Edebiyat yaşamın öncüsüdür, onu öykünmez, ona istediği biçimi verir. -Oscar Wilde |
|
||||||||||
|
Hayatı öyle tuhaftı ki "dış görünümünün tuhaflığı" yanında önemsiz kalıyordu. Yanında "önemsiz" kalmasından rahatsız olmayan iyi komşu "hayatı"nın günlerinden bir gün, yaşadığı “çölleşme kurbanı madenci kasabasına” gelen yabancı bir adam herşeyi değiştirecekti... Siyanürle altın rafine edilen bu kasabada doğan Hilkat, yüksek oranda siyanür içeren DNA'ların mizah duygusuna has bir güzelliğe sahipti. Kasabaya gelen yabancının ise aklındaki en son şey bir hilkat garibesi ile dost olmaktı. - Tam da ucubelere göre bir yer. ...diye söylenerek kasabanın ana caddesinde ilerleyen yabancı, ortamın sessizliğinden ürkmüştü. Görünürde kimsecikler yoktu. Bu sırada burnundan sarkan sümükle ilgilenen Hilkat, sümüğünün bile, çirkinliğine dayanamayarak aktığını düşünerek üzülüyordu. Ana caddede birisinin ilerlediğini görene dek bu üzücü düşünce zihninde kaldı bir süre...Sonra aynen sümüğüne yaptığı gibi bu düşünceyi sümkürerek zihninden çıkardı. Uzun süredir kimseyle karşılaşmamıştı. Nasıl davranması gerektiğini bilemedi. Birden karşısına mı çıkmalıydı? Yoksa arkasından yaklaşıp "wöeah" şeklinde tuhaf bir ses mi çıkarmalıydı, hastalıklı derecede kısık sesiyle... Ayaklarının dibinde duran sümük dolu kovaya baktı. Şeffaf sümükleri sayesinde ayna gibi yansıtıcı bir hal almıştı kovadakiler... Yansımasını inceledi ve yabancının arkasından yaklaşmaya karar verdi. Az sonra arkasında olacaklardan habersizce ilerleyen yabancı, kasabanın tamamen terkedilmiş olduğunu düşünüyordu. Ne yapacaktı? Buraya yerleşip, birinin gelmesini mi bekleyecekti, birden karşısına çıkmak veya arkasından yaklaşıp ses çıkarmak için? Satmakla sorumlu olduğu sözde güzellik kremlerini taşıdığı bavul git gide ağırlaşırken az ilerdeki bara girmeye karar verdi. Gerçi içecek bişey bulamayacağı kesindi ama gölgede oturup kafasını toparlayabilir ve patronun neden onu buraya yolladığını anlamaya çalışabilirdi. Kızına aşık olduğu patronunun, bu aşkı onaylamadığını biliyordu ama bu yüzden olamazdı. Olmamalıydı. -Olamaaaz! ... diye bağırdı. Ama az önceki düşünceleri yüzünden değil, bardaki aynaya bakarken arkasında beliren yüz yüzünden bağırmıştı. Haklıydı. Bu yüz, olamayacak kadar çirkindi. Olamayan şeyler bu kadar çirkinse, bu aynı zamanda "neden varolduğumuz" sorusunun cevabı olabilirdi... "Belki de burası bar değil, lunaparktır. Ve şu anda baktığım ayna da görüntüyü deforme eden aynalardandır!" gibi tamamen kendini sakinleştrimek üzere uydurulmuş bir düşünceye sarılmıştı. Yeni bir din olabilecek kadar rahatlatıcı bir düşünceydi bu fakat kısa ömürlü oldu. Zira arkasını dönüp, yansımasını gördüğü şeyle yüzleşince, görüntüdeki bozulmanın "vericiden" kaynaklandığını anladı... Bir kaç saniye sonra kaçınılmaz olanı ertelemekten vazgeçen Hilkat, arkasını döndü ve kendisinden korkan bu adamı daha fazla üzmemek için uzaklaşmaya başladı. Fakat arkasını dönmesinin görüntüsünde yarattığı geçici düzelme sayesinde, korkudan donan adamın buzları çözülmek için vakit bulmuştu. O an düşüncelerini odaklayan adam, neden “buraya” gönderildiğini düşünmeyi bıraktı ve neden "burada" olduğunu hatırladı. İnsanlara güzellik kremi satmak için buradaydı ve karşısındaki müşterinin kesinlikle buna ihtiyacı vardı. Seslendi: - Merhaba! Hey sana dedim! Duymadın mı? Hilkat duraladı. Yüzünü dönmek konusunda kararsızdı. O nedenle arkası dönük vaziyette, soruya soruyla cevap verdi: - Ben mi? - Evet... Başka kim olabilir? - Bilmem? Kim? - Sen ya! Ne sandın? - Bişey mi sanmalıydım? Bu, "soruya soruyla cevap verme"şeklindeki iletişimin onları hiçbir yere götürmediğini farkeden yabancı, yerinden kalkıp Hilkat'ın yanına geldi. Omzu olduğunu tahmin ettiği engebeli bölgeye elini koydu. Böylece tuhaf yaratığın, ona yüzünü dönmesi için cesaret bulmasını sağladı. Uzun süredir insan eli değmemiş bu zavallı biçimsiz yaratığın içinde tuhaf bir kıpırdanma oldu. Yabancının terli ve sıcak eli, sanki omuzuna değil de kalbine dokunmuştu. Aslında tam olarak böyleydi. Zira Hilkat'ın iç organları, siyanürün "özgürleştirici" etkisi sayesinde kendilerine yaşayacak değişik yerler seçmişlerdi. Yavaşça, yüzünü yabancıya döndü. Beklenmedik yakınlaşma ve ilgi nedeniyle içinde uyanan dostluk duygusu ile hafifçe gülümsedi. Ama yabancı bunu farketmedi. Çünkü gülümsemesi grift yüzünde kaybolmuştu. Gerçi kahkaha atmış olsaydı bile, bu engebeli surattan dışarı çıkamazdı ya... Yabancı konuşmaya devam etmesi gerektiğine karar verdi. Kibarca kendini tanıttı ve buraya geliş amacından bahsedip, diğer insanların (eğer varlarsa) nerede olduğunu sordu. Hilkat da kibarca kendini tanıtmaya karar vermişti ki ağzından akan salyaları onu utandırdı. Burada oluş amacından veya diğer insanlardan bahsedemeden, zihnindeki kaçıp gitme dürtüsüne yenildi. Hızla bardan çıkarken yabancı da arkasından koşuyordu... Biçimsiz olduğu için dengesini zor bulan bu vücuttan beklenmeyecek bir hızla uzaklaşan Hilkat, insanlardan uzaklaşmak istediğinde hep gittiği eski altın madenine doğru yöneldi. Burası onun sınağıydı ki gerçekten de yerin altına oyulan (yerin altına, “altın” için oyulması ne ironik, tabii demir için oyulsa, ironik olması ilginç olurdu bu sefer...) bu mağara, nükleer bir saldırıdan kurtulunabilinecek kadar derinlere iniyordu. Hilkat'da sanki nükleer bir saldırıdan kurtulmak için kaçıyormuşçasına derinlere iniyordu, mağarada... Peşinden koşan yabancı adam madene ulaştığında, önce içeri girmek konusunda kararsız kaldı. Sonra her kararsız kalışında yaptığı gibi en aptalca olan seçeneği belirleyip uyguladı. Takibe devam etti... Aşağısı aydınlıktı. Zira Hilkat, eski aydınlatma sistemini onarmıştı. Ama havalandırma sistemi olmadığı için ilerlemek işkenceden farksızdı. Belki tek farkı; madenin sizden bilgi almaya çalışmıyor oluşuydu. Yamuk yumuk tünellerde hızla ilerliyordu Hilkat... Sanki vücudunun eğri-büğrülüğü, bu tünellerde yaşarken geçirdiği evrimin sonucu gibiydi. Sonunda bir zamanlar madencilerin yemek yerken kullandıkları mekanına ulaştı.Nefesinin normale dönmesi için biraz süre tanıdı kendisine ve bunun boşuna olduğunu farkedip oturdu. Onunla ilgili hiçbir şey normal olamazdı. Neden kaçmıştı? Lanet olası salyaları aktığı için mi? Böylesine kurak bir yerde bu kadar çok salya salgılaması yeterince saçmaydı. Bir de bu yüzden, uzun süredir karşılaştığı tek insan önünde utanılacak duruma düşmesi katlanılmazdı. Sonra adamın peşinden geldiğini hatırladı. Eee? Neredeydi? Madenin içinde kendisine seslendiğini duymuştu, durması için... Demek ki içerde bir yerdeydi. Olamaz! Ya başına bişey geldiyse? Odadan fırlayıp, aynı anda hem korkunç hem de korku dolu olabilen gözlerle adamı aramaya koyuldu... Bu sırada, aradığı kişiyi bulamayan, üstüne üstük kendisi de kaybolan güzellik kremi satıcısının durumu, labirentte kaybolmuş fareninkinden bile kötüydü.Çünkü labirentte aradığı şey peynir kadar bile çekici değildi. Gerçii öyle kokuyordu ama... Peşinde olduğu hilkat garibesine seslendi: “Hey! Nerdesin?” Ama duyduğu güçlü yankı nedeniyle tereddüte düştü. Bağırmak çığ düşmesine neden oluyorsa belki bu eski madenin çökmesine de neden olabilirdi. Durum muhasebesi yapmak için durdu. Yerin metrelerce altında kapana kısılmıştı. Yeryüzünde peşinden koşacağı belkide son insanın peşinden koşuyordu, yeraltında... Taşıdığı ticari mallarla dolu bavul, taşınmaz mallar kategorisine girmek üzereydi. Tam gözüne bir şey kaçmak üzereydi ki (ya da sinirden göz yaşı salgılamak) az ilerdeki asansörü farketti. Rahatladı. Tekrardan yeryüzüne çıkmak için kabine bindi. Parmağını düğmeye uzattı. Bu noktadan sonra yaşananları, sırasıyla, olaydaki aktörlerin bakış açılarından, ağır çekimde anlatırsak: Hilkat; adamı buldu ve kullanmaya yeltendiği asansörün bozuk olduğunu hatırlayınca, düğmeye basmasını engelleme vazifesini üzerine alıp, ileri atıldı. Düğmeye basmak üzere olan adam, üzerine hilkat garibesi koşan her normal insanın yapacağını yapıp paniğe kapıldı, düğmeye bastı. Üstüne taşıyamayacağı bir yük binen her halatın karşılaşacağı sonla karşılaşan asansördeki halat koptu ve kabin, içindeki iki yolcusuyla birlikte madenin karanlığında kayboldu. Artık olayda adı geçen herkes “kayıp” statüsündeydi. Acil durum frenleri duruma el koyup, asansörü zemine bir metre kala durdurmasa tam olarak burada bitecek olan maceraları yeni başlayan kahramanlarımız kabinden çıktılar. Hilkat, madene kaçıp tüm bunlara neden olduğu için kendini suçlu hissederken, adam da onu uyarmaya çalışan bu cesur yaratıktan korkup asansörün düğmesine bastığı için vicdan azabı duyuyordu. Bu nedenle birbirlerini suçlayarak işe koyuldular: - Neden kaçtın? - Sen neden peşimden geldin? - Kaçmana gerek yoktu. - Senin de, gelmeni isteyen! - Ne yapıcaz? - Bir çıkış bulacağız. Şu yoldan gideceğiz. - Bir madenden ancak yukarı çıkarak çıkabilirsin, biliyorsun değil mi? - Evet ama bu tersi de doğru olan bir yaklaşım. Çin yemeği kokusu aldığıma göre fazla uzak olamayız. Şuradan kazmaya başlarsak… - Şaka yapıyorsun değil mi? - Evet. Kendinden emin tavırlarına rağmen madenin bu kısmına daha önce hiç gelmediğinden dolayı tedirgin olan tuhaf yaratık önde, kendini "doğru yolda olduğuna emin olmadığı bir ucubeye güvenmek" gibi tuhaf bir durumda bulduğu için tedirgin olan adam arkada ilerliyorlardı. Sinirbozucu sessizliğe son veren güzellik uzmanı oldu: - Demek tüm altın bitti ve seni burada bırakıp kasabayı terkettiler he? - Tam olarak öyle değil. Burada hala altın var ama toprakta bulunan nitrat tuzları ve sülfür nedeniyle nitrik asit ve sülfürik asit ortaya çıkıyor. Bu nedenle burada kazı yapmak istiyorsan önce bir intihar notu yazman gerekir. Ama merak etme şu anda güvendeyiz. Buralar maddenin kuru kısımları. Tehlikeli gazlar sadece yeraltı sularının bulunduğu yerlerde var. - Peki seni terkettikleri kısmı doğru mu? - .... Yanında taşıdığın o bavulu neden terketmiyorsun? Çünkü ihtiyacın var. Anlaşılan o ki bana ihtiyaçları yokmuş. - Böyle düşünmemelisin. - Neden? Haksız mıyım? Mesela sen yanımdasın çünkü buradan çıkmak için bana ihtiyacın var. Merak etme. Ben de güzel şeylerden hoşlanır çirkin şeylerden uzaklaşırım. Kimseyi suçlamıyorum zaten suçlamak için bile kimsem yok... Sessizliğin bu sohbetten daha az sinir bozucu olduğuna karar veren güzellik uzmanı karşılık vermedi. Hani terslikler üst üste olur ya... İşte 5 yıldır doğru düzgün yağmur yağmayan o bölgeye şimdi bardaktan boşalırcasına rahmet dökülüyordu, üstünüze tutulacak bir itfaiye hortumuna bile rahmet okuturcasına... Derinliklerindeki yürüyüş ise tüm hızıyla sürüyordu. Hilkat'ın çıkış yolu konusundaki tahmini doğruydu. Madenin bulunduğu yer bir platoydu ve bu yüksek düzlüğün kuzey kısmı, oldukça dik bir yamaçla kesiliyordu. Madenciler bunu, yerin bunca metre altındayken bir çatlaktan yüzlerine güneş ışığı vurunca farketmişlerdi. Kazmayı durdurduklarında dışarıya sadece yarım metrelik bir mesafe kalmıştı.. Bu nedenle dışarıya ulaşmak için biraz kazmaları yeterli olacaktı. Sonra tek yapmaları gereken 10 metre kadar tırmanmaktı. Yamacın, basamakları andıran yapısı nedeniyle tırmanması pek zor değildi. - İşte geldik. - Nereye? Karşımızda bir duvar var bir çıkış değil. - Arkası boş! Sadece birkaç santimetre kalınlığında. Kazabiliriz. Az ilerde eski bir kazma görmüştüm sanırım, onu alıp geleyim. Birkaç dakika sonra dönen Hilkat ve güzellik uzmanı duvarı delmeye başlamışlardı. Ancak sandıklarından biraz daha uzun sürecek gibiydi. Bu nedenle dönüşümlü olarak çalışıyorladı.Sırasını devreden Hilkat duvara yaslanıp dinlenirken sırtının ıslandığını hissetti. - Ya çok terledik ya da duvarlardan su sızmaya başladı! Acele et! Sanırım yağmur suyu bu! Zehirli gazlar artmadan çıkmalıyız. Fakat panikleyen güzellik uzmanı kazmayı fazla hızlı sallayınca sapı kırıldı. - Lanet olsun! Ne yapacağız! - Bu sefer de sen bişeyler düşün! Duvardan sızan su; madenin duvarını kaplayan kimyasallarla reaksiyona girip nitrik ve sülfürik asite dönüşmeye başlamıştı bile... Giysilerini ağızlarına kapatan ve ellerindeki kaya parçalarıyla duvarı delmeye çalışan kahramanlarımızın umutları tükenmek üzereydi. Sonunda yorgunluk ve gazın etkisiyle yere çöken yabancıya birkaç saniye sonra ucube de katılmıştı. Hayatlarının son dakikalarını yaşıyorlardı. Birlikte öleceklerdi ve daha isimlerini bile bilmiyorlardı. Hilkat kendini tanıttı: - Benim adım Franquas İmodo... - Ben de Pierre... Bir dakika! İmodo mu dedin? - Evet. Neden şaşırdın? - Bu benim patronumun soyadı! Ortak geçmişlerinin farkına varmıştı bu iki yabancı... Jacques İmodo yani kozmetik ürünleri üreten şirketin sahibi ve güzellik uzmanının patronu, aslında bu kasabada yaşayan bir madenciydi. Maden kapatılınca hisselerini satmış ve şehre taşınmıştı. Hilkat da onun oğluydu. Ama babası bu"tuhaf" yaratığı yeni hayatında istememiş ve henüz bir bebekken para karşılığı, bakmaları için oradaki fakir bir aileye bırakmıştı. Onlar da büyüyen ucubeden kurtulmak için evden atmış ve geri dönmemesi için ona gerçeği açıklamışlardı. Babası ise reddettiği oğlu yüzünden midir bilinmez geri kalan ömrünü insanları güzelleştirmeye adamıştı. Pierre (Güzellik Uzmanı) neden buraya gönderildiğini anlamıştı. Yaşlanan patronu hayatı boyunca taşıdığı bu sırdan ve çektiği vicdan azabından kurtulmak için onu buraya yollamıştı. Belki kızıyla evlenmesine karşı çıkma nedeni de buydu. Ucube bir torun istemiyordu. Kızının da kendisi gibi lanetlenmiş olmasından korkuyordu. Bu nedenle onu, buraya, olabilecekleri kendi gözleriyle görmesi için göndermişti. Ama Pierre bu bozukluğun kalıtımsal kaynaklı değil siyanür nedeniyle olduğunu biliyordu. Bu tür kimyasallarla uğraşanların bebeklerinde sorunlar olduğunu okumuştu. Zaten Jacques (patronu) kimyasallarla ilgili bilgisi nedeniyle işe almıştı onu... Gerçekleri öğrenmenin verdiği güçle yerinden doğruldu. Hayır! Böyle bitmesine izin vermeyecekti! Sadece kendisi için değil aynı zamanda bu zavallı insan için de kurtulmalıydılar. Fakat nasıl??? Birden aklına okuduğu bilimsel bir makale geldi. Madenlerde kullanılmak için geliştirilen bir patlayıcıdan bahsediyordu. NİTROGLİSERİN! Evet işte buydu! Yanında getirdiği bavul, cildi yumuşatsın diye kullanılan GLİSERİN ihtiva eden kremlerle, maden ise ihtiyaç duyduğu nitrit ve sülfürik asitle doluydu. Kendinden geçmek üzere olan Hilkat'a seslendi: - Seni lanet olası! Kalk! Hah hah ha! Buradan çıkıyoruz! - Akılını mı yitirdin? - Hayır. Tam aksine dostum, aklım başıma geldi. Çabuk şurdaki kovayı kap ve duvardan sızan asitli suyu topla! Dikkat et bayılma! Franquas İmodo kovayı doldurdu ve ardından içine kremleri boşalttılar. Daha sonra aydınlatma için kullanılan kabloyu söküp bir ucunu kovaya bağladılar. Kablonun diğer ucunu ana hatta deydirdikleri anda büyük bir gürültü koptu. İşte! Duvardan eser kalmamıştı! Ama aynı zamanda maden tünelinden de... Çünkü o kısmı ayakta tutan tek şey o duvardı. Milyonlarca ton ağırlığındaki kaya Hilkat'ın ve güzellik uzmanının üzerini örtmüştü. Firavun mezarında bulunandan bile daha fazla altınla birlikte gömülmüşlerdi. Öldüler ve sonsuza dek öyle kaldılar... Bazılarının tersine... tHe EnD
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © ömer kırat, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |