölümü –mutfağımız olmasına rağmen bunu yapmaktan nefret ederdim- olarak da kullanıyordum. Küçük ekran, kumandasız cinslerden bir televizyonum bir de birkaç kitabım vardı. Hafta sonları hariç, zeytin tabağını, haşlanmış yumurta kabuklarını, peynir poşetlerini, çay demliklerini topladığımı hatırlamıyorum. Öylece bırakırdım. Okul dönüşü akşam yemeğini de yer sonra toplarım diye düşünüyordum. Mayıs ayından itibaren dereden gelen kurbağa vak vak vaklarını hoşnutlukla dinlerdim. Kurbağaları çok seviyordum sevmesine de bende kötü bir anısı vardı bu kurbağa olayının. Sevgililerimden birinin duruşunu kurbağaya benzetmiştim de sonrasında benimle bir daha görüşmedi. Ömrü süresince görüşmeyeceğini bir arkadaşım aracılığıyla öğrenmiştim. Bir gün, evden çıkmak üzereyken buzdolabına bakmak geldi aklıma. Dereden kulağımı tırmalayan kurbağa viyaklamaları bu sabah, gürültülü ama sanki üzüntülü çıkıyordu. Kafamı sol elimle kaşırken, annemin telefondaki ısrarlarından olsa gerek, bir yemek kaşığı kadar pekmezi içmeyi unuttuğumu fark ettim. “Bir faydası olur mu?” dememe kalmadan bir görevmiş gibi, önce hoşlukla koklayıp sonra şekerli de olsa insanın damağına acımsı bir tat bırakan dut pekmezinden bir kaşık yutmak zorunda kaldım. Nedense son günlerdeki alışkanlıklarımı görev gibi algılıyordum. Fakültede üç aydır sohbet ettiğim kızla görüşmem de bu görevlerdendi. O kadar ciddiyetle yapıyordum ki, bundan para kazancımın olduğuna inanmaya başlamıştım. Nezihe’nin belirginleşen göbeği hamilelikten değildi. Giderek şişkinliği pantolonlarına vuran kalçaları da… Ne hikmetse her sabah ilk karşılaşmalarımızda, Nezihe’nin elindeki çay ile ön dişlerine tutunmuş, iyi piştiği kızarıklığından anlaşılan poğaça dikkatimi çekerdi. Her keresinde alaylı halimin işbirlikçisi hınzır gülüşümle:
—Bakınız, derdim. Böyle giderse öbür dünyaya götüreceğiniz tek sermayenizin, kalçalarınız ve göbeğiniz olacağına dair bahse girerim. Ama siz yine de unutmamam için bana miras olarak, hep böyle gülümseyen gözlerinizi bırakın.
Nezihe’nin broş parlaklığında sıralı dişleri, yüzünün iki yanına saflıkla oturan pembemsi yanakları, vücudundaki kilo fazlalıklarına inat tüm güzelliğini ele veriyordu. Memnuniyetle karışık kaba bir sezdirmeyle:
—Sermaye sözcüğünü kullandın ya bunun bir taşlama olacağı kuşkusunu taşıyorum. Ah bu senin düşüncende olanlar! Ah! Sizinle aynı tellerde yaşamıyoruz. Bu insanlar için mi düşüneceğim be! Ölümden öte uçsuz bir sonsuzluk. O halde ne diye özgürlüğümüzün canına okuyalım ki… Ardından Nezihe’nin başı yana düşer kahkaha atarak güler, akşamdan kalma yurt yaşantılarını öykücü ciddiyetiyle anlatırdı. “Kızı görecen, kaltağın teki, bir tek Ramazan’da kapatır apış arasını, kalkar bana ablalık yapar. Ama sıfatını göreceksin Selim’ciğim! Ben bununla bir yıldır aynı odayı paylaşırım, her gün biraz daha o Darvin denen herife inanmaya başladım. Tamam, babam Yukarıdakine inanmıyor ama bu inançsızlık genetik değil ya. Bana ne dese iyi? Geç saatlerde işim neymiş dışarılarda… Vay efendim, öğrenci sorumluluklarımızı bilmeliymişiz, sana ne ablam! Sana ne! Bana girenle senin ne işin var? Vs… Vs…” Ben dinler, dinler, dinlerdim. İyi bir dinleyici sayılırdım. Kaş, göz hareketlerimle arkadaşımı onaylamam bazen tuhaf olurdu. O, buna aldırış etmezdi. Fakültedeki arkadaşlarla konuşmalarımda ciddiye aldığım biriyse, sürekli eleştirel davranırdım, yok şu İngilizce bölümündeki Pınar gibilerinden biriyse, övgüler dizer karşımdakinin kibirlenmesini sağlardım. Pınar, bu alçak yanımı hiç sezmedi. Daha doğrusu sezemedi. Bu durumda Pınar, tüm gülünç, acınacak yanlarını bir bir ortaya dökerdi, ben de komedi izlercesine bir hoş olurdum. Pınar, kendisini kaptırdıkça ezginleşiyordu. Her Salı akşamı, sahte terapisti yakalar dertleşirdi. Terapist bendim, sahtekârlığım ise kuşkulu. İşte bu sabah evden çıkarken pekmezin o acımsı tadından sonra Salı günü olduğunu anımsadım. Yoksa “Tiyatro ve Canlandırma” dersine yetiştireceğim metin çözümleme notlarımı bile unutmuştum. “Sürtük, kertenkele suratlı” dedim kendi kendime. “Ne diye o adamın yatağına girdin ki? O, Ümit olacak puştla her haltı yersin, sonrasında neymiş efendim, tüm yaşantılarımı felce uğrattı, otobüs durağında yeni sevgilisine yalvarırken görülmüş, yok mutsuzluğumu o perçinledi.” Söylendikçe kızgınlaşır, sonu ağlamakla biten buruk bir sohbete dönüşürdü diyalogumuz. “Yok efendim! Yok! Artık, senin o saçma konularını çekemem, Çehov’u okumak, beni daha neşelendiriyor.” Pınar’ın gözleri, kertenkeleninki gibi dışa doğru patlaktı. Hamile kalmış kertenkelenin yürüyüşü neyse Pınar’ınki de öyle. Kızın hamile halini düşünemiyordum. En son kantinde görüştüğümüzde ağlama seremonisi biter bitmez daha duygulu bir biçimde ve daha içten bir sesle: “Ondan hamile kaldım, buna yanmıyorum, bu, benim hatamdı. Kürtaja bir gün daha geç gitseymişim kanımdaki zehirlenme büsbütün bedenime yayılacak ve beni dinleyen bu güzel dostumla burada olamayacaktım.” Hemen bu lafların arkasından: “Geçenlerde bir arkadaşımla karşılaşmış mağazaların birinde, hani senin şu faşist suratlı karı, dediğin arkadaşım var ya o işte! Ona birlikte olmayı teklif etmiş. Bana en güzel hediyesi çiçek desenli bir iç çamaşırı olmuştu.” Ve son kelimesinde aklıma aynen kertenkele benzetmesi düştü.
Çocukluğumda yılanlara duyduğum tepkiden –korkudan- olacak karşılaştığım her kertenkeleyi öldürürdüm. Köyümün dağında, bayırında aradığım bu sürüngenleri, önce öldürür, hemen arkasında ince, kuru otların saplarını gözlerinden geçirerek, ağaca asmak gibi aşağılıkça fantezilerim vardı. İşin en kötü yanı, bu anlardan sonra eski çağlarda yaşamam gerektiğine kendimi inandırırdım. Şimdi, anımsadığımda gülerekten: “Eğer eski devirlerde sürüngenleri bu derece gaddarlıkla öldürmüş olaydım, günümüze mitlerin önemli bir kahramanı olarak gelecektim.” Psikologun birine bu durumu aktarmıştım. Psikolog olacak koca kulaklı adam bana nedenlerini sorduğunda: “ Bizim oralarda yaşlılar, kertenkeleler için, yılanların anneleridir derler. Yılanlardan korktuğum için, hıncımı o çirkin ayaklılardan alırdım. Lise dönemlerimde bir tek yılanların üreme olayından emindim. Yaşamım süresince bildiğim en net yanlış bu olacaktı. Belgesellerden fark ettim ki, bu çirkin suratlılar yine kendilerine benzer yaratıklar doğuruyorlarmış. Psikolog, heyecanla kişilik bulgularıma ulaşmış, sürüngen karşıtı bu adamın affedilemez yaşantılarını olumlu bir özellik olarak belirlemişti. Şu nedenle ki; haksızlığın kaynağına inecek kadar adilmişim. İşte bu son cümle, kendimle övünmek için yetiyordu. Bazen Kastro ben olmalıymışım diye içimden geçirir gibi oluyorum. Ah zavallı Kastro! Bu gerçeği bilseydi beni ne yapardı. Herhalde, kertenkelelerin sonu gibi hazin bir son, bekliyor olacaktı beni. Adalet kavramıyla bütünleşmiş bir Hz. Selim vardı artık Samsun’da… Ben bir ilahtım kendim için!
Tam buzdolabının kapısını örtüp evden çıkacaktım ki, keskin bir dönüşle çok amaçlı odamın kapısını aralayıp, unuttuğum notları bir çırpıda alıverdim. Beyaz, plastik masanın üzeri öylece dağınık biçimde, “hadi beni toplama zamanı” diye yalvarırcasına bakındı. Dün, aldığım memleketimizin güzide patronlarından birinin gazetesini masa örtüsü diye kullanmıştım. Halkın gazetesi, olmuştu çöp gazetesi. Memlekete hastalık, bunlardan bulaşıyordu. Bir an bile masayı ciddiyete almadan kapıyı sertçe örttüm. “Akşamın nesi var, okul dönüşü düzenlerim ortalığı” dedim kendime. “Ah! Şu gazeteler yok mu? O, üçüncü sayfa yazarını geçsek, okunacak bir adam bulamazsın. Bir kerelik masa örtüleri, kondomlar bile bunlardan iyi iş görürler. Sizi pis sürüngen gazeteciler! Kertenkele suratlı patronlar! Bunca olanağı, böyle abuk subuk gazeteler için mi harcıyorsunuz? Moloz yığını okuyuculara ne demeli?” Ağız dolusu sövgülerle dış kapıya tutununca, kalın, horultulu bir ses gerilimimi iyice tırmandırdı. Keratayı bir yerlerden bulup, ayakkabılarımı, ayağıma düzgünce geçirmek için eğildim. Önce, kalın burnum göründü, kirpiklerimi kaldıraraktan karşı apartmanın balkonuna takıldım. Yere indirdiğim kitaplarımı almak üzereyken bir de ne göreyim! Olağan dışı şeyler oluyordu! Kediye bakar mısın? Kıç tarafıyla yere çökmüş, ön ayaklarıyla avına tutunmuş cırlayarak, önündeki her neyse, yumuşak etlerini lime lime ederekten midesine indiriyor. Bu cırlayış, mutluluktandı. Ciğerci kedisi kibiri okunuyordu gözlerinden. Öyle olmazsa kükrerdi. Bendeniz, avcıyı izleyen kurnaz bir hayvan gibi bakakaldım. Neyle karşılaştığımı anlamamış, çaresizlik içerisindeydim. “Olamaz” dedim. Dönüp hızla buzdolabını açmak istedim. Eğer, kedinin önündeki, dün yüklüce sayılabilecek paralarla aldığım balıklardan biri olmuş olsaydı, kedinin geleceği, o meşhur kertenkelelerden farklı olmayacaktı. Bunun için, iki metre mesafedeki tahta kalasa atılmam yeterliydi. Ardından ölü kedi, en iyi kedidir deyip, boğazına bir ip geçirip ev sahibesi yaşlı kadının beslediği diğer altı kediye ders olsun diye evin bahçesindeki incir ağacına asacaktım. Belki ev sahibine değil, ama diğer kedilere eski bir devrimcinin dolabından bir dirhem etin dahi gasp edilemeyeceğini öğretmiş olacaktım. Bu, şikâyet konusu olacaktı. Tüm televizyonlar, yılın psikopatını gümbür gümbür haberlere çıkaracaklardı. Bazı kaçık kadınlar, beni savunacaklardı, filmin birinde zor durumda kalan sevimli bir katili oynayacaktım. Evim, bir müzeye çevrilip seneler sonra açık artırmayla satılacaktı, evde yapılan kazılardan neye, kime ait olduğu anlaşılmayan kemik yığınları bulunacaktı. Zekinin biri, sırlarımı deşifre edip adıma din hizmeti verecekti. Buraya kadar çok esrarlıca bir öykü oldu. Oysa bunların hiç biri olmadı, olmazdı da… Kedi de iyi niyetli olunca, önündekinin kurbağa olduğunu söyledi bana… Gerçi, bu kediyi az Rum kedilerine benzetiyordum. Ayrıca, konuşmalarımızın birinde Pınar anne tarafının Rum olduğunu söylemişti. Asil bir Rum ailesinin torunuydu. Beni ilgilendirmiyor. Fena halde haritamıza benzeyen kurbağaların birini işgal etmişti. Kuvvet komutanı profesörümüz, bir makale de bu kurbağa için yazar. Çünkü kurbağanın karakteristik niteliklerinden biri olan sıçrama özelliği, bağımsızlığına düşkün olduğunu gösteriyor. Ancak bağımsız karakterli kurbağalar Türk olabilirler. Neyse işin bu tarafı garip bir siyaset… Biz dönelim kedimize. İşte bende böyle düşünüyorken, dere civarından bağırtılar geldiğini duydum. Öne iki büklüm oluvermiştim ya, hala öyleyim, efsane kediyi düşmanca gözlüyordum. Kedi, bir yandan eti çekiştiriyor afiyetle, diğer yandan sol gözüyle beni taciz ediyordu. Bu arada, ses yoğunluğu iyiden iyiye belirginleşti. Derinden ve çok uzaklardan geliyormuş gibi duyulan gürültüler, gittikçe yakınlaşıyordu. Önde bir tek tok ses, gerisinden koca bir gürültü… Anlaşılmaz, kesik, ama öfkeli vurgularla çıkarılan bağırışlar beni ürkütmeye yetti de arttı bile… Biraz daha ötelerden bir başka gürültü… Birkaç sokak ileride havada iz bırakan yoğunlukta başka sesler… Bir kâbus olmalıydı. Nihayet, tüm Samsun, deniz yönünden hava boşluğuna baskınlar düzenleyen seslerle, vadilerden yankı olup iç taraflara doğru yol alıyordu. Kedi, ön pençeleriyle tuttuğu avını bırakma niyetinde değildi. Hemen az ötedeki çalılıktan bağıran, ön ayaklarından birini havaya kaldırmış bir kurbağa gözüktü. Bir tanesi daha… Biri daha… Bir kaçı daha belirdi… Gerilerden binlercesi… Ben, ellerimi kaldırıp teslim olmak üzereyken kulaklarımın yırtılacağını sandım. Kedi mi? Bilemiyorum, gerçekten bilmiyorum ne olduğunu! İsyancı kurbağalara sormak gerekir.



Söyleyeceklerim var!

Bu yazıda yazanlara katılıyor musunuz? Eklemek istediğiniz bir şey var mı? Katılmadığınız, beğenmediğiniz ya da düzeltilmesi gerekiyor diye düşündüğünüz bilgiler mi içeriyor?

Yazıları yorumlayabilmek için üye olmalısınız. Neden mi? İnanıyoruz ki, yüreklerini ve düşüncelerini çekinmeden okurlarına açan yazarlarımız, yazıları hakkında fikir yürütenlerle istediklerinde diyaloğa geçebilmeliler.

Daha önceden kayıt olduysanız, burayı tıklayın.


 


İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.


Yazarın öykü ana kümesinde bulunan diğer yazıları...
Samatya'da Ay Işığı Cinayeti
Tanrının Huzurunda
Gebze'de Bedava Bir Gün
Çiğ Gözlünün Yanında
Aj (L) Anın Karmaşası

Yazarın diğer ana kümelerde yazmış olduğu yazılar...
Sosyal İlişkilerde Akıl Tutulması ve "Jeanne" Eyre... [Roman]
2 Yazı [Deneme]
Dostoyevski'nin Sosyal Gerçekçiliği [Eleştiri]
Zayıf Tel Kompleksi ve Fatih Altaylı Gazeteciliği [Eleştiri]
Bir Seçim Masalı ve Mızıkacı Hafifliği; Dtp"nin İflas Ettirdiği Gazetecilik ve Siyasetçilik [Eleştiri]
Diyarbakır Mızıkacıları [Bilimsel]


CENGİZ MAÇOĞLU kimdir?

Bir yayınevinde eğitim yayınları editörlüğü ve çocuk edebiyatı yayınları danışman editörlüğü yapıyorum.

Etkilendiği Yazarlar:
çehov, gogol, nazım hikmet, nevzat çelik, emma goldman, bakunin, orhan veli kanık, cemal süreya ve daha niceleri...


yazardan son gelenler

 




| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık

| Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi |

Custom & Premade Book Covers
Book Cover Zone
Premade Book Covers

İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim Yapım, 2024 | © CENGİZ MAÇOĞLU, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır.
Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz.