Yaşam kısa, sanat uzun, fırsat aceleci, deney aldatıcıdır. -Hippokrates |
|
||||||||||
|
Hedef ülke Türkiye; hedef bölge Antalya... Ağustos başında; bir battal boy çuval dolusu (!) “avro”yu tatilimizi organize eden kuruluşa ağlamaklı ve bol salya sümüklü bir yüz ifadesi ile teslim ederek, uçuş ve tatil başlangıç tarihi olan 11 Eylül beklenmeye başladık... Eylül başında uçak biletlerimizle ve nihayet 11 eylülde uçağımızla şahsen tanışmamız; uçağın kıç tarafında bulunan yerlerimiz almamız ile “kabuski tatilski” kodlu tatilimiz resmen ve geri dönüşümü olmaksızın başlamış oldu. Stuttgart havalimanını, yağmurumsu bulutları arkamızda bırakıp, 12 parmak bağırsaklarınız ile karaciğerinizin birbirine girmesini sağlayan kemerlerden kurtulmanın işareti olan kemer motifli ışığın sönmesinden bir iki saniye sonra, iki sıra arkamızda bulunan tuvaletler tarafından “Açılsana lannn!.... Çaturtt!” diye bir ses geldi. Malum, uçuş tarihi haddinden fazla sakat bir tarih olmasından, son bir aydır Arapça alt yazılı, kokpitli, boing boing diye düşen, uçaklı kabuslar görmekten sinirleri harap olmuş olan bendenizin, böyle yüksek perdeden “çaturt” gibi sesler karşısında “Abov kardaş ahanda ölüyozzz galiba!” diye Adanaca tepki vermeme alışkın olan eşimin; beni sakinleştirmesi ve kabin memuru kılıklı hostes hanımın “Bir şey yok beyefendi!” diyerek, sadece bir adet yurdum insanımızın ‘deneme, yanılma, küfretme’ medotu sonunda kapı ile grekoromen stilde güreş tutması, kapının metal olan açma / kapama organının ‘çaturt!’ diye ruhunu teslim ettiğini açıklamasıyla beraber; yaşadığım aşırı stresten dolayı ön koltuğun deri aksamlarını kemirmekten vazgeçtim. Uçuş boyunca, arkamdaki koltukta gecekonduvari bir şekilde yerleşmiş olan şahsın, aramızdaki koltuğun kalınlığına aldırmadan dizlerini kullanmak suretiyle böbreklerim üzerinde sürdürdüğü masaj çalışmalarını ve ayak parmaklarının arasında bulduğu bir takım maddeler üzerinde bazı bilimsel (!) araştırmalar yapması sonucunda, ortaya çıkan kokudan dolayı oksijen maskelerinin “şırakk” diye aşağı düşmesinin, bende oluşturduğu panik sonucu, ‘ön koltuğun derisi’ diye önümde oturan vatandaşın kolunu kemirmemi; kolu kemirilen vatandaşın beni boğazlama girişimlerini saymazsak... önemli bir olay olmadan, Antalya havalimanına (AYT’ye) kavuştuk. En son 11 yıl önce geldiğimde, orta halli bir halkpazarı havasında olan AYT’nin, bu sefer çok acayip fiyakalı bir havalimanı olarak bizi karşılaması karşısında, ailece oldukça duygulandık. Sonunda bu betona karşı gereğinden fazla gösterdiğimiz duygusallıktan kurtulup, aynı anda inmiş bulanan Rus turist grubuyla beraber kardeş kardeş bavularımızı bekleyip kavuşmamız, ‘valla gümrükçü abi, ekmek musaf çarpsınki Gümrük Müdürlüğü’nü ilgilendiren bir şeyimiz yoktur’ kapısından çıkmamız ve bizi otelimize götürecek otobüs ile minibüs karışımı mitobüsü bulmamız sonucunda, uçuş süresinden daha uzun bir sürenin ardından hotelimize kavuşmuş bulunduk. Sadece “bell” olan, boy’luk ile artık bir alakası kalmamış, “belluncel” ile beraber odaya çıkış, soyunma, duş, giyinme ve giyinik bir halde kuyruk sokumuna kadar şakır şakır terleme vaziyeti içerisinde Restorant’a inilmesi ve sıcakların olduğu açık büfenin önünde sıraya durulmasına ve en son asker ocağında görüştüğüm, bir daha görüşmemek üzere ayrıldığım kapuska yemeğini görünceye kadar her şey yolundaydı. Bu yemeği Antalya sınırları dahilinde böyle bir turistik işletmede göreceğim aklıma bile gelmezdi, fakat işte karşımda duruyordu... ‘Bir tatil böyle başlamamalıydı’ diye kendi kendime söylenerek yemeğimi yedim... Aslında önümüzdeki iki hafta içerisinde, o güzelim kapuskaya haksızlık ettiğimi anlayacaktım. Çünkü iki hafta boyunca öğle, akşam hindi etinin hep aynı lezzetsizlikle taçlandırılmış pişirme usulü ana sıcaklarda başrol oynayacağından ve her iki güne bir sıcak garnitür olarak tomates salçalı arpa şehriyenin yardımcı başrollerde olacağından; herşey dahil olarak ödediğimiz tatilimiz boyunca 7 akşam yemeğini, 4 öğlen yemeğini dışarıda yiyeceğimizden habersizdim... Kapuska hazretleri (!) işte bunca okurun karşısında sizden özür diliyorum. Ve bir de bunların üstüne soğuk büfesinden patlıcan salatasıyla tatlı büfesinden şekerpare tatlısını aynı tabağa alıp, o tabakta ikisini bir güzel karıştırıp yiyen, havuz kenarındaki şezlongların üstüne serdiğimiz havlularımızın üstüne babalarının malı gibi uzanan, saat 17 olmadan aşırı alkol tüketimi sonucunda anadan üryan havuza girmeye başlayan, adeta çekirge sürüsü gibi doğal afet şeklinde dolaşan Rus turistleri tanımamızla beraber, o canım güzelim Antalyamızın artık eskisi gibi olmadığını algılamamızdan itibaren, Antalyayı ‘Hindi Cumhuriyeti Antalyaski’ olarak anmaya başladık. Biz ailece bölgedeki turizm çalışanlarına önümüzdeki 10 yıl sonrasında büyük bir ihtimalle ölecek olan sektörlerinden dolayı, başsağlığı mesajı göndermek için şimdiden hazırlıklara başladık! Ailecek sizlere de tavsiyemiz; Antalya ölmeden gidin vedalaşın, imkanların el verdiği kadarıyla tadını çıkartın Mısmıl olunuz!..
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Demirhan Ocak, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |