Bazen evrende yalnız olduğumuzu düşünürüm, bazen de olmadığmızı. Her iki durumda da bu düşünce beni afallatır. -Arthur C. Clarke |
|
||||||||||
|
Bedeninden ruhu çıkmış bir insan, ölmüş bir insan. O tanıdığımız insan gibi mi gelir yoksa suyu sıkılmış portakal posası gibi mi? En kısa sürede gömüp kurtulmak istemez miyiz ondan? Birçoğumuz dokunamaz bile… Yani demem o ki; “Ruhun varlığı görünmese de, yokluğu pek ala gözüküyor.” Benzer şey, uyku içinde geçerli olsa gerek. Sonuçta uyurken de ruhumuz bedenimizi terk ediyor. Bu gözle Aylin’e şöyle bir baktım. Tezimin tam olarak doğru olmadığını gördüm. Yani bir ölüye bakarmış gibi olmadım uymakta olan eşime baktığımda. Ama yine de bir tuhaflık vardı. Nasıl anlatabilirim. Uzak hissettim kendimi ona. Uzak, çok uzak… Yabancı biriymiş gibi geldi. Nasıl oldu dedim kendi kendime? Nasıl böylesine uzaklaştık. Usulca ellerimi saçlarına götürdüm. Saçının uçlarına dokundum. Hissetmiyordu. Kendi kendime şu soruyu sordum: “Dokunduğumu hissetmiyorsa, dokunduğum o muydu?” O değildi. Elbisesiydi dokunduğum. Kendisi ise, çırılçıplak bir ruhla bilmediğim bir rüyadaydı. Rüyasındaki erkekler kaşısın da ezik hissettim kendimi. Bedenini defalarca çırılçıplak olarak görmüşsem de ruhu ile hiç karşılaşmamıştım. Sahi nasıl bir şeydi acaba ruhu? Sonra düşüncelerim kendi ruhuma ve rüyalarıma kaydı. Rüyalarımda kendi yüzümü direkt olarak gördüğümü hiç hatırlamıyorum. Orada olduğumu biliyorum, hatta başıma bir sürü şeyin geldiği de olurdu. Fakat hiç yüzümü görmedim. Sanki rüyalar âleminin görünmez adamı gibiyim. Hani derler ya “ruh gibi adamsın” varlığını hissettirmiyorsun anlamında. Aynen öyle, ruh gibiyim rüyalarımda. Varım ama varlığım hissedilmiyor. Görünmüyor. Bunu daha önce hiç düşünmemiştim. Rüyalarda yüzümü görmeyişimi… Kim bilir daha yüzleşmediğim nice şey vardır kendimle ilgili. O an sadece karıma değil, kendime de yabancılaşmış olduğumu fark ettim. Bu dayanılmaz bir duygudur. Daha fazla kalamazdım burada. Aylin’i uyandırmamaya özen göstererek usulca kalktım yataktan. Balkon’a çıktım. Elimde sigara ile. Ahmet Arif’e özendim. Hırsla çaktım kibriti. İlk nefeste yarılandı sigaram. Bir duman çektim içime, bir duman. Kendimi öldüresiye. Sonra bir an için durdum. Sende mi dedim? Sende mi Kemal? Dilimden döküldü geceye şu mısralar; Akşam erken iner mahpushaneye Ejderha olsa kâr etmez. Ne kavgada ustalığın, Ne de çatal yürek civan oluşun, Kâr etmez, inceden içine dolan, Alıp götüren hasrete. Gözlerimi kapadım. Bir yerlerde okumuştum. Sizi dünyadan saklayan en küçük örtüdür göz kapakları diye? Yorganın altına saklanan çocuklar gibi saklandım göz kapaklarımın altına. Ne istiyorsun Kemal dedim? İçini dolduran, seni alıp götüren hasret nedir? Neyi özlüyorsun, ne istiyorsun? Çekip gitmek mi? Uzaklaşmak mı her şeyden? Yeni bir yerde sıfırdan yeni bir hayata başlamak mı? Hayır, hayır. Bunu istemiyordum. Bu şehirden sıkılıyor olsam da, yaşadığım hayattan çalıştığım işten sıkılıyor olsam da, çekip gidemezdim. Çünkü bunların hepsi beni ben yapan şeylerdi. İşim, şehrim, eşim. Bunlar benim gerçeklerimdi, seçimlerimdi, benden ayrı şeyler değildi. Onlardan uzaklaştığımda kendimden de uzaklaşmış olurdum. Ben uzaklaşmak değil, bilakis yakınlaşmak istiyordum. Eşime, işime, şehrime ve Tanrıma… Bu son kelime tüylerimi diken, diken etti. Gözlerimi açtım. Yıldızları gördüm. İlkokul yıllarında fen dersinde yıldızların bizden çook uzakta oldukları için böyle küçük gördüğümüzü, hatta çook uzakta oldukları için göremediğimiz yıldızların bile bulunduğunu öğrendiğimde, aklıma şu soru takılmıştı. Allah’ı (cc) da bu yüzden mi göremiyoruz? Bizden çook uzakta olduğu için mi? Bu soruyu Perşembe günü dördüncü derste din kültürü hocamıza sormuştum. O yıllarda anlamadığım bir cevap vermişti: Allah (cc) çok uzakta değildir. Her an her yerdedir. Baktığın her yerde O vardır. Gördüğün her şey O’dur. Bu tasavvufi açıklamayı o yıllardaki çocuk beynimle anlamam çok zordu tabiî ki. Hala da anlamak zor geliyor ya… Tekrar yatak odasına döndüm. Eşim uyuyordu. Gittim sarıldım ona. Gözlerini yavaşça açtı. - Yine sigara içmişsin! - Yaşasın dokunduğumu hissettin. - Ne? - Biraz önce saçlarına dokunmuştum hissetmemiştin. - Uyuyordum. - Biliyorum… - Uf yaa! Niye içtin ki şu mereti? Bak ağzın ne kadar pis kokuyor… - Saçlarına dokunduğumda hissetmeyince, kendi kendime “dokunduğumu hissetmiyorsa dokunduğum kim sorusunu sordum” - Uyuyordum dedim ya! - Şimdi ise uyanıksın. Dokunduğumu hissedebiliyorsun. - Ve ağzındaki sigara kokusunu, - Evet, bu sensin. Benim Aylin’im. Benim gıcık eşim…
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © kemal pismisoglu, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |