Şiir, tarihten daha felsefidir ve daha yüksekte durur. -Aristoteles |
|
||||||||||
|
Caddebostan’da balık avı “Balık avlayabilir miyim?” Diye sordum kendime. Deniz kıyısında geziniyordum. İnsanlar oltalarını almışlar, büyük bir hevesle denize sallıyorlardı. Ucuna kurşun bağlı misina, oltayı savurunca havada ıslık çalarak uzaklara fırlıyor, sonra oltayı savuran kişi oltanın ucundaki zokaların balıkla dolu olmasını umut ederek sabırsız bir bekleyiş içinde misinayı yavaş yavaş yuvasına sarıyordu. Baktım, bayağı da başarılı oluyorlardı. Birçok kişi oltasını çekerken, ucunda kurtulmak için çırpınan adını bilmediğim, istavritten daha iri balıklar görünüyordu. Henüz avlayamamış olanlar balıklara ve avcılara imrenerek bakıyor, sonra ümitle yeniden oltalarını denize savuruyordu. Bu deniz Marmara idi tabi. İçinden çıkan balıkların sağlıklarının nasıl olduğu şüphe götürür. Öğrendiğime göre siyanür gibi zehirli maddeler belli bir düzeye kadar balığı öldürmeden birikebiliyormuş. Ona zarar vermeyen zehir insana verebiliyormuş. Hele insanın bir balıkla doymayacağını da düşünecek olursak... Özellikle Dalan zamanında Haliç’in temizlenme projesinden sonra, orada yüzyıllardır biriken zehirli maddeler Marmara’ya verildikten sonra, bir süre hiç balık üremez, tutulmaz olmuştu. Bedrettin Dalan belediye başkanlığı sırasında Haliç için “Gözlerim gibi mavi olacak“ diye tutturmuştu. Marmara’nın ne hale gireceğini söylemiyordu tabi. Ondan sonraki yıllar buzhanelerden çıkmış palamutlar kasa ile getirilip deniz kıyısında satılmaya başladı. Bazı balıklar palamut olmadığı halde palamut diye satılırdı. Şimdi yeniden balık çıkmaya başladı yanılmıyorsam. Umarım öyledir. Ancak insan balık tutmak isteyince, zehirmiş, kirlenmeymiş, bunların hiç önemi kalmıyor. Kıyıda avlanan amatör balıkçıları görünce benim de içimden geçmedi değil. Zaten geçmişte yaşadığım bir deneyimim vardı balık avlama konusunda; kötü sonuçlanmış bile olsa... Ortaköy’de balık avı İyi zamanlarda, yani Haliç’i kurtarma vs. projelerinden önce, deniz bu kadar kirlenmemişken ve ben bir lise öğrencisi iken bir balık avlama serüveni yaşamıştım. Okulumuz boğazda, Ortaköy’deydi. Ben yatılı öğrenciydim. Kabataş Lisesi’nin gezinti yapılabilecek boğaza sıfır güzel bir kıyı şeridi vardır. Mayıs ayında az üşüyen cesur arkadaşlarımız suya bile girerlerdi. Neden Mayıs ayı? Çünkü o zaman henüz okul tatil olmamıştır. Kabataş Lisesi eski bir saraydır. Yanındaki bugünkü Feriye lokantası o zamanlar kum taşıyan teknelerin, takaların yanaştığı salaş bir yerdi. Osmanlı zamanında da Sultan Abdülaziz’in tahttan indirilip kapatıldığı, 5 gün sonra da intihar ettiği iddia edilen yerdi. Bugün okulla Feriye arasındaki duvar iki yerinden delinip, geçilecek bir yol açılmış durumda. Ben öğrenci iken yoktu o geçitler. Kıyı çok derindir. Bir Hıdırellez günü boğaza geziye gidip dönen bir teknenin taşıdığı 90 kişi bizim kıyı sayesinde kurtuldu. Bu olayı anlatmadan geçmek istemiyorum. Birkaç kişi kıyıdaydık. Baktık, uzaklarda bir tekneden cılız çığlık sesleri geliyor. Tekne su alıyormuş; batacak. Kadınlar çoluk çocuk çığlık atıyorlardı. Ortaköy Camiinin önünde viraj alıp kıyıya yanaşmak isterken, altını kayalara vurup daha hızlı su almaya başladı. Vuruş sesini duyduk. Biz de heyecanlandık; bağırdık, el ettik, burası derin, kaya yok, buraya gelin dedik. Ne yapacağını şaşırmış kaptan bizi gördü. Burnunu çevirdi. Tekne hem batıyor hem yol alıyordu; görebiliyorduk. Tam yanaşacağı sırada bir tehlike daha atlattı. Herkes inmek için teknenin bir tarafına yığılınca tekne yan yattı. Karaya çıkan kaptan “Gelmeyin!” diye bir bağırdı ki artık insan öleceğini bilse gelemezdi. Tekneyi kıyımızdaki sağlam korkuluk demirlerine bağladılar. 70 –80 yaşında şişman kadınların can havliyle demir korkuluğun üzerinden atlayışını görmeliydiniz. İnenlerin çoğu kadın ve çocuktu. Bizim bahçede yerlere serildiler; fenalıklar geçirdiler, ağladılar, rahatladılar. Neyse ki hiç kimse ölmedi. Hatta suya bile girmedi. Ama kıyıya geldiğinde iki katlı teknenin alt katı su dolmuş durumdaydı. Batsaydı her halde herkes kurtulmazdı. Tekne bağlandığı demirler sayesinde geceyi su yüzünde geçirebildi. Ertesi gün gazeteler bu kazayı yazdılar. Teknenin yerinde de yeller esiyordu. Dibi boylamış, görünmüyordu. Daha sonraki günler başka büyük tekneler gelip onu su yüzüne çıkarıp götürdüler. Ortalık yine eskisi gibi sessizliğine kavuştu. İnsanın içine huzur veren mavi, durgun deniz, köprüsüz boğaz panoraması, martılar, sanki burada böyle bir olay yaşanmamış izlenimini veriyordu. Anı anıyı çağrıştırıyor. Derinlere daldık ama çıkarız buradan herhalde. Çıkmadan önce birkaç tane daha anlatmak istiyorum; izninizle... Eskiden 6 Mayıslarda hava şimdikinden daha iyi olurdu. Gömlekle gezebilirdik. İşte böyle gezi motorlarıyla boğaz sefası yapmaya gidilirdi. Bir de iklim değişiyor, hava ısınıyor diyorlar. 1 mayıslar eskiden, yani ben lise öğrencisi iken bahar ve çiçek bayramı olarak kutlanırdı. Genellikle açık yerlere, özellikle adalara gidilirdi. Heybeli ada bizim ailenin favori adasıydı. Bir 1 Mayıs günü ada dönüşünde vapurların salkım saçak insanla dolu olduğu, vapurun çıkılması yasak olan yerlerinde bile oturmaya yer kalmadığı görüntü bazen gözümün önüne gelir. O yıllarda insanlar ne mutluydu. Simit ekmekten daha pahalı değildi. Normal bir öğrenci, harçlığı ile haftada iki kez sinemaya gidebilirdi. Aileler o parayı vermekte zorlanmazdı. Boğaz köprüsü gözümüzün önünde yapıldı. Ayakların yükselişini, karşıdan karşıya çelik halatların çekilişini, bir demet oluşturuşunu izledik. Bir kimya laboratuarı dersinde iken, pencereden ilk tabliyenin denizin ortasına getirilip çelik halatlarla yukarı çekilişini izledim. 70-74 yıllarıydı. Haydi bakalım, bir yıl da sınıfta kaldığım ortaya çıktı. Şimdiki Caddebostan kıyıları gibi, o zamanlar da orada gezerdim. Sabah saatlerinde, Üsküdar taraflarından doğan güneşin saçtığı ışınların deniz üzerinde suyla yaptığı oynaşmaları izlerken zaman sanki dururdu. Gece yatakhanede, yattığım yerde uyumak üzereyken kız kulesinin tepesinde yanıp sönen kırmızı ışık gözüme girerdi. Boğazdan geçen tankerlerin düdüklerini dinlerdik. Takalar da geçerdi tabi. Hiç acele etmeyen ritmik motor sesleri karartılmış, en küçüğü 40 kişilik yatakhanelerde uyumaya çalışırken ninni gibi gelirdi. O yıllar üzerimde çok derin ve uzak izler bırakmıştır. İlk gerçek aşkım... Bunu söylemek zorunda mıydım? Suzan... Uzun sarı saçlı, yeşil gözlü, ince gözlüklü çok güzel bir kızdı. Nişantaşı Kız Lisesinde okuyordu. Korodaydık ikimiz de. Orada görmüş ve ilk anda vurulmuştum. Gözüm başka kızı görmez olmuştu. Okulumuzda kız yoktu. Ama biz, koroda olanlar şanslıydık. Şansımı iyi kullanamadım. Suzan, kim bilir şimdi nerelerdesin? Kaç çocuk büyüttün? Torunun oldu mu? Dini bayramların birinde, okulda ne öğretmen, ne öğrenci varken, zaman yine geçmek bilmiyordu. Ders çalışmaktan başka yapacak hiçbir iş yoktu. Çalışmayı da bir severdim, bir severdim bilseniz, başımı kitaptan kaldırmazdım. Kıyıda gezinirken baktım bir öğrenci, elinde çapari balık tutuyor. Olta, kamış filan yok. Kurşunlu, zokalı misinayı başının üstünde birkaç kez çevirip hız kazandırıp boğaza sallıyordu. Sonra gelsin istavritler... Herhalde tam istavrit mevsimiydi. Çapariyi her çekişinde mutlaka en az bir tane oluyordu. Öyle ki misinayı düzenleyeyim derken kazayla suya düşse, hemen bir istavrit tutunuyordu. Sırtı biraz koyu gri, karnı beyaz istavritler suyun içinde tutunmuş olarak görünüyorlar, sonra sudan çıkınca can havliyle çırpınmaya başlıyorlardı. Baktım, iş güç yok, zaman geçmiyor, çocuk denizden harıl harıl balık çıkarıyor. Balığı da çok severim. Bu yetenekli öğrenci kanıma girdi. “Ben neden yapmayayım?” dedim. Hemen gittim, Ortaköy’den bir çapari aldım. Yakından inceleyince zokalara beyaz kaz tüyü bağlandığını öğrendim. Geri zekalı balıklar kaz tüyünü yiyecek sanıp yutmaya çalışırlarmış. E, bunu tutup denize savurmaktan kolay ne olabilir ki? Tutacağım balıkların hayalini kurarak kıyıya gittim; ilk savurmayı yaptım. Aynı çocuğun yaptığı gibi biraz bekledim, misinayı topladım; baktım bir şey yok. Peki, olur deyip bir daha attım. Yine bir şey yok. Birkaç kez daha, hiç; bir tane bile yok. Çocuk da biraz ötede avlanmaya devam ediyor. Oradan ha bire balık çıkıyor, benden bir şey çıkmıyor. “Allah Allah, nasıl oluyor bu iş?” dedim kendi kendime. Bir taraftan göz ucuyla çocuğa bakıyorum; ona nasıl oluyor diye sormayı da kendime yediremiyorum. Çapariyi atıp tutarken birden gözden kaçırdığım bir ayrıntı yakaladım. Çocuk çapariyi her çekişinde, elindeki bir bezle bir temizlik işlemi yapıyordu. Bunu anlamalıydım. Utanmayı bir tarafa bırakıp gittim yanına sordum. “Ne yapıyorsun öyle elinde bezle?” “Tüyleri temizliyorum.” Dedi. “Ne oluyor ki tüylere?” “Denizde yağ var. Tüyleri kirletiyor. Yağ olunca balıklar gelmez.” “Yani ben o yüzden mi bir saattir bir şey tutamadım?” “Herhalde.” “Tüyleri temizlersem tutarım yani öyle mi?” “Eh, belki. Bunlar kolay temizlenmez.” “Peki Sağol.” Dedim, hemen temiz bir bez bulup tüyleri temizleme işine girdim. Boğazdan geçen gemiler yakıt artıklarını, makine yağlarını, bilumum petrol türevlerini denize bırakıyorlardı. Dikkatli bakınca su yüzünde bunların neden olduğu güneşin yedi rengi görünüyordu. Ama motorin, zift gibi bir şey tüylerden bir türlü çıkmıyordu. Tüylerin içine işlemişti. Bir süre uğraştıktan sonra temizlendiğini düşünüp çapariyı yeniden salladım denize. Ama yine bir şey çıkmadı. Her atışta tüyler yeniden kirleniyordu. Yeni bir çapari alsam aynı şey olacaktı. Hem bütün harçlığımı çaparilere yatıramazdım. Ben de sıkıldım, orada bu işi bıraktım. Antakya’da balık avı Daha küçük çocukken Antakya’nın Bizanslılardan kalma köprüsü hunharca katledilmeden, Asi ırmağının yatağı genişletilmeden önce, yaz aylarında balıkçılar orada ağla balık avlarlardı. Yaz aylarında su sığ olurdu. Balıkçı ağını bir savurur, ağ havada açılır, suya, balıkların üzerine kaçamayacakları şeklide inerdi. Koca koca tatlı su balıkları çıkardı ırmaktan. Biz de yukarıdan, köprüden izlerdik. Burada da balığın bol olduğu zamanlar olurdu. Zaman zaman Ortaköy’deki gibi yetenekli amatör balıkçılar da avlanırlardı. Hem de ağla değil; nereden buldukları belli olmayan belki de kendi yaptıkları ilkel bir oltayla her biri neredeyse bir kilo gelen koca balıkları çekerlerdi. O zamanlar pek özenmemiştim. Irmağın yatağına inmek tehlikeliydi tabi benim için. Balıkçıdan alınan bir kilo canlı balık “Balık avlayabilir miyim?” Diye yeniden sordum kendime. Evet, beceriksiz, kötü bir deneyim geçirmiştim. Ama bu her zaman başarısız olacağım anlamına gelmezdi. Ben gayretli bir insandım. Aklıma çok acı ve başka bir deneyimim geldi. Taze balık en iyi balıktır ya, balık avlama hevesinden çoktan vazgeçmiş olarak ben de bir gün gittim, Kadıköy iskelesinde (o zamanlar balıkçılar balıklarını kıyıda rahatlıkla, bir engelleme olmadan satarlardı) balıkçının birinden su dolu leğenin içinde yüzmekte olan balıkları satın aldım. Al işte sana yeni avlanmış canlı balık... Parayı bastırdın mı önünde hiçbir engel kalmaz. Vejetaryen de değilsen sorun çıkma oranı sıfırdır. Acaba öyle midir? Balıkçı balıkları toparladı, torbaya doldurdu; torbayı elime tutuşturdu. Sanki sudan çıkınca hemen öleceklermiş gibi düşünüyordum. Ama ölmezlermiş. Eve gelene kadar, dolmuşta, yollarda torbanın içinde kıpraşıp durdular. Çok fena oldum. Eve gelir gelmez torbayı buzluğa tıktım. Balıkların bir bölümü ancak donarak ölebildi. Sinirlerim bozuldu. Bir süre o balıkları temizleyemedim; kızartıp yiyemedim. Daha sonra, “Balıkları satın aldıktan sonra suya atsam yaşarlardı” diye düşündüm. Yani balıkların katili ben olmuş sayılıyordum. O günden sonra bir daha canlı balık satın almamaya karar verdim. Soğan, tuz, limon, yeşillik ve birkaç dilim domatesle kızarmış, hazır yarım ekmek arası neyime yetmiyor? Teneke Trampet Bu olay daha berbat bir deneyimi çağrıştırdı. ‘Teneke Trampet’ isimli bir film izlemiştim. Filmde iki kocası olan bir kadın vardı. Bir gün kocanın biri adını bilmediğim uzun uzun, yılan balığına benzeyen ama çok daha iri balıklar avladı. Balıklar ölmediler. Adam kızartmalık yapmak üzere onların içini temizledi, parçalara ayırdı. Ama ne cins bir şeymiş ki kesilen parçalar hala oynamaya devam ediyordu. Kadının içi kalktı. Adam ancak parçaları kızartınca, kıpırdamaları durdu. İyi kızarmamış yerleri hala kıpırdıyordu. Kadın o balıklardan yemeyi reddetti. Adam ısrar etti; zorla yedirdi. Kadın zaten pek normal değildi; bu olaydan sonra kafayı iyice üşüttü. Temizlenmemiş balıkları bütün olarak kafası, kuyruğu, pulları, kılçığıyla, her şeyiyle çiğ çiğ yemeye başladı; bunu alışkanlık haline getirdi. Sonra da öldü. Yeniden Caddebostan Kıyıda balık avlayanlara bakarken aklımdan bunlar geçti. Minicik balıklar, iri balıklar oltaya geliyor, çırpınarak suyun dışına çıkıyor sonra da beton üzerinde can veriyorlar. Yaşamlarına su dolu küçük kaplarda bir süre daha devam edenler, evlerde son noktayı koyuyorlar. Şimdi yeni teknoloji oltalar çıkmış; deniz de o kadar kirli görünmüyor. Herhalde kaz tüyleri kirlenmez. Yakından bakmadım; kullanıp kullanmadıklarını da bilmiyorum. Ne de olsa deneyim sahibi bir kişiyim bu konuda. Yapamayacağımdan değil ama artık canlı bir balığı elimde tutamam. Onun canını alan kişi ben olmak istemem. Ben vejetaryen değilim. Balık yerim evet, ama anladım ki avlayamam. Bunu böylece öğrenmiş oldum. Bu aynı tavuk, koyun, inek yiyip onları boğazlayamamaya benziyor. Kurban bayramlarında nefis kızarmış yağ ve et şişlerini soğumadan tandır ekmeği, taze soğan, ve maydanozla birlikte mideye indirmek çok hoş oluyor ama dayanamadığım şey o hayvanların kesildikten sonra çırpınışlarını, parçalanışlarını izlemek. Ne yazık ki çocukken çoğu kez gördüm bunları. Umarım bir gün yapmak zorunda kalmam. Vücudumun proteine, yüksek yapılı moleküllere gereksinmesi var. Üzülüyorum ama ne yapayım, ben bir insanım. Vejetaryen olabileceğimi sanmıyorsam da bu yazıyı okuyanların bir kısmından ümitliyim. 25.Mayıs.2002
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Mehmet Sinan Gür, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |