..E-posta: Şifre:
İzEdebiyat'a Üye Ol
Sıkça Sorulanlar
Şifrenizi mi unuttunuz?..
Bilen sever. -Leonardo da Vinci
şiir
öykü
roman
deneme
eleştiri
inceleme
bilimsel
yazarlar
Anasayfa
Son Eklenenler
Forumlar
Üyelik
Yazar Katılımı
Yazar Kütüphaneleri



Şu Anda Ne Yazıyorsunuz?
İnternet ve Yazarlık
Yazarlık Kaynakları
Yazma Süreci
İlk Roman
Kitap Yayınlatmak
Yeni Bir Dünya Düşlemek
Niçin Yazıyorum?
Yazarlar Hakkında Her Şey
Ben Bir Yazarım!
Şu An Ne Okuyorsunuz?
Tüm başlıklar  


 


 

 




Arama Motoru

İzEdebiyat > Öykü > Bilim Kurgu > Levent




1 Mayıs 2006
Kovan Savaşları (1. Bölüm)  
İlk Temas

Levent


“Bakacak zaman yok Kemal! Bakacak zaman yok! Bu ne Allah’ın belası böyle!” dediği anda helikopteri binanın arkasından kaldırmış ve ileriye süratle hamle etmişti. “Kemal otomatik top kumandası bende roket ve füzeler sende! Buraya bir baraj kuruyoruz!” Ateşe başlamıştı Paşa.


:DDHC:
Şeref Paşa İstanbul’u izledi.. Yani ondan geriye kalan harabeleri.. Yağmur yıkıntılarla bezenmiş ve cansız şehrin üzerine yağarken helikopterini Ayasofya’nın çevresinde bir tur döndürdü.. Dalgınca havadan seyretti İstanbul’unu..
“Eskiler bina yapmasını biliyormuş Kemal” diye konuştu, ikinci komutanına. “2012 depreminde şehrin neredeyse tamamı yıkıldı ama Ayasofya, Camiler ve Hisarlar ayaktaydı.. Bugün hala ayaktalar. Buna ilahi bir anlam vermeli miyiz sence?” diye ifadesizce konuştu, emeklilikten zorunlu olarak geri gelmiş olan Paşa. Kullandığı saldırı helikopterini geri çevirdi ve rotasını vurucu üs olarak kullandıkları Yenişehir inşaat sahası olarak belirleyip otomatik pilota bağladı.
Kemal Yarbay rütbesine göre genç ve gazi bir komutandı. İlk hizmetini Şeref Paşa emrinde icra etmiş ve ona her zaman aşırı bir sadakatle bağlı kalmıştı.. Yıllar boyu görüşmeden, uzak kalsalar da kader onları yeniden birleştirdiğinden bu yana eskinin sıkı bağlarının gevşemediği ortadaydı.. Kemal Yarbay dünyanın sonunu getireceği kesin sayılan; kıyamet sayılan devasa meteorun sanıldığı gibi bir kıyamet yaşatmadığını görmüş ve sağ kalmıştı.. Meteor dünyanın umutsuz ama ortak çabaları ile çarpışma öncesi uzayda vurulmuş ve anlaşılan durdurulamasa da parçalara bölünmüştü.. Kayadan yağmur öncesinde bile ayaklanmalar ve çatışmalar, şiddet olayları ve suç dalgası ile kitlesel çılgınlığa kapılmış bir dünya varken şimdiki durum daha da berbattı..
“Kıyamet tellalları ölmediklerini görünce derin bir kedere batmışlardır. Cehennem diye bağırıyordular. Daha çekecek çileleri olduğunu görünce dehşete düştüklerine eminim. Fırsatını bulduklarında buna da bir kulp takacaklardır Paşam” diye gülümsedi Yarbay.
Paşa onayladı, “Ona ne şüphe.”
Şeref Paşa orduda önde gelen ve ağırlığı sadece üst düzeyde değil daha aşağı kademelerde de hissedilen bir Paşa iken emekliliğinin yaklaştığı sıralarda iki çok üzücü olay yaşamıştı. Önce çok sevdiği eşini bir hastalık neticesinde kaybetmiş hemen az sonra da bir trafik kazası sonucu kızı ve oğlu ile onların ailelerini ve torunlarını kaybetmişti.. Yıllar boyu muharebe görevlerinde pek çok askerini kaybetmek acısına yüreği kolay dayanamamıştı ama bir de ailesini de kaybedince Şeref Paşa’nın hayata küsmesine hiçbir şey mani olamamıştı.. Yıllanmış asker tüm ısrarlara karşılık erken emeklilik alıp İstanbul’a yerleşmiş ve buradaki sayılı kadim dostlarından başkası ile görüşmez olmuştu..
Sonra bu meteor haberi dünya gündeminde patlamıştı!
Bütün dünya çılgınlığın eşiğindeyken önlemler de alınmaya çalışılıyordu.. En iyi ihtimale karşılık hazırlıklar yapılıyordu çünkü daha kötü bir senaryoda insanın soyunu kurtarma şansı yoktu.. Sığınaklar her ülkede seçilmiş kişileri ve sonra da kura yöntemi ile belirlenen kişileri belli ölçüde koruyabilecekti.. Devletlerin dışında özel kuruluşlar ve birleşen halk da sığınaklar inşa etmeye, su ve besin stoklamaya başladığında daha sekiz yıl vardı meteorun çarpmasına.. Bununla beraber süre aldatıcıydı.. Üç yıl geçtikten sonra meteor güneş sistemi içinde birden hız arttırmış ve kalan süre beş yıldan üç yıla inmişti.. Hala yeterli bir süre olmasına karşılık bu halktaki korkuyu körüklemişti.. Korkan büyük kitleler bir sorundu. Ama korkan bir bütün dünya halkları başka bir şeydi! Sıkı yönetim ve askeri darbeleri isyanlar ve iç savaşlar, suç dalgaları izledi.. Kaos bütün dünyayı sardı. Devletler parçalandı. Ülkeler arasında çatışmalar baş gösterdi.
Sonra yine bir şey oldu, son yaklaşırken.. Daha üç ay varken meteor yeniden hız kazandı ve süre on yedi güne indi.. Sığınaklar süratle son hazırlıklarına ve dolup mühürlenme işlemlerine başlarken sığınaklara halk hücumları artık yalvarış, yakarış değil öfke ve şiddet doluydu; silahlıydı, organizeydi.. Ordu, polis ve özel sığınak bölgelerinin güvenlik kuvvetleri ile ölmemek için çabalayan koca halk yığınları arasında kanlı çarpışmalar yaşandı..
Sonunda gün geldi.
Meteor gelmeden bir iki hafta öncesinde başlayan kısmi meteor yağmurundan sonra, büyük meteor yörüngedeki güçlü lazer topları ve nükleer silahlarla vurulduktan sonra, asıl fırtına dünyaya vurdu.
Dünyada yer yer büyük yıkımlar ve felaketler yaşanırken bazı bölgeler ise sadece kayan yıldızları izlemekle yetinmiş ve uzaklara düşen meteorların sarsıntılarını zaman zaman duysalar da hepsi o olmuştu..
İstanbul on iki yıl önceki depremde neredeyse tamamen yıkıldıktan sonra kısa sürede yeniden inşa edilmeye başlanmıştı. Şehir bütün hatalarından ders alma ve eski ününü gölgede bırakacak bir çehreye bürünme çabasında çok çalışmıştı.. Tam iyi şeyler ortaya çıkıp toparlanmaya başladığı sırada ise meteor bilgisi gündeme düşmüştü! Sonrasında ise bütün kaynaklar sığınaklara ve savunmaya yönlenmişti. Son üç aydır şehirde kan durmamıştı. Ayaklanmalar ve suç dalgası mahallelerin örgütlenmesine ve mahalle savaşlarına kadar gitmişti. İnanılmaz bir çöküş tüm dünyada olduğu gibi burada da insanoğlunu karanlık bir çağa atmıştı sanki! Hal böyle iken kıyamet gününde ilk meteorlar gökten ateş olup yağmaya başlamıştı.. Bu tam on dokuz gün önceydi.. Yağmur kısa sürmüş ve şehri kısmen vurduktan sonra bir iki gün içinde kesilmişti.. Fakat hala gökte gündüz vakti bile ışık şenlikleri ile izlenen meteor sağanağı vardı ve onlar da kaybolana kadar yağmurun uğrayıp uğramayacağından emin olunamazdı..
İstanbul’un sığınak bölgelerini koruyan asıl garnizon bu meteor yağmuru ile vurulmuştu. Bir iki gün sonra oraya sığınaklara alınmamış sivilleri ayaklanan başıbozuk güruhlardan korumak için organize ettiği silahlı sivil savunma örgütü ile ulaşan Paşa İstanbul’da en ağır yarayı dramatik bir biçimde sığınakların aldığını görmüştü.. Kemal Yarbay ve kurtulanlara ulaşmalarından bir hafta sonra ise onların lideri ve komutanı sıfatını taşıyordu.. Ondan daha rütbeli bir subay şu an için ulaşılır durumda değildi ve Yarbay o hayatta olduğu sürece; emekli dahi olsa, ona komutanım diyecek kadar bağlıydı. Paşa’yı binbir dil döküp sonunda komutayı almaya ikna etmişti. Epey duygu sömürüsü yapmıştı doğrusu.
Saat daha öğlene geliyordu ama hava git gide kararıyordu. Yağmur hızlanıyordu. Karanlık ve sert, sağanak yağmura rağmen iki asker de fırtına beklemiyordu.
“Belki de kıyamet budur Kemal Yarbayım.. Baksana, her şeyi gördüm diye bilirdim.. Ama daha görmemişim..” diyordu Paşa, o anda acil bir mesaj aldılar..
“Gökdelen’den Çevik 1’e. Gökdelen’den Çevik 1’e. Tamam.”
“Çevik 1 dinlemede. Tamam.”
“Paşam! Kuzeydoğu, stadyum bölgesindeki devriyelerimiz saldırı rapor ettiler! Kod Mavi 09 bildirdiler komutanım!”
Helikopterdeki iki asker de şaşkın durumdaydı. Bu acil durum kodları arasındaki Mavi 09 özel bir kod idi ve Küresel Güvenlik Teşkilatı adındaki varlığı inkar edilen uluslararası bir güvenlik örgütünün tavsiyesi ile dünyadaki bütün ordularda son on beş yıldır kullanıma açıktı. Anlamı tanımlanamayan; olasılıkla dünya dışı içerikli düşmanca hareket, idi. Şaka gibi gelmiş ve bütün ordularda dalga geçilmiş olmasına karşılık üst düzey komutanların bu konuya ciddiyet gösterip önem vermesi kısa sürede rahatsız edici bir hal de almıştı.. Az zaman sonra bu meteor olayının ortaya çıkması ise bazı zihinleri çok karıştırmıştı..
“Devriyenin komutası kimde Binbaşım” diye sordu Yarbay.
Bu esnada Şeref Paşa helikopterin kumandasını otomatikten çıkarmış ve istikameti kuzeydoğuya çevirmişti. Saldırı helikopteri Rusya’dan özel anlaşmalarla alınan ve son on yıldır askeri çevrelerde ünlü olan Omega 1B idi. En büyük özelliği sürati ve çevikliğiydi. Helikopter saatte beş yüz mili aşan maksimum muharebe sürati ile etkileyiciydi. Üstelik yerden atılan roket ve füzelerin büyük bölümüne karşı çok etkili gizli bir savunma sistemi de vardı. Bu çok pahalı ve üstün savaş oyuncağını Rusya’nın nasıl sattığı ve Türkiye’nin teknoloji transferi ve ülkede üretim şartları ile nasıl aldığı uluslararası sırlar içinde en merak konusu olanlardandı.
“Komutada Cihan Yüzbaşı var komutanım. RPG ve LAW roketleri yanında bire ondan az olmamak kaydıyla hafif piyade tehdidi ve de gaz saldırısı ile karşılaştıklarını, bağlantımızın kopabileceğini bildirdi. Bölgedeki bir sığınak kompleksine çekildiklerini bildirdikten sonra bir daha bağlantımız olmadı. Başka haber alamadık. Sürekli irtibat kurmayı deniyoruz. Yakındaki diğer devriye uyarıldı ve destek için yönlendirildi komutanım”
“İkinci devriye uzak gözetimde kalsın Binbaşım. Cihan’ın devriyesi onlardan aşağı değildi. Paşam, üç operasyon gurubunun havadan bölge güvenlik sınırına indirilip desteklenmesini öneriyorum” diyerek onay istedi Yarbay.
Şeref Paşa onayla yetinmedi, “İlave olarak yerden ZPT desteği ve hava eşliğinde Omegalar ile Cobraları istiyorum. RPG ve LAW uyarısı yapın. Gaz konusunda da dikkatli olun. Topçu desteği için kapasitemiz ne durumda Oktay?”
“Emrettiğiniz tahkimatların yarısına yakını tamamlandı ve muharebeye müsait durumda Paşam” diye cevapladı Oktay Binbaşı.
“Bütün devriyelere şu an itibariyle acil topçu desteği isteme yetkisi tanınmıştır. Bildirilsin.”
“Emredersiniz Paşam.”
Şehirdeki çete savaşları ve kaos orman kanunlarını tek kanun yaptığından düzeni sağlamak için mücadele veren Şeref Paşa komutasındaki 17. Sığınak Bölgesi Muhafız Tümeni farklı yerlerde günlerdir küçük çaplı çatışmalarda çarpışıyordu ve her an çarpışmaya hazırdı. Şu anda da helikopter tamamen silahlı ve savaşa hazır durumdaydı. Helikopter kısa sürede artık sözü geçen mevkiye ulaşmıştı. Devriyenin araçlarından arta kalanlara bakılırsa saldıranlar devriye ile mukayese kabul edecek beceride değillerdi.. Bir kitabı okur gibi muharebe meydanını okuyabilirdi usta bir komutan..
Devriyede süratli hareket eden Humex zırhlı arazi araçlarından iki ve hafif zırhlı BMP nakliye kamyonlarından bir tane ile silahlı ikişer kişinin kullandığı savaş motosikletlerinden altı tane vardı. Burada bir Humex terk edilmişti ve diğeri de iki isabetle alevler içindeydi. Terk edildikten sonra vurulmuştu. Kamyon bir binanın alt katındaki dükkana kafadan girmişti. Araçlar aniden terk edilmiş olmasına rağmen terk eğitimli bir biçimde olmuş ve neredeyse tam bir çember ile siper oluşturulmuştu. Motosikletler ortada yoktu. Hızlı ve çevik araçların personeli süratli vur kaç ve çevirmeler için eğitilirdi. Sağlam olmaları iyiye işaretti ve Paşa sağlam olduklarından emin gibiydi. Savaş alanında çok fazla ceset vardı.. Silahları ise çeşitli hafif makineliler, tüfekler ve RPG roketleriydi.. Bu kavşak meydanında pek çok patlama izi ve hala yanan bir sürü ateş çukuru vardı.
“Paşam başıbozuk güruh işine benziyor” diye ifade etti Yarbay.
“Silah kullanmayı bilmediklerini kastediyorsan haklısın ama organize olmadıkların söylemek doğru olmaz. İyi organize olmuşlar. Ve cesetlerin yığılma durumuna bakılırsa çekinmeden çarpışmışlar.. Önceden olsa intihar saldırısı derdim ama kitlesel bunalımın insanları nerelere getirdiğini gördükten sonra şaşırmıyorum.”
“Paşam ölüler arasında bizim çocuklardan iz göremiyorum. Belki de en kötü ihtimalle yaralımız vardır.”
“İnşallah öyledir Yarbayım.. Bu arada, RRP’de iz var mı?”
Bütün askerlerin bileklerinde muharebe istihbarat ve iletişim amaçlı asker veri işlem bilgisayarı AVİ vardı. Uydulardan çalışan küresel yer belirleme sistemi; GPS, uydular meteor yağmurunda yok olduğu için çalışmıyordu. Bununla beraber GPS herhangi bir durumda kapanacak olursa diye geliştirilen eski moda bir yöntem olan yer istasyonlarından ve elektronik muharebe destek uçaklarından faydalanan RRP için altyapı süratle kurulabilir durumdaydı. Uyduların yerini tutmasa da sistem kendi bölgende yada operasyon sahasında önemli bir hakimiyete imkan sağlıyordu.
“İstasyonlar bu bölgede henüz yeni kurulacaktı Paşam. Kuramadan saldırıya uğramışlar. Paşam termal tarayıcıda stadyumun güney yönünde kalabalık iz gurubu okuyorum. Keşif gözü için yüksekliğe ihtiyacımız var”
“Tamam Kemal, yükseliyorum ve yavaşça o tarafa ilerliyorum. Silah sistemleri hazır. Bana ne olduğunu göster. Bu gördüklerimize Mavi 09 diyemem ama Cihan Yüzbaşı bende sağlam bir adam intibası bırakmıştı. Bir bildiği olmalı.”
“Cihan ve takımı çok iyidir komutanım. Büyük Orta Doğu Savaşı’nda cephe ötesinde yüz on gün takviyesiz savaşmıştılar. Mavi 09 diyorsa bunu en azından on kere düşünüp söylemiştir. Tek bir şüphesi olsa rapor etmezdi.” Kemal Yarbay, Cihan Yüzbaşı ve takımına büyük saygı ve güven duyardı. Öyle bir savaşta düşman hattı gerisinde yüz on gün tek başına ve kendi kaynaklarını yaratarak çarpışan bir birlik kahramandan başka bir şey değildi.
Omega yarım bir yay ile dönüp aynı anda da yükselme manevrası ile hedef bölgeye yönelirken hızı düşüktü ve Paşa gece saldırı modunu aktif hale getiriyordu.. Az sonra helikopter bir metre yanındaki birisi için bile bir arabanın motorundan daha fazla ses çıkarmıyordu, nerdeyse sessizdi. Yağmur yumuşamıştı ama hava hala karanlıktı ve uzaklarda şimşekler çakıyordu.
Pervanenin üzerinde bulunan bir metre çapındaki bir kürecik uzun mesafede etkili ses alıcı ve çeşitli farklı özelliklerde görüş sağlayıcı bir donanımdı; Omega’yı sadece saldırı değil, saldırı öncesi tam bir keşif ve istihbaratta da eşsiz kılıyordu. Bulunduğu konumdan dört metre yukarıya yükseltilebilen küre göz helikopterin bina yada tepe gibi yükseltilerin ardına gizlenip görünmeden yükseltinin arkasını görmesine imkan veriyordu. Tıpkı şu anda olduğu gibi..
Bu esnada Yenişehir Operasyon komutası; Gökdelen, Omega üzerinden sinyalini güçlendirerek bölgeye sürekli sesleniyor ve devriyeden cevap almaya çalışıyordu..

Daha sabahın ilk saatleriydi ve hava günün nasıl olacağını açıkça söylüyordu. Devriye ve RRP istasyonlarının kurulumu görevi ile dışarı çıkacak olan Cihan için tatsız bir gün demekti bu. Bir sürü savaş yarasına sahip olan yıllanmış asker böyle ıslak günlerde eski yaralarından bazılarını şiddetle hissediyordu.. Bir küfür uçtu dudaklarından.
“Efendim komutanım. Bir şey mi dediniz?” dedi hemen yanındaki Rafael Yüzbaşı. Türk ordusundaki Yahudi kökenli bir subay olan Rafael yakın dost olmalarına rağmen binbaşılığı bir iki disiplin hatası yüzünden epey gecikmiş Cihan’a genelde komutanım derdi.
“Tatsız bir gün olacak” dedi Cihan.
Anlamıştı Rafael. Gülümsedi. “Şahin Başçavuş dün bana geldi” diyerek konuyu değiştirdi.
Cihan ilgilenmişti bununla. Ona doğru döndü.
“Bir sorun mu varmış?”
“Olabilir. Nişancıların ikisi birden huylanmış.” diyerek gülümsedi. Takımın iki nişancısı işlerinde çok iyi olmalarının yanında kesinlikle hasta paranoyaklardı. “İki üç gündür devriye hattında anormallik olduğunu söylüyorlarmış. Etraf çok sessizmiş. Levent kuşlar yok diyormuş, Ural da kedilere takmış. Kediden geçilmiyordu şimdi bir tane bile yok diyormuş” dedi ve farkında olmadan suratı karardı. Aklına Berusum gelmişti. Orta Doğu Savaşında Cihan’ın takımı üç ay boyunca düşman hattı gerisinde çarpışırken bu iki nişancının çıkardığı savaş bir noktada takımın kurtarıcısı olmuştu. Zaten ikisini paranoyak yapan da o savaş olmuştu. O savaştan, öyle ya da böyle, yara almadan çıkan kimse de yoktu..
Cihan da anladı ve hatıraların tuzağına dalmadan kendine geldi. “Berusum, değil mi?” diye sordu Rafael’e. Dostunun yüzünde derin acı izleri vardı. İnsanlıklarından utandıkları bir yerdi Berusum. Savaşın çirkin yüzünün en çirkin halini görmüştüler.
“Evet” dedi silkelenen Rafael.
İkisi de bir an durup düşündüler.
“Bu kadarı ile Komutan’a gidip somut bir nedenimiz var diyemeyiz ama nişancılar vurucu timdeki en iyi gözlerdir. Yola çıkmamıza bir saatten az kaldı. Bütün timi sen kontrol et. Tam donanım ve yedek kitleri de alın. Bundan hoşlanmayacaklar, böyle bir görev için çok ağır olacak ama herşeyi alacaklar. Herkes. Bütün devriyelere de uyanık olma uyarısı yollat. Fazla dillendirme. Sadece uyarıldıklarından emin ol.”
“Hergün çatışmanın içindeyiz. Standart donanımımız bile çok iyi. Bu hazırlık fazla olabilir mi?” diye cidden merakla sordu Rafael.
“İtiraf etmek gerekirse öyle olmasını diliyorum ama buna inanmıyorum. Batıl inanç sahibi olmak savaşta iyidir Rafael. Uyanık olmak için sana neden verir. Nişancılarıma güveniyorum. Bir ay kadar önce ayaklanma guruplarını birleştiren birisi olduğu istihbaratını almıştık. Hatırladın mı? İlgisi olabilir.”

Takım gerçekten bundan subayı, astsubayı ve erleriyle beraber nefret etmişti. Daha önce de bu olmuştu. Sorumluları biliyordular. Sıradan bir görev ne zaman böyle bir kıyafete bürünse bunun altından nişancılar çıkardı. Ve işin kötü yanı daha önce sadece bir kere yanılmıştılar ve onda da herkes açıkça çok iyi hazırlıklı olduklarını gösterdikleri için karşı tarafın vazgeçtiğini düşünüyordu ve nişancıların orada da haklı olduğuna inanıyordu..
“Bursalı, olum, bu G6 silahı on iki kilo, tam takım muharebe zırhı ve miğfer dokuz kilo, cephane kitleri on kilo, gaz maskesi, gecegörüş gözlükleri, erzak..” bu son ikisini bastırarak söylemişti; bunlar hava kararmadan dönecek bir tim için fazlaydı.. “..AVİ, 14’lü Block tabanca, elektrik tabancası, patlayıcılar ve el bombaları. Bunları benim yerime sen taşıyacaksın.” dedi Savaş. Diğerleri açıkça sırıtıyordular. Savaş, Levent’e çok kızmıştı.
“Gün bitmeden Erzurumlu poponu bunlara borçlu kalabilirsin. Dua et de haksız çıkayım” dedi Levent. O da gülümsüyordu.
“Dua et de haklı çıkasın” dedi Savaş. Sonra ne saçmaladığını fark edip bir koca küfür savurdu.. Herkes kahkahalara boğuldu ama bunlar açıkça sinirli kahkahalardı. İçinde bulundukları durum hoş değildi. Önce meteor lafı ile çıkan olaylar, ayaklanmalar, suç olaylarına ordu destekli müdahale ve sonrasında da meteorun düşmesi gereken gün vurulması ve sığınakların yaralanmasını takip eden günlerde şehirdeki çatışmalar.. Savaşta başka ülkenin insanlarını öldürmek bile bir yerden sonra bir askerin ruhunda yaralar açıyordu ama kendi ülkenin insanına silah doğrultup ateş açmak başka bir şeydi. Ayaklanma, isyan ya da adı her ne olursa.. Bu askerin insanlığını yaralayıp ruhuna işkence çektiren bir şeydi. Aslında savaşın kendisi başlı başına insanlığın en büyük illetiydi.
Rafael aynen emredildiği gibi bizzat donanımı kontrol etti. Şahin Başçavuş bile ekşi bir surat ile yardım etmişti askerlerin denetlenmesine. Takımın rütbelileri de devriye ve istasyon kurulumunda bu kadar silah ve cephaneye işkence gözü ile bakmıştı. Hatta Okan Teğmen açıkça ağlamaklı olmuştu çünkü yedek cephanenin sorumluluğu ona aitti. Bu bir çatışma anında koca bir mermi sandığını yüklenmek demekti.
Sonunda tatsız bir görev için son kontroller de yapıldı ve istasyon sandıkları BMP kamyonuna askerlerin yanına yüklendi.
“Birinci manga rütbelileri öndeki Hummex’de benimle olacak. İkici Hummex ikinci manga rütbelilerinin. Panterler iki ön, iki arka ve iki ileri keşif şeklinde guruplanacak. BMP, Hummex’lerin arasında olacak. Yani standart ilerleyeceğiz arkadaşlar. Bununla beraber herkesin gözünü dört açmasını istiyorum. Endişelenmek için yeterince sebebimiz zaten var. İstanbul’ da hakim değiliz ve düşmanca hareket eden silahlı guruplarla çatışmalarımız devam ediyor. Son günlerdeki yavaşlamaya dikkatimiz çekildiği için bu gün daha bir temkinli olacağız.” diye konuşurken üzerindeki kıyafeti gösterdi Cihan Yüzbaşı, “Bu sizin giydiklerinizden daha hafif ya da rahat değil. Ve ben de sizden daha mutlu değilim. Hadi gidip görevimizi yapalım olur mu?!”
Askeri ve rütbelisi ile hep bir ağızdan çıkan tek ses, güçlü ve yırtıcı bir onay nidası ile Cihan Yüzbaşı komutasındaki 51. Vurucu Komando Takımı araç binip yola koyuldu.
“Ne var o çantada Ural?” diye sordu Hüseyin Çavuş. Şahin Başçavuş nakliye kamyonunun ön tarafında Süleyman Çavuş ile beraberdi. Hüseyin’in askerlerin başında olması Şahin’i rahatlatıyordu. Hem Süleyman daha bir geyik bir yol arkadaşıydı ve önlerinde epey yol, bir dolu iş vardı.
Ural fazladan bir yük olarak taşıdığı çantayı açıp sırıtarak gösterdi.
“Oohhhaaa!” nidası Özgür onbaşı dan geldi.
“O düşündüğüm şey mi?” diye sordu Levent.
“S-40 tipi KANN-S mermisi.” dedi Ural gevrek gevrek.
S-40, iki safhalı KANN-S keskin nişancı silahının kullandığı mermi çeşitlerinden patlayıcı özellikli olanıydı ve zırhlı araçları da etkisizleştirecek kapasitedeydi.
“Onun bizde olmaması gerekiyor. Sadece SAT’ların envanterindeydi. Nerden buldun?” diye ağzının suyu akarak sordu Levent.
“Yeşilköy Baskını’nda ele geçirdiklerimizden. Numune amaçlı birkaç kutuyu zulaya atmış olabilir miyim acaba?” diye gülüyordu Ural.
“Bir kutuyu bana vermezsen seni Şahin’e ispiyonlarım.” diye şakayla tehdit etti Levent. Diğerleri buna gülerken Ural;
“Kardeşim, lafı mı olur? Al bakem.” Diyerek bir kutuyu hemen uzattı. İki Nişancı da ağızları kulaklarında gülümsüyordu.
“Dikkatli kullan birader.”
“Çocuk diiliz abisi. Elimizdeki nedir biliyoruz.”
Yolun başları böyleydi. Şamata ve muhabbetle, tasasızca ilerlediler. Askerler ölümü en iyi bilenlerdi. Yaşamı da.. Ölümden zaman çalarak yaşadıkların biliyordular. Ölümden kaçış yoktu. Bu nedenle hayatı gülerek ve neşe ile yaşamayı ve de yeri gelince de savaşmayı çok iyi dengeleyebiliyordular. Askerler sivillerin, sıradan insanların garip bulacağı bir eğlence ve yaşam tarzına sahipti ve onlar da sıradan insanı garip buluyordu. Bu komikti ve de acıydı.
Tanıdık ve kontrol altındaki bölgede ilerliyordular. Yenişehir İnşaat Sahası dışına çıktıkları andan itibaren yolun rengi değişmişti. BMP’nin kurşun geçirmez branda kasa örtüsünde askerlerin dışarıya atış yapabileceği atış yuvaları vardı ve şimdi herkes ayakta, silahları hazır biçimde dört gözle etrafı tarıyordular. Sessiz ve boş sokaklarda kimseyi görmeden ve hiçbir şey duymadan ilerliyordu devriye. Yağmur kalınlaşıyor ve hızlanıyordu. Hava bulutlu ve karanlıktı. Koca metropolde deprem ve meteora rağmen hala üç milyon kişi olmalıydı. Şehir o kadar hasar almamıştı. Meteor yağmuru hasarı bölgesel ve aslında bu büyüklükte bir şehir ve nüfus için çok zayıftı. Radardan izlendiği kadarı ile düşen meteorların büyüklüğü bir iki metre çapa ancak ulaşmıştı. Ama meteorlardan daha kötüsü halkın kendine ettiği idi. İnsanların deliliği sınır tanımamıştı. Ayaklanmanın karmaşası ve suç dalgası çok kan ve gözyaşı akıtmıştı. İnsanların çoğu korku ve dehşet içinde bulabildiği her delikte yaşamaya çalışıyor ve saklanıyordu. Otorite ve kanun olmadığında orman kanunlarının neler yapabileceği ve insanın ne kadar çirkinleşebileceğini görmek askerlerin kendi vatandaşlarına silah çekme konusundaki çekincelerini kısa sürede çok zayıflatmıştı. Her şeyden önce onların da aileleri vardı ve birilerinin kendi ailelerine bunları yaptığını düşünmek onları çok etkilemişti.
İki saat boyunca ilerlediler ve planlanan hakim noktalara RRP istasyonları olan çanta boyutlarındaki cihazları ve antenlerini yerleştirip kamufle ederek görevlerini yaptılar. Sonra işler değişmeye başladı.
Motosikletli birimler olan Panterler AVİ iletişim kanalından görüntülü bir mesajla ilginç bir durum bildiriyordu.
“Cihan Yüzbaşım, Kedi 3 bildiriyor. Bu görüntüyü alabiliyor musunuz?”
Görüntüde yeşil yosunla kaplı sokaklar ve meteor hasarı olduğu belli olan hasarlara sahip binalar vardı. Yosunların arasından yer yer ilginç tropikal ağaç ve bitki kümeleri de fışkırıyor gibiydi. Yani buna benziyordu en azından.
“Görüyorum Kedi 3. Deniz seviyesinde misiniz?”
“Rakım tam olarak yüz elli bir Komutanım. Şehitler Tepesi’nin güney kısmında burası. Kuzeydoğu, Stadyum bölgesinin en kuzey ucu. Etraflıca araştırma için izin istiyorum.”
“İzin verilmedi Kedi 3. Bizden çok öndesin. Mevkini koru. Sana doğru geliyoruz.”
“Anlaşıldı, tamam.”
“Kedi 4 ve Kedi 6. Önden gidip Kedi 3 e katılın.”
“Anlaşıldı.”
“Yoldayız. Tamam.”
“Biz de gidelim. Sür Cengiz.”
“Emredersin Komutanım.”
“Komutanım meteorların boğazda yol açtığı tsunami o rakıma çıkabilir mi?” diye soran Melisa Üsteğmen’di. Narin ve hanım hanımcık bir doktora göre savaş şartlarında inanılmaz bir sertlik ve askerlik sergileyen bu subayın halleri Cihan’ı hep şaşırtıyordu. Bazen ukala bir çokbilmiş bazen ise tam bir iyi öğrenci tavırları ile öne çıkıyordu.
“Denizbilimci değilim ama o rakım bir yana benim gördüklerimi siz de gördünüz. Rüya değildi, değil mi?”
“Ben sizinle aynı fikirdeyim komutanım. Bir ay su altında kalsa bile o halde olmamalıydı orası” diyen Murat Üsteğmen idi.
Genç Dilaver Teğmen Heyecanlanmıştı. “Ne demek oluyor o zaman bu gördüklerimiz?”
“Gidip göreceğiz Teğmenim.” dedi Cihan Yüzbaşı.
Ve yola çıkmıştılar..
Daha on dakika yol almıştılar ki öncüden mesaj geldi. Miğferlerinde bulunan kameralar ve AVİ’leri sayesinde bütün tim üyeleri sesli ve görüntülü haberleşebiliyordu.
“Temas bildiriyorum. Saklanıyorlar.”
Ve aynı anda da arkadaki Panterden bir mesaj geldi. Bu aslında tam bir feryattı.
“Pusu! Pusu! Pusu! Arkayı kapatıyorlar! LAW ve RPG görüyorum! Kalabalıklar!”
Cihan Yüzbaşı ilk kez pusuya düşmüyordu. 51. Vurucu Komando Takımı da ilk kez pusuya düşmüyordu. Aynı emiri bir çok ağız aynı anda haykırırken emri bütün takım süratle ve eğitimini aldığı şekilde uyguluyordu.
“Araç terk et!!”
“Araç terk et!!”
“Araç terk et!!”
Araçlar terk edilirken 51. takım; Yalnız Kurtlar, siper alarak yayılıyordu ve roketlere toplu hedef olmamak için süratle hareket ediyordu. Silah sesleri patlamıştı. Yoğun ateş altındaydılar. Roketler havada uçuşmaya başlamıştı. Bu ilk atışlar pusuya düşenlere epey umut vermişti. Savaş deneyimli takımın her üyesi kısa sürede düşmanın iyi nişancı olmadığını biliyordu ama sevinmek için çok erkendi.
Cihan takımının durumunu görebiliyordu. AVİ’si bütün takım üyelerinin yakınlarda oldukları sürece sağlık durumu ve yer bilgisini ona söyleyebiliyordu. Ama Kediler uzaktaydı ve uydular ile GPS olmadan arazi şekilleri ile mesafe engelleyiciydi.
“Kedi 1! Kediler ne durumda?!” diyerek en yakın ve ulaşılabilir Panter’e seslendi.
“Sağlam ve süratle bu tarafa akıyorlar.”
“Sizden tam keşif istiyorum. Saflarının arkasında kalın. İyi değiller ama kalabalık gibiler. Ateş güçleri ve sayıları bilgisine ihtiyacımız var”
“Anlaşıldı. Mesafeli keşifteyiz.”
Cihan adamlarına döndü. Mermiler havada uçuşuyordu. Pusucular bir Humex’i güç bela vurmuştu ama arkasındaki Okan oradan çoktan uzaklaşmıştı. Bir binanın alt katındaki dükkana kafadan dalmış ve sağlam bir siper bulmuş olan kamyondaki guruba katılmıştı.
“Rapor verin! Herkes sağlam mı?!” diye AVİ’den seslendi Cihan.
İlk cevap veren Şahin Başçavuş idi. “BMP sağlam ve tam teçhizat. İyi bir örtümüz var. Şimdilik idare ederiz. Okan Teğmenim de yanımızda.”
Rafael Yüzbaşı da aynen cevapladı.
“Humex 2 tayfası sağlam ve tam yüklü. Yer değiştirip tutunuyoruz. Sağlam bir mevzi arıyoruz.”
Yağmur sağanak halde yağıyordu. İstanbul sokakları her yağmurda olduğu gibi yine dereler gibi akıyordu. Şimşeklerin ışıkları bulutlu ve karanlık havayı yırtıp duruyordu.
Cihan yüzbaşı ağzını açacaktı ki bir roket siper aldıkları köşe başını ıskalayıp az ileride patladı. Etrafa beton ve çam parçaları alevlerle beraber patladı. Cihan Yüzbaşı kendini yüz üstü yere atarken alevler ve cam parçaları beton ve tuğla molozlarıya beraber üzerinden akıp geçti.
O daha ayağa kalkamadan BMP gurubu topçu tüfeği ve roketatarları ile karşı saldırıya başlamıştı. Şahin Başçavuş ve askerlerin çıkışı çok etkiliydi. Nişancılar roketçileri bir bir indiriyordu ve boşta kalan zamanda da ıskalamadan diğerlerine destek oluyordu. İki tane topçu tüfeği, iki tane G6 ağır makineli ve iki tane ROM roketatarları vardı. Kalan takın üyelerinin hepsi piyade katili adı ile ünlenmiş çok hızlı ve güçlü bir silah olan FAMAC piyade tüfeği taşıyordu. Silah dipçikten atmış mermilik bir şarjörle besleniyordu ve doldurmadan daha uzun süre kesintisiz ateş etme imkanı vererek ateş üstünlüğü sağlıyordu. Savaş gurubu bu haliyle çok etkiliydi. Silah ve donanım üstünlüğü eğitim ve savaş deneyimi ile birleşince bu kaçınılmazdı. Şimdiden düşmanları ağır kayıplar vermişti ve pusu dağıtılacak gibiydi. Ama öyle değildi. Düşman kayıp veriyordu ama pusu dağılmıyordu. Sel gibi akıyordular. Düşenin yerini yenisi alıyordu. Böğürüp gırtlaktan anlaşılmaz haykırışlarla saldırıyordular. Yalnız Kurtlar el bombaları ve ağır makineli desteğinde bir saldırıya kalktıkları esnada düşmanın da aynen sertlikle karşılık vermesi ve ölerek karşı koyması üzerine geri çekildiler. Sayı üstünlüğü çok fazlaydı.
Cihan küfretti. Düşman ölüm pahasına saldırıyordu. Böyle çılgınca, fanatikçe bir direnişi en son savaşta görmüştü. Ayaklanmanın delirttiği insanlar bile bir yerde kırılıp geriliyordu. Ama burada öyle değildi.
“Kedi 2 bildiriyor. Sayıları çok fazla. Çevrenizde silahlı beş yüz kişi var. Kedi 4 bu yöne ilerleyen iki yüz kişilik bir gurup bildiriyor. Geri dönüş yolunu barikatla kapatan gurup da yüz kişi kadar. Tam evlerinin ortasındayız. Tek açıklık kuzeydoğu yönünde. Yaya kaçış mümkün. En zayıf hat burada. Sadece otuz kırk kişi sayıyorum.”
“ O halde uzaklaşma pahasına o yönü kullanacağız. Ama bu konuda içim rahat değil, bir salak bile bu kadar büyük bir güç varken bu kadar zayıf bir kenar bırakmaz. Bir şey biliyor ya da planlıyorsa o başka.”
“Üzerinize kapanacaklar Komutanım. Binalar sizi bir süre koruyabilir ama roket atışı yoğun ve binalar ise bunu kaldıramaz. Dar alandasınız.”
“Başka şansımız olmadığını biliyorum..” diyordu Cihan ama konuşması AVİ’ den herkese seslenen bir uyarı ile kesildi. Melisa Üsteğmen’in sesiydi bu.
“Gaz maskeleri! Gaz maskeleri! Kimyasal silah kullanıyorlar! Gaz maskeleri!”
Tek bir soru ve tereddüt olmadan takımın doktorunun uyarısı ile herkes gaz maskelerini takmıştı.
Çatışma sürerken bir yandan da gerçekten düşman turuncu el bombası benzeri silahlarla saldırısını yeni bir şekle sokmuştu. Kurtlar da buna sert cevap veriyordu. Silahlar isabetle ateşleniyor ve el bombaları ile topçu tüfeği atışları kalabalıkları havalarla uçuruyordu. Çevreye sarı ve turuncu renkli toz bulutları saçan bombalar gaz maskeleri sayesinde etkisiz olsa da yer yer görüşü iki taraf için de engelliyordu. Cihan sürüne koşa ateş altında ilerlemiş ve etrafında mermiler vınlarken doktorun yanına ulaşmıştı.
“Yüzbaşım! Murat Üsteğmen etkilendi. Bilinci kapalı.”
Daha bir şey soramadan bir mesaj daha geliyordu.
“Komutanım düşman yaralılarından birinin yanındayım! Buna inanmayacaksınız ama bu adamın bildiğimiz türden insan olduğunu sanmıyorum.”
Bu noktada Şahin Başçavuş konuşmadan sadece miğferinin kamerası ile görüntüleri aktardı. Yaralı düşman polis üniforması giyiyordu. Cüssesi çok kaslıydı ve aşırı derecede kıllıydı. Gözleri de akına kadar kap karaydı. Parmak uçları tırnaksız ve etsiz, sırf pençe misali kemiktendi. Ölmek üzere olduğu belli olan düşmanın nefretle sıkılı dişlerinde ise sivri azı dişleri ve keskinlik göze çarpıyordu. Et obur vahşi bir hayvanı andıran bu düşmanın attığı şeyler ise Şahin’in deyimi ile “..bir tür bitki tohumu yada öyle bir şey gibi..” idi.. Patlayarak çevreye sarı dumanlar, toz bulutları yayan bu şey gerçekten de bıçakla kesilince bir bitki tohumu gibi görünüyordu.
“Bu ne s.. böyle?!!” diye koca bir küfür savurdu Savaş.
“Neler oluyor burada!?” diye kendi kendine bağırdı bir diğeri.
“Yarma harekatına hazır olun. İstikamet kuzeydoğu. Bayır yukarı köşeleri siper alarak süratle ilerleyeceğiz. Bu sokaklardan akmaya devam edecekler ama önemi yok. Bayırı bir kez aşarsak stadyumun yanındaki metro girişine kadar arkamıza düşmek zorundalar. Sağlam bir bina orası. Parça parça destekli çekilirsek oraya kadar ulaşmak sorun olmaz. Nişancılar önden gidip yerleşecek. En son ağır makineliler ve topçular benimle gelecek. Panterler! Biz yoldayız. Gözlerimiz olun. Destek ulaşana kadar kör kalmak istemiyorum! ” dedi Cihan.
“Anlaşıldı Komutanım. Uzaktan devam ediyoruz.”
Ve birkaç dakika süren pozisyon yenilemelerin ardından harekete geçildi. ROM roketleri çemberin zayıf kısmı olduğu bildirilen kenarı parçaladı ve cesetlerin üzerinden atlayarak koştu Kurtlar. Ağır makineliler ve topçu tüfekleri arkalarından sel gibi akan düşmanı yavaşlatıp dağıtıyordu. Saklanmak ve adım adım izlemek zorunda kalan düşman arkalarındayken Kurtların büyük bölümü yeni direnç noktalarını hazırlamak için önden gidiyordu. Bu arada Cihan Yüzbaşı da Gökdelen ile ikinci kez bağlantı kurup yeni bilgileri ulaştırıyordu. Burada bir Mavi 09 vardı!
Çekilmeleri karşı taraf için hayli kanlı olmuştu. Zırh yada çelik yelekleri olsa bile; ki yoktu, Kurtlar’ın silahları en kıyıcı özel harekat silahlarıydı ve onları çok iyi kullanıyordular. Buna karşılık güruhun silahları genelde M16, G3 ve MP5 gibi Kurtlar’ın zırhlarının dayanıklı olduğu türden silahlardı. Hem zaten yaralanmalara sebep olacak türden dik açılı bir isabete yol açacak kadar yaklaştırmıyordular düşmanı.
Az bir zaman sonra nişancılar metro sığınaklarına giden terk edilmiş girişe ulaşmış ve binanın üçüncü katına sağlam bir mevziye silahlarını kurmuştular. Önlerinde yaklaşık sekiz yüz metrelik bir bulvar ve oradan arkalarında düşmanla çekilecek dostları vardı. KANN-S ikinci safhası hazırdı. Altı yüz metre ve üç bin metrelik iki safhalı atış kabiliyetli silah yere oturtulup ilave parçaları takıldığında üç bin metreye etkiliydi. Bir mermiyi o mesafeye bir buçuk saniyede, hassas bir isabet oranı ile ve üç dört kişiyi delecek bir güçle gönderiyordu. Yere mıhlanmış ve iyice bağlantıları sıkıştırılmış koca nişancı silahı üç bin metreden parmak izi alabilecek teleskobik dürbünü ile atışa hazırdı. Gurup da yerleşmiş ve barikatlar kurup mevzi hazırlıyordu.
“Arka ve yan kapılar çelikten ve kapalı. Tuzakladık komutanım” diyerek Şahin Başçavuşa bildirdi Süleyman Çavuş.
“Bina içi temiz ve yaklaşma istikametleri tuzaklandı komutanım. Sadece ön cepheden gelebilirler” diye rapor verdi Hüseyin Çavuş.
“Bizde ön kapıyı sağlamlaştırdık Şahin. Nişancılar sadece roketçileri gözetleme emri aldı. Gerisine karışmayacaklar. ROM’cular ikinci katta. Yanlarında Okan ve Dilaver var. Zemin katı on FAMAC kolluyor. Hazırız” diye ifade etti Rafael.
“Hazırız komutanım” diyerek kararlı bir ifade ile başını salladı Şahin Başçavuş.
“Komutanım hazırız” diye AVİ’den bildirdi Rafael.
“Yoldayız!” diye cevapladı Cihan, “Özgür, Kazım, Savaş, Zülküf! Ricat ediyoruz! Tekrar ediyorum derhal ricat! Geri çekiliyoruz! Mevzi yerleşti!”
Emir aynen alınmıştı. Hemen uygulanmaya başlandı. Çekilme süratle başladı. Sızma ve operasyon sonrası süratle uzaklaşma konusunda Kurtlar kadar iyi olan timler sayılıydı.
“Ricat!”
“Ricat!”
“Ricat!”
“Ricat!”
Geride düşman akışını korkunç ateş gücü ile baskı altında tutan beşli ateşi bırakıp süratle aralardan ve köşelerden, yanmış araba ve otobüs enkazları arasından koşturmaya başladığında ilk bocalama sürecinin ardından düşman da peşlerinden hücum etti ve arkalarından bayırı devirip bulvara adım attı. Adım atmaları ile de en öndeki RPG roketatarı taşıyıcısı göğsünü parçalayıp geçen bir KANN-S mermisi ile ikiye bölündü. Mermi yoluna devam etti ve arkasındaki cephanecisini de vurup sırtındaki yedek roketleri patlattı. Ceset parçaları havada uçuştu. Şanslı bir atış ve çekilenlere zaman kazandıran bir gelişmeydi bu. Düşman yavaşlamış ve ayaklanmanın aylardır yol açtığı yıkım ve şiddetin göstergesi olan bulvardaki otobüs, araba enkazlarını siper alarak ilerlemeye başlamıştı. Yine de ölüyordular. Cihan durup geriye baktı. Düşen düşmanın roketlerini diğerleri yükleniyordu. Hafif silahlar bırakılsa da roketler hemen el değiştiriyordu. Mavi 09 vermişti ve kararının arkasındaydı. En azından uzaylı değilse bile bunlar sıradan bir durum değildi ve bunun bildirilmesi gerekliydi. Umutsuzluk için bir neden yoktu. Savaş bu hali ile daha bitmemişti ama savaşta kazalar olabilirdi! Bildirmesi iyi olmuştu. Koşmaya devam etti.

Çatışma sertti. Düşman gelmiş ve kapanmıştı. Beş dakikadır ağır bir ateş gücü ile savaşan Kurtların çevresi ceset çemberi olmuştu. Bir iki roket binayı vursa da bunun çok daha fazlası ateşlenemeden nişancı mermileri ile yere düşmüştü. Sonra uyarı mesajı geldi.
“Kedi 1! Kedi 1 bildiriyor! Doğudaki arterden size akan kalabalık hareket görüyorum. Bunlar da ne böyle!! Neler oluyor Komutanım!”
AVİ’ler çatışma sürerken göz ucu ile kontrol edildi. Motosikletli Panter birimi vurkaç ve istihbarat için donanmış bir birimdi. Sahip oldukları özel teleskobik görüş cihazları çok kabiliyetliydi. Ayrıca iki kişilik motosikletlerin model uçak büyüklüğünde bir keşif helikopteri fırlatma-yönetme kabiliyeti vardı. Havadan aktarılan bu görüntülerde herkesi donduran şeyler görmüştüler.
“Bu ne böyle!!”
“Allahım!”
Küfürler şaşkınlık kadar korku izi de taşıyordu. Çok kalabalıktılar.. Ve kesinlikle bugüne kadar böyle bir şey görmemiştiler.
“Kangal kadar büyükler ama köpek değiller!” dedi Levent.
“Örümceğe de benziyorlar” diye şok olmuşça konuştu Ural. Kanı donmuştu. Terliyordu. Korkuyordu. Bin tane vardı bunlardan. Ve hepsi de üzerlerine doğru koşuyordu!
“Ateşe devam Kurtlar! Ateşe devam! Önce elimizdekilere bakalım! Buraya ulaşmaları beş dakikadan önce olmamalı! Ateşe devam!”
Ve ateş yeniden sertleşip öfke ile yüklenerek düşman insan güruha vurdu.
“Cephane raporu!! Cephane Raporu!”
Şahin Başçavuş herkesi süratle kontrol etti.
“Yedeklere geçtik. Harcadığımız kadar daha var komutanım” dedi.
Bu yetmeyecekti. Destek ulaşana kadar direnebilmeleri tek şanslarıydı. Kendi başlarına buradan çıkamazdılar. Cephane olmadan bunu yapamazdılar.
Bunları düşünürken bina içinden gelen Block tabancası sesleri ile hepsi arkalarına döndüler! Yaralıları; Murat Üsteğmen silahını çekmiş ve yattığı yerden yanındaki Melisa Üsteğmen’e mermi yağdırıyordu. Cihan Yüzbaşı ve Şahin Başçavuş aynı anda bellerindeki elektrikli tabancaya uzanıp tıbbi müdahale esnasında zırhı çıkarılmış Murat’ı vurdular. Murat yere baygın düşerken Şirin Yüzbaşı hemen doktorun yanına koştu. Melisa’nın miğferini ve zırhını çıkarıp yarasına baktı. Bir parça rahatlamış bir halde konuştu, “Haklıymışlar. Yeni zırh yakından Block atışını durdurabiliyor. Sadece bayılmış. İyi olacak.”
Herkes yine dikkatini dışarıya verirken Şahin Başçavuş Cihan Yüzbaşı’ya seslendi, “Komutanım, Şuna bakın.”
Murat’ın gözlerini gösteriyordu.
Rafael çok nadir küfür ederdi ve şaşkınlık ve öfke ile beraber ağzında koca bir küfür çıktı.
“Aynen komutanım” dedi Savaş.
Murat’ın gözleri de kararıyordu. Derin nefes alıyor ve titriyordu. Terliyordu. Teri sarı renkteydi. Vücudu zangır zangır sarsılıyordu.
“Bağlayın, kelepçeleyin. İki üç kat bağlayın.” dedi Cihan, “Şirin, Melisa’yı ayılt. Az sonra herkese ihtiyacımız olacak.”

Yalnız Kurtlar son çarpışma için bütün silah ve cephanelerini kolay ulaşılır bir şekilde önlerine yerleştirirken Omega’nın güçlendirdiği sinyallerle Gökdelen, Kurtlar ve Panterler ile bağlantıyı sağlamıştı. Az sonra Paşa ve Cihan konuşuyordu.
“Yetişebilmenize sevindik komutanım. Cephanemiz yedeklerde ve çok kalabalık düşman saldırısı altındayız.”
“Mavi 09 bildirmişsiniz Cihan?”
“Komutanım siz karar verin. Doğu istikametinden yaklaşan bine varan sayıda olası düşman mevcut. Bir dakikaya burada olurlar. Tanımlamakta güçlük çekiyoruz.”
Burada araya süratle ve heyecanla Kemal Yarbay giriyordu. Göz küresinin teleskobik optikleri ekrana her şeyi seriyordu.
“Komutanım!! Şuna bakın!” sesi dehşet doluydu!
Paşa bela gördüğü zaman tanıyacak bir askerdi. Sesinde askerleri için endişe ve acele tınısı vardı. Sesi eyvah ediyordu!
“Bakacak zaman yok Kemal! Bakacak zaman yok! Bu ne Allah’ın belası böyle!” dediği anda helikopteri binanın arkasından kaldırmış ve ileriye süratle hamle etmişti. “Kemal otomatik top kumandası bende roket ve füzeler sende! Buraya bir baraj kuruyoruz!” Ateşe başlamıştı Paşa. Pilot miğferi nereye baksa otomatik top o yöne dönüyor ve Paşa tetiği asıldığında oraya saniyede yüz mermi fırtına gibi vuruyordu.. Roketler ve füzeler kalabalık ve sıkışık bir halde koşturan düşman yaratık sürüsünü kısa sürede parçalayıp çok küçük bir guruba indirmişti. Paşa’nın durmaya niyeti yoktu. Ama uyarı geldi.
“Komutanım roketçiler helikoptere doğru yöneliyor. Görüşümün dışına kayıyorlar,” diye bildirdi Ural.
“Bende de durum aynı komutanım.” dedi Levent.
“Yeniden konumlanıyorum. Anlaşıldı çocuklar,” diye bildirdi Paşa.
Omega konumlanırken Cihan karşı saldırı emri verdi ve Kurtlar binadan çıkıp düşman hatları arasına daldı. Kısa sürede artık yakın çevre tamamen güvenlik altındaydı çünkü üç Blackhawk helikopteri de beş dakika sonra atmış kişilik tam donanımlı bir vurucu destek indirmişti. Çevrelerinde on Cobra ve iki Omega saldırı helikopteri ile dikey iniş kabiliyetli nakliye uçağı olan Hurricane’lerden birinin indirdiği iki Zırhlı Personel Taşıyıcı yerlerini almıştı.
On dakika sonra çevre emniyeti yerden ve havadan tamamen sağlanmıştı. Şeref Paşa’nın helikopteri yere inmişti ve Paşa çevreyi inceleyip süratle bilgi alıyordu. Hava karanlıktı, iç karartıcıydı..
Savaşın cereyan ettiği bu geniş bulvar hem önceki enkazlar hem de şimdi bu koca güruhun kanlarıyla ürkütücü bir manzaraydı. Parçalanıp yarılmış köpek ve insan cesetleri yağmurla birleşince bu yüksek İstanbul tepesinden dört bir yanına kızıl ve yeşil kan nehirleri akıyordu..
Keşif esnasında insansı ve köpeksilerin arasında canlılara rastlanmıştı.
“Ne yapalım Paşam?” diye sordu Kemal Yarbay.
Paşa bir an durup düşündü. Ne yapılacağından çok onları nasıl isimlendirmesi gerektiğini düşündü.
“İnsansıların hepsini yanımıza alıyoruz. Emniyetli bir biçimde Gökdelen’deki revire götürelim. Bu canavarların içinden bazılarını da istihbarat amaçlı incelemeliyiz. Silahlı muhafızlarla nakledeceğiz. Gökdelen’e bilgi verin hazırlık yapsınlar. Kalanları öldürün.”
“Emredersiniz Komutanım.”
Herkes hala gaz maskelerini takıyordu çünkü bu köpeklerin vücudundan da yer yer spor bulutlarının patladığını görmüştüler ve şimdi cesetleri bile ara sıra spor püskürtüyordu. Yağmur altında maskeli bir halde alana yayılmış askerlerin hepsi savaş alanı ve çatışma görmüş gazilerdi. Ama burası başkaydı; burası açıkça sinirlerini bozmuştu.
Az ileride Kurtlar bu köpek yaratığı inceliyordu. Etrafta iki yüze yakın bunların cesetlerinden vardı.
“İyi ki silahsızlar” dedi Savaş.
“Müdür, süratlerini gördün mü!?” diye sordu Kazım.
“Bir tanesi ikinci kata hiç yavaşlamadan örümcek gibi tırmandı. Şarjörün yarısını boşalttım ama hala kıpırdıyordu” dedi Yaşar.
“Ben birini tek atışta bitirdim, üzerime koşuyordu. Tam kafadan vurması koşarlarken kolay” dedi Okan Teğmen.
“Yaşar vurmasaydı biri beni biçiyordu, helvamı yerdiniz artık,” derken yaratığın aynı zamanda koşarken bacak olarak kullandığı dört ön kolunu işaret etti Faruk Onbaşı. Kasatura gibi kocaman pençelerden her elinde üçer tane vardı. Altı ayakta koşup iki arka ayağında yükseliyor ve sonra dört ayak kolu ile pençelerini savuruyordu. Yüzünde bir örümcek gibi pek çok göz ve örümceğimsi bir ağız yapısı vardı. Korkunç ağız uzuvları hem diş hem kıskaç gibiydi ve bir insanın boğazını umarsızca parçalayabilirdi.
“İyi ki silahsızlar. Süratleri umurumda değil. Cephanem olduğu sürece bunlarla uzaktan dövüşürüm. Ama yaklaşırlarsa teke tek kalmak istemem.” dedi Savaş.
Sessizce bu konuşmaları izleyen Paşa ve Cihan da aynı fikirdeydi.
“Derhal bu bölgeye izleme istasyonları kurulsun ve uzak takipte kalınsın. Kemal Gökdelen ve Tepeyurt subayları brifing için Gökdelen’de hazır bulunsun. Yer devriyeleri asgariye inecek, konumumuzu güçlendirmeliyiz. Nöbetçileri arttırın. İzleme istasyonları kurulumu en kısa sürede bitecek. Hava gücü kırmızı alarma geçsin. Tam savaş durumu Yarbayım. Şu kuzeydeki bölge için de havadan yüksek keşif için Tepeyurt’tan bilgi alın, pistin onarımı ne durumda öğrenin. Bir an evvel onarılmasını istiyorum. Uçaklara ihtiyaç duyabiliriz.”
İşte böyle konuştular ve herkes hemen işinin başına koştu.
Gün öğleni devirip akşama kavuştuğunda Sığınaklar bölgesi olan Tepeyurt’tan gelen subaylar ve Yenişehir bölgesindeki vurucu üs olan Gökdelen’in subayları Paşa’nın istediği toplantıda hazırdı.
Şeref Paşa toplantı salonuna girmek üzere iken AVİ’sinden bir mesaj geldi.
“Söyle Oktay.”
“Komutanım uzun mesafe bağlantılarının bir kısmı uygun durumda! Ankara hatta Komutanım!”
Paşa süratle yürüdü ve salona girdi. Herkes selam için kalkarken oturmalarını işaret etti.
“Oktay toplantı salonuna bağla. Büyük ekran.”
“Geliyor Paşam.”
Bir iki saniye içinde Başkent Genel Kurmay Sığınağı ile bağlantıdaydılar.
Şeref Paşa hattaki kişiyi tanıyordu. Kara Kuvvetleri Komutanı Hikmet Paşa’ydı bu. Bir eski dost daha..
“Paşam!” oldu Hikmet Paşa’nın ilk sözü. Şaşkınlık vardı sesinde.
“Komutanım, üst düzey komutamız bana kadar meteor yağmurunda kaybedildi. Komutamız şu anda Şeref Paşam’da,” diye süratle açıkladı Kemal Yarbay.
Hikmet Paşa kayıpları düşündü bir anda. Sonra teselli ile içindeki karanlık biraz aralandı.
“Kara haberler ama sonunda Şeref Paşam orada duruma hakimken en ufak bir zafiyet söz konusu değil. Sizi aramızda görmek çok güzel Paşam,” Aslında alışılmadık ve tamamen gayri nizami bir durumdu ama olağanüstü şartlar altında Paşa’nın emeklilikten gayri resmi dönüşü Hikmet Paşa tarafından sözlü ama resmi bir biçimde onay almıştı!
Paşa başıyla sessizce selamladı.
“Bununla beraber bizde de benzer kayıplar söz konusu ve zaman içinde telafisi güç olabilir. Genel Kurmay 1. Sığınağı tamamen yok oldu. Yüksek Komutanın büyük bölümünü ve pek çok askerimizi kaybettik. Üçüncü gündü. Genelkurmay Başkanımız ve Jandarma Genel Komutanımız da şehit oldular. Başbakan şans eseri 2. Sığınakta olmasa onu da kaybedecektik. Bununla beraber iyi gelişmeler de var. İletişim kısmen normale döndü ve nükleer partikül yüklü meteor hareketleri duruldukça tamamen düzelmesini bekliyoruz. Meteor’un vurmadığını biliyorsunuz. Son saatlerde savunma önlemleri ile en azından parçalanması mümkün oldu. Küçüklerin fırtınası az değil elbette ama Uzay Komutası’ndaki uzmanlarımız bunun da kısa sürede durulmasını bekliyorlar. Bunun en kötüsünü atlattık.”
“Bir tehdit söz konusu olabilir Paşam. Sadece bize özel bölgesel bir oluşum olabilir ama..” diyordu Şeref Paşa ama Hikmet Paşa atılıp sözünü kesti. Sesi Heyecanlıydı.
“Kod Mavi 09 mu Paşam!?”
“Bilginiz var mı Paşam”
“Bütün Generaller beş yıl önce bilgilendirildiler Komutanım. Meteor’da Parazit bir yaşam formu olduğu ve uzaylı bir ırk tarafından meteorların yayılmacı tohumlar gibi kullanıldığı söylenmişti. Küresel Güvenlik evrende yalnız olmadığımızı ve bilinen üç ırk içinde Kovan adı verilen bu tehdidin bizim için en büyüğü olduğu bildirmişti. Hepimiz dehşete düşmüştük. Şaka değildi ve bu bilgi kanımızı dondurmuştu. Çarpışma sonrası her ne olursa olsun bu düşmanın dünyaya ayak basacağı ve gelişip insana yok etmek için saldıracağı bildirilmişti. Sanırım bize destek olan uzaylı bir güç de söz konusu ama bilginin dışında pek bir yardımlarının olamayacağı bildirilmişti.”
Hikmet Paşa bir süre sustu ve kimsenin ağzının bıçak açmadı bu bir iki dakika boyunca.. Bu öyle kolay sindirilecek bir bilgi değildi. Meteor düşüyor dendiğinde ortalık karışmıştı. Şimdi uzaylılar meteorla geldiler ve bizi yok edecekler deniyordu. Bu bir kabus olmalı diye düşünüyordu herkes. Herkes uyanmak istiyordu. Bildikleri dünyayı geri istiyordular!
Paşa o kadar da etkilenmemiş gibiydi.
“Bugün ilk kez karşılaştık. Çarpıştık ve şimdilik kazandık. İlk istihbarat sonuçlarımız çok ayrıntılı değil. Ama Karadeniz sahilinden dağları saran yosunumsu, çimenimsi bir bitki örtüsü çember halinde genişliyor. Farklı bir orman örtüsü gelişimi gözlemlendi. Bir noktada sıçrama ile İstanbul’a kuzeydoğudan giriş yaptığını tespit ettik. Bir biyo-kimyasal ajan aracılığı ile süratle insan aklını kendi silah arkadaşlarına çevirebildiğine dair tecrübe edindik. Gaz maskesi kullanımı şimdilik bizi koruyor gibi. Ayrıca canlı ele geçmiş insan ve yaratık örneklerine sahibiz. Bilgilerimizi paylaşmalıyız.”
“Elimizde kısıtlı bilgi var ve sadece ana hatlar. Ama size hemen bir dosya gönderilmesini sağlayacağım. Paşam bu bir düşmandır. Doğasının süratli ve yayılmacı olduğunu ilk baştan söyleyebilirim. İstanbul içindeki yayılımı durdurmalısınız. Bunlar gezegenlerin kendi canlı nüfusunu kullanarak istilasını hızlandırıyor. Bir metropolü ele geçirmeleri büyük bir felaket olabilir.”
“Korkarım o konuda geç kalmış olabiliriz. Bilgilerimizi karşılaştıralım ve salim kafa ile bir değerlendirme yapalım.”
“Size bir bilim ekibi gönderebilmeyi isterim ama burada hala bazı bölgeler meteor yağmuru nedeni ile uçuşa elverişsiz. Kıymetli insan gücü kaybı büyük zafiyete yol açabilir.” diye konuştu Hikmet Paşa.
“İnsan demişken Hikmet Paşam.. Bir an evvel düzen sağlanması da şart. İnsanlar hala bizim halkımız ve onlarla savaşıp onları öldürmektense onlar için savaşıp ölmeye daha meraklıyım. Ayaklanma başları süratle kesilmeli.”
“Ne öneriyorsunuz Paşam?”
“İmkanlar dahilinde tespit edildikleri anda gece timleri ile başların alınmasını.”
“Kazalar olabilir.” diye sordu Hikmet Paşa.
“Vücudu kurtarmak için kolu verebiliriz Paşam. Kuru ve yaş olayı. Bu şart.”
“Yapacağız ama zaman alacak. Bir yandan da düzeni tesis ve yeniden çarkların dönmeye başlamasını sağlamak zorundayız.”
“İrtibatı koparmayalım Hikmet Paşam.”
“İrtibatı koparmayalım Şeref Paşam.”
Konuşmalar böyle oldu ve Subaylar bir süre daha o gün olanlar hakkında bilgilendirilip yeni emir ve görevlerle hemen vazifelerine koştular. Artık akşam ve sabah yoktu. Sadece uyunacak ve yemek yenecek kısıtlı saatler arasında durmaksızın bir mesai vardı. Paşa Ankara’dan Kovan ile ilgili dosyayı toplantıdan hemen sonra almıştı ve hemen inceleyip gizliliğine rağmen askerlere ve bütün sivil üs personeline bile dağıttırmıştı. Savaştaydılar ve düşmanı herkes tanıyıp bilmeliydi.
Paşa sabah ilk iş ilk inceleme sonuçları için revire gitmiş ve bilgi almıştı. Buradaki donanım son derece iyiydi ve kapasite düşük bile olsa tam kabiliyetli minik bir hastane olarak anılmayı hak ediyordu. Ayrıca görevli doktor ve personel de çok iyiydi. Yenişehir bölgesinde özel teşebbüs imkanlarıyla yapılan, devlet sığınaklarına giremeyenlerin kaldıkları bu sığınakta kalanlar önemli ve değerli kişilerdi. Sığınakların kapasitesi ve kura çekimi nedeniyle dışarıda kalıp kendi başının çaresine bakmış sanatçılar, bilimadamları, ve zenginler ile ünlülerden bir topluluk artık Gökdelen’in sınırlarında ve himayesinde idi.

“Sizi dinliyorum,” dedi Paşa, demir hücrede ve elektrikli parmaklıklarla muhafaza edilen yaratığı bir kez daha incelerken. Aralarında hava geçirmez çift kat laboratuar izolasyon camı vardı. Dört silahlı ve zırhlı muhafız da camın hemen yanındaydı. Yaralı yaratık Rapor’da da yazdığı gibi bir günden kısa sürede ayağa kalkmıştı ve sağlamdı.
Profesör Doktor Cemil Akça değerli bir bilim adamı idi ve yaratıkla o ve diğer iki profesör ilgileniyordu.
“Dosyayı inceledikten ve subaylarımızdan bilgi aldıktan sonra süratle elimizden gelenin en iyisini yaptık Paşam. Genel hatlar bize ulaştırdığınız dosya ile aynı. Süratle iyileşiyor, hızlı, güçlü, pek zeki değil gibi ama aptal da değil. Daha ziyade bir şekilde böcekler gibi uzaktan bir kraliçe tarafından yönlendirildiği doğru dersek bu da normal. Yüzemiyor. Tırmanma kabiliyeti mükemmel. Tek silahı pençeleri diyemeyiz; sırtının iki yanında spor kesecikleri var ve patlayan bir kese rapordaki gibi civardakileri solunum yolu ile etkiliyor. Bunun tazelenme süresi minimum iki saat. Elektrik ve ateşe bizden daha dayanıklı değil. Ama soğuk testinde çok güçlü çıktı. Derisi sert ama tam bir zırh da sayılmaz. Gövdesinden aldığı hasarlara çok dirençli ama kafasına tek bir iyi darbe yeterli. Gövdede tam göğüs ortasında zırhlı bir kutu misali bir kemik kafes içinde dayanıklı iki kalbi var. Buradan hasar alırsa ölüyor ama zorluğunu siz de takdir edersiniz. İlk incelememiz bu yönde Paşam. Çalışmalarımız devam ediyor.”
“Askerimizin ve yaralı insansıların durumu nedir?”
“Şu anda bilinçleri kapalı. Uyutmak zorunda kalıyoruz. Yaraları ciddi olanlardan bazıları öldü. Ama diğerleri süratle iyileşiyor. Paşam sürat kelimesi de hafif kalır. Altı aydan önce yataktan doğrulamayacak yaralılar neredeyse tamamen iyileştiler. Bununla beraber kurtulmak için öyle çılgınca çabalıyorlar ki kendilerine zarar vermesinler ve kontrol altında tutabilelim diye uyutuyoruz.”
“Eğer raporlardaki bilgiler bu durumda geçerli ise en kısa süre spor etkisine maruz kalan Murat. Onu iyi izleyin Doktor. İlk önce o bilincine kavuşmalı. Bize ne söyleyebilirse kardır. İnsanların uzak bir irade ile kukla gibi yönlendirilmesi ile ilgili daha çok bilgiye ihtiyacımız var.”
Şeref Paşa bir süre sessizce düşündü. Köpekcek adı verilen yaratığa döndü. Düşmanın en kalabalık saldırı gücü olarak tanımlanan ve karşı karşıya olduklar mevcut tehdit buydu.
“Yüzemediğinden emin miyiz?”
“Raporda da öyle yazması bir yana test ettik Paşam. Yüzemiyor. Gazlara dayanıklı ciğerleri olduğu doğru ama suda boğuluyor. Bir iki dakika içinde çırpınması duruyor ve ölüyor.”
“Bu iyi. Kemal, Şantiye depolarında bir sürü iş makinesi yatıyor. Biraz orta çağ kaleciliği oynayalım. Sığınaklarda ve askeri personelde operatörler vardı. Gökdelen birinci ana güvenlik çemberinin dışına içi su dolacak bir hendek istiyorum. Mayın tarlasını da ekle buna. Yatmak ve ağlamak devri bitti. Herkes bir işle uğraşacak. Okulu da açın ve öğretmenlere sınıf verin. Zorunludur bu dediklerim. Sivillerin boş durmasını ve düşünecek vakit bulmasını istemiyorum. Bir milyon sivilimiz sığınaklarda boş oturuyor. Savaş askerlerin işi, siviller yaşayabilsin diye çarpışıyorsak yaşamalılar. Bu günden itibaren başladık. Sivil imkanları Gökdelen’in iç çevre düzenlemesinden inşaata kadar aklına ne geliyorsa oraya aktar. Subaylardan bir kaçını buna ata. Yaratıcılık yapabilirler. Güzel bir kışla istiyorum, çalışan ve kara kara düşünmeye vakti olmayan umutlu bir kışla istiyorum. Yaşamın yavaştan da olsa yeniden kurulması şart. Askeri kapasiteyi de arttırın. Savunmalar sağlamlaştırılsın. Stratejik noktalara beton ve çelikten ateş sığınakları yapın. İçine ağır makineli, alev makinesi, elektrikli parmaklıklar vesaire ve gatling ya da bu türden bir şeyler ile bolca cephane doldurun. Piyade silahı ve cephanesinde sıkıntımız yok. Bu dediklerimin aynısı Tepeyurt için de geçerli. Şimdi Gökdelen’e geçelim de savaş baltalarımızı çıkartalım. En son ne durumdayız bakalım.”

Az sonra Gökdelen’in kalbinde, adının kaynağındaydılar. Sadece ufak bir espri farkı ile. Yenişehir’in en yüksek binası olan atmış katlı bina iş merkezi olması için planlanmıştı. Ama meteor olayı patlak verince kaba inşaatı camları bile takıldıktan sonra durdurulmuştu. Derin temelindeki çok katlı bodrumu sağlam bir sığınaktı ve bu koca bodrum vurucu üssün operasyon komuta merkeziydi.
“Gelişme var mı Oktay?”
Oktay Binbaşı, “Boğaz’da iki gemimiz ile az önce bağlantı kurduk komutanım” derken odadaki herkesin ağzı bir anda bir şakaya güler gibi kulaklara kadar varmıştı.
Paşa da farkında olmadan gülümseyerek sordu.
“Bu güzel bir haber ama sevinçten fazlasına gülüyor gibisiniz.”
“Af edersiniz Paşam. Safir 2 sınıfı en yeni savaş gemimiz Ergenekon ve Derya C sınıfı en yeni denizaltımız Malazgirt bağlantı kurduklarımız.”
“Ve…” diyerek sordu Paşa.
“Komutanları Temel Albayım ve Dursun Yarbayım”
Şeref Paşa bir an öylece durdu kaldı.
“Atıyorsun!?” dedi Paşa.
Paşa güzel bir kahkaha attı. Kemal Yarbay ve sonra da Oktay Binbaşı ve diğerleri ona katıldılar.. Uzun uzun hep beraber gülüştüler buna.
“Oy anacığım oy. Bu uzun bir savaş olacak gibi..” diye güldü Paşa.


Kemal Yarbay öğleden sonraki günlük toplantı da en son haberleri Paşa’ya ve diğer bölüm sorumluları ile birlik komutanlarına iletiyordu. Bu toplantılar artık her gün yapılacaktı çünkü Ankara ve diğer pek çok nokta artık ulaşılabilir durumdaydı. Her saat yeni bir yerler, yeni kurtulanlar ses veriyordu. Ve yeni yardım çağrıları alıyordular.
“Ankara raporundaki bilgi ve tanımlamalar ışığında keşif uçuşlarımızı geniş alana yaydık ve gerçekten farklı tiplerde koloniler ile geniş bir alana yayılma sağladığını tespit ettik. Keşif uçaklarımız Karadeniz açıklarında iki yüzen koloni tespit etti. Rapordaki tanımlamalar ışığında ikisinin de maden söküm kolonisi olduğunu söyleyebiliriz.”
Burada araya Tepeyurt’ta görevli bir havacı olan Cenk Binbaşı girdi.
“Şimdi bu bitki ve böcek kökenli yaratıkların canlı bitki binalar ile su yüzeyinden deniz tabanına kök salıp toprağın derinlerindeki demiri, petrolü, metali, cevheri emip bize düşman olarak yumurtladığını mı söylüyoruz!?”
Cevap veren Profesör Doktor Cemil Akça idi.
“Radyasyonu emen, metalleri topraktan alıp depolayan, rüzgara tohum saçıp yayılan, spor püskürtüp kendini savunan, hayvan ve böcekleri tuzakla yakalayıp yemek yapan bitkiler dünyaya yabancı değil. Bunları gezegenimizin kendi sakinleri de yapıyor. Ama bu denli evrimleşip tek bir amaca kilitlenen kolektif bir organizma değiller; bir iradenin kontrolünde değiller ve kapasiteleri çok önemsiz. Lakin görüldüğü üzere durum budur. Bilgiler ayrıntılı değil ve araştırmalarımız çok yetersiz ama bunlar kesin ki gezegenin kaynaklarını bir savaş endüstrisi gibi söküp işleyebilme ve canlı silaha dönüştürme kapasitesi mevcut.”
Raporda okunanların bu denli yetili bir ağızdan yorumlanması her şeyi daha bir başka hale sokmuştu.
Kemal Yarbay tatsız sessizliği hemen dağıtıp devam etti.
“Ana koloniyi tespit edemedik. Bulduklarımız maden kolonileri ve bunların asker tabir edeceğimiz köpekceklerden; adını bir askerimiz koydu ve öyle kaldı, ..” kısa bir gülüşme oldu. “dediğim gibi köpekceklerden üretme kabiliyeti yok. Civarda tespit edilen ve bugünkü hava saldırısının bir diğer hedefi olan şehir içindeki bölgeler ise sadece ikmal koruları ve spor kolonileri olarak isimlendirdiğimiz ileri sıçrama tahtaları. İstihbarat uçuşlarımız sürüyor. Maden üslerini izleyip ana koloni ile bir bağlantı yakalamayı deneyeceğiz. Bu arada Edirne ve Çanakkale ile iletişim sağlandı. Kovan sorunu hakkında bilgilendirildiler. Otorite tesisi ve suç dalgası onların en büyük sorunları. Ve son yeni haberlerimiz çok iyi yönde. Ankara, İç Anadolu’daki petrol kuyularını güvenliğe aldığını bildirdi. Bildiğiniz gibi Kocaeli Petro-Kimya tesisimiz de sağlam ve bölgede düzen neredeyse tamamen sağlanmış durumda. Boru hattının Boğaz dibindeki kısmında onarım bitmeden iki ikmal tankeri dolusu yakıtı deniz yolu ile teslim aldık. Benzin ve jet yakıtı akışımız yakında normale dönecek. Ankara iç kaynak üretim ve işleme kapasitesinin bir ay içinde rayına gireceğini söylüyor. Bu da yeterli bir süre. Meteor sonrası dönem için sığınaklar hazırlanırken en iyisi için ve kısa sürede gücümüze kavuşabilecek şekilde hazırlanmıştık ve bu da aşağı yukarı böyle bir durumdu... Yani Kovan olmasa..”

Gece yarısı olduğunda Karadeniz Kalkanı Operasyonu başlamıştı. Artık top uçaklardaydı. Tepeyurt’taki yeraltı hangarlarından pistlere sıralanan otuz F-16 kalkışa geçiyordu. Bunlar birinci saldırı gurubu idi. Hedefleri doğrudan deniz üzerindeki kolonilerdi. İkinci gurup Omega helikopterlerinin yerinde ve anında keşfi ile saldırıya başlayıp onların verdiği hedeflere nokta atışı yapacak olan on adet F-35 savaş uçağından oluşuyordu. Orta Doğu Savaşı sırasında Türkiye’ye satışı çok gürültülerle Amerikan senatosundan geçen uçakları İsrail ile aynı cephede savaşmak hava kuvvetlerine kazandırmıştı. Yeni Türk politikası Meteor öncesi dönemde Orta Doğu ve dünyayı şekillendirecek yeni bir dönemin işareti idi. Ama Meteor araya girmişti.
Uçaklar yarım saat sonra Karadeniz açıklarındaydı ve hedef radarlarındaydı. Uçaklar AVİ’nin araç versiyonu olan ASAVİ ile iletişim halindeydi.
Saldırı gurubundaki bir F-16 keşif donanımı ile yüklüydü.
“Kartal 1. Şahingöz bildiriyor.”
“Devam et Şahingöz.”
“Hala yaptığımıza inanamıyorum komutanım. Sanki bir rüya gibi.”
“Ne yazık ki değil Kaan. Buna ne kadar çabuk uyum sağlarsak yapılması gerekeni o kadar iyi yapabiliriz.”
“Haklısın Ayhan. Tarayıcılarım Hedef 1 ve 2 üzerinde yeni yer oluşumları ve hava hareketi okuyor. Ankara Raporu’na dayanarak konuşursak Kolonilerin üçüncü gelişim safhasına girdiğini söyleyebiliriz. Sanırım.”
“Sanma Kaan. Kaşif sensin. Muhakemene güvenildiği için o uçağı uçuruyorsun.”
“Bildiriyorum. Şahingöz, Karadeniz Kalkanı ve Gökdelen için bildiriyor. Koloniler Safha 3 emaresi gösteriyor. Tekrar ediyorum koloniler Safha 3 emaresi gösteriyor. Hedef 1 ve Hedef 2 de yeni yer oluşumları gözlemleniyor. Tanımlanamıyor. Hedef 2 Üzerinde kalabalık hava hareketi. Pek yavaş hava hareketi düzenli ve kuzey – güney doğrultusunda kuzeye akıyor.”
Gökdelen’de fikirler yürütülüyordu.
“Ne diyorsun Kemal?”
“Paşam, savunma kurduğunu ve de ana üsse nakliyelerini yakaladığımızı düşünüyorum. Yada en azından askeri bir üsse.”
Paşa başını salladı.
“Karadeniz’in karşı yakasından hiç haber alamadık mı Oktay.”
“Hiç ses yok Paşam. Sıfır saati öncesinde de oraları çok karışıktı Paşam.” diyerek Meteor düşmeden önceki ayaklanmaları ve karmaşayı işaret etti.
“Öyle ama ..” diyerek büyük savaş ekranını işaret etti. Şahingöz’ün alıcılarının aktardığı bilgiler operasyon merkezindeki ekranda anında yerini alıyordu, “..adamların hava sahasına doğru gidiyorlar ve onları izlersek yada keşif için çok yaklaşırsak yanlış anlaşılabiliriz. İletişimimiz yok ve artık yeni bir dünya var beyler. Sınırların değişime son derece müsait olduğunu, fırsatçılığa gün doğduğunu fark ettiniz mi bilmem. Bunu ben böyle düşünüyorsam onlar da düşünecektir.”
Paşa iyi bir noktayı işaret etmişti.
“Operasyon uluslararası deniz ve hava sahaları dahilinde yapılacak. Rus sınırlarını geçmek bir yana yaklaşılmasını bile istemiyorum. Durumun vahametini operasyon güçlerine bildirin ve Komutamızdaki, iletişimdeki bütün üslere de bilgilendirme mesajı geçin.”
“Paşam, ya karşı kıyının o kısmında bunu görecek bir otorite yoksa ve oradakilerin yardımımıza ihtiyacı varsa.” diyen ses Tepeyurt Operasyon komutasındaki Cenk Binbaşı’nın sesiydi.
Paşa sadece bir an düşündü.
“Bana Ankara’dan Hikmet Paşa’yı bulun. Hemen.”
Konuşmaları kısaydı. Hikmet Paşa bu durumla çok ilgilenmişti.
“Paşam Ruslarla ilişkilerimiz stratejik olarak çok iyiydi ve şu andaki duruma rağmen hiçbir subaylarının durumu yanlış değerlendireceğine ihtimal vermiyorum. Ülkelerimiz Başbakanları arasında politikanın ötesinde dostluk ve muhabbet vardı. Bütün imkanları zorlayıp onlara ulaşmayı ilk önceliklerimiz arasına katıyorum. Bu arada siz sonuna kadar operasyonu yürütmekte benim de desteğime sahipsiniz.”
“Kelimeleri çok dikkatli seçiyorsun Hikmet.” Diyerek özel bir odada geçen ikisi arasındaki konuşmada gülümsedi Paşa. “Hikmet sadece şartlar gerektirdiği için döndüm. Hem faal kıdem durumum da senden düşük. Bana emir vermekten çekinme.”
Hikmet Paşa açıkça dehşetle sıçradı.
“Olur mu öyle şey Paşam! Ben siz kalk oradan Hikmet diyesiniz diye beklerken siz neler diyorsunuz. Paşam sizden iyisi şu anda ordumuzda yok. Müsaade edin Komutayı size devredeyim.”
Bunlar olur şeyler değildi. Şeref Paşa bir anda silah arkadaşını içine düştüğü pek çok sorunu düşündü. Hikmet’in yükü ağırdı ve kendi durumu da ona ayrıca yük oluyordu. Bir süre sessizlik oldu.
“Hikmet beni olağanüstü şartlarla yüz yüze olduğumuz için resmen 17. Sığınak Bölgesi ve görev sorumluluk sahasına komutan ata. Rütbem sabit kalmak şartıyla ama görev mevkimin yetkileri ile.”
Hikmet Paşa bir an düşündü. Sonra yüzü rahatladı. Dostça gülümsedi.
“Paşam hem küçüldünüz hem de daha bir büyüdünüz. Büyüksünüz.”
“O senin büyüklüğün Hikmet Paşam.”

Uçaklar emirlerini almıştı ve saldırı İstanbul’daki kara hedeflerine ve Karadeniz’deki su üstü hedeflerine aynı anda başladı.
Ayhan Binbaşı Filonun ve hatta hava kuvvetlerinin en iyi pilotlarından oluşan Yıldırım Binbaşı’nın gurubuna yeni emirlerini veriyordu.
“Yıldırım senin gurubun silahlarını saklasın. Sizin göreviniz havadaki hedeflerin Şahingöz ile takibi. Üslerini bulabilirseniz hedefiniz orası.”
“Anlaşıldı. Uçan böcekleri izleyip yuvayı başlarına geçireceğiz.”
Ayhan duruma hemen uyum sağlamış olan arkadaşına güldü.
“Böcek vurmaya hevesli gibisin.”
“İnsanın kullandığı uçakları vurmaya hevesli olmamı mı tercih edersin?”
Bütün hava gurup ve yer istasyonları konuşmaları duyabiliyordu. Ayhan bir an aklında bu sözleri ve doğruluğunu tarttı.
“Haklısın Yıldırım. Bu savaştığımız en iyi savaş olabilir. Temiz bir savaş.”
Filonun en dalgacı pilotu Mehmet araya girdi.
“Böcek ezmedin galiba Binbaşım. Ölümleri iğrençtir. Sen buna temiz savaş mı diyorsun?”
Gülüşmeler yerde ve havada kısa ve de gergindi.
Az sonra dokuz uçak hızı saatte iki yüz kilometreyi geçmeyen kocaman nakliye böceklerinin peşindeydi. Uçuyordular ama kanatları yoktu. Raporlarda böbrek taşı misali, vücutlarında oluşan taşları vücut elektrikleri ile manyetikleştirebildikleri ve uçuş kabiliyetini bu yolla kazandıkları yazılıydı. Zamanla bir evrim geçiriyor, gaz ve yanma tabanlı bir itici kuvvet yardımı ile süratleri birkaç misli artabiliyordu. Ama şu anda çok yavaş ve basit hedeflerdi.
Diğer yirmi bir uçak ilk hedefi vuruyordu.
“Birinci gurup beni takip etsin arkadaşlar. Şunları bitirelim.”
Suyun üzerinde yüzen bin metre çapında bir yeşil adaydı vurdukları. Kalın ve dayanıklı bir yosun tabakası olan oluşum canlı bir toprak olarak tanımlanabilir özelliklere sahipti. Üzerinde kozaya benzeyen yeni oluşumlar vardı ve ilk keşifteki gibi yer yer beş ile elli metre çapta daire şeklinde havuzlar da vardı. Merkezdeki ana şekil yüz metre çapındaydı. Üst üste binmiş iki kubbeydi ve üstteki kubbe şekil alttakinin yarısı kadardı. Merkezinden yaklaşık yüz metre boyunda bir kule dikit yükseliyordu. Bu yüz metre çapındaki büyük kubbenin çevresinde de on tane elli metrelik kule ilişikti. Ana yapının çevresindeki onu saran beş tane mağara girişine benzer oluk istihbaratta görüldüklerinden daha büyüktü. Yeni oluşumlar ise açıkça zayıf biçimde yeşil renkle ışıldayan iki tip kozadan oluşuyordu. Rapordaki tanımlamalara göre bunlar asit çiçekleri ve roket dikitleri olarak tanımlanabilirdi. Yer ve hava savunması için bitkisel savunma inşaatlarıydı bunlar.
“Yerde dolaşan bir şeyler görüyorum” dedi Mehmet.
“Komayın!” diyerek ilk füzeyi gönderdi Ayhan Binbaşı.
“Omuz üstünde baş!” dedi Tuna Yüzbaşı ve ikinci füzeyi attı.
“Yosun üstünde böcek!” diyerek üçüncü füzeyi attı Mehmet Yüzbaşı.
Onları diğer uçaklar izledi ve birkaç dakika içinde bütün yer hedefleri vurulmuştu. On dakika içinde aynı şey iki kez daha tekrarlandı. İstanbul hedefleri ve Karadeniz’deki ikinci hedef aynı şekilde sorunsuzca vuruldu. Cephanelerini boşaltmış olan uçaklar üsse dönüş yoluna çıktıklarında Şahingöz ve üçüncü savaş gurubu Rus hava sahasına girmişti.
“Yıldırım görüyor musun?”
“Görüyorum Kaan. O şeyler asit çiçeklere..”
“Bir dakika Yıldırım! İletişimde bir şeyler var! Ruslar!”
İngilizce seslenen iletişim Rus askeri kaynaklıydı. Ses aciliyet doluydu.
“Türk uçakları! Türk uçakları! Mavi 09! Mavi 09! Havaya saldırı kabiliyetleri var! Uzaklaşın! Uzaklaşın! Rus kara saldırısı geri çekiliyor! Helikopter saldırı gurubumuz yok edildi! Ağır kara saldırı kabiliyetleri mevcut.!..”
İletişim bir sürü ses ve parazite boğulduğunda Kaan Yüzbaşı seslenme fırsatı buldu.
“Rus yer birliği! Rus yer birliği ! Pozisyonunuzu okuyorum.! Durumunuz nedir?!”
Bir dakika boyunca sadece koşuşma ve mekanik sesler ile çığlıklar bağrışmalar duyuldu.
“Yapamayacağız! Tepeye sığınmaya çalışıyoruz.! Bizi öldürecekler! İki sığınağı ele geçirdiler! Kendi ordumuz bize karşı savaştı.! Karadeniz sahilini kaybettik.! Bizi öldürecekler!” derken iletişim bu defa koptu.
“Şahingöz, şimdi bu böceklerin hava savunma kapasitesini bir deneyelim.”
“Aklında ne var?”
“Ben ve iki uçak dalıyoruz.”
“Anlaşıldı.”
“Serkan ve Ayşe, peşime takılın”
“Geldim.”
“Takılıyorum patron.”
F-16’lardan üç tanesi dalışa geçmişti ve süratleri sayesinde birkaç dakika içinde Rus birliği ile görsel temas sağlanacaktı. İrtifa bin beş yüz metre altına düştüğünde yaklaşırken Şahingöz’ün gördüğü Kovan siteleri ellerinde olanı atmaya başlamıştı. Asit çiçeklerinin saldırısı sarı ışıltıları ile gatling uçaksavar topundan sadece biraz daha farklıydı ve daha yavaştı. Buna karşılık atış yoğundu.
“Tepelerin arka yüzünde kalalım. Ayrılın ve dalın!” diye bildirdi Yıldırım. Uçaklar ayrılıp süratle tepeler doğru bir yay ile yeniden konumlandılar.
Bir dakika içinde artık savaş önlerindeydi.
“Allah kahretsin! Gökdelen, o şeylerin cüssesini görüyor musun!?” diyen Yıldırım’dı.
Yerdeki sahne kıyamet gibiydi Rus birliği açıkça sıkışmıştı ve bir beş dakika sonra tamamen bitecekti. Düşman çok kalabalıktı ve yanlarında Rapor’da adı geçen dev savaş böceklerinden vardı. On dört metre uzunlukta ve yedi metre yükseklikteki böcekler inanılmazdı. Koca oval gövdesi kalın kabuktandı ve dört kalın örümcek ayağınca taşınıyordu. Koca gövdenin arkasından yukarıya ve öne doğru uzanan kalın kuyruğun ucundaki namlu misali oluktan koca asit yumaklarını top atışı gibi fırlıyordu.
“Topçu böcek diye tanımlanan yaratık bu!” diye bildirdi Şahingöz. Burada beş tane var! Havaya ve yere atış kabiliyeti var!”
Yıldırım hemen emirlerini verdi.
“Ayşe, yangın bombaları! Tepe çevresinde baraj kur! Serkan önce topçuları bitirelim! Haydi!!”
Üçlü gurup süratle hedeflerine dalışa geçti. Yangın bombaları ilk atışta tam yerine oturmuştu. En kalabalık iki kanatta köpekcekler ile Rus birliği arasına ateşten bir duvar oturmuştu. İkinci tur atış da yerine oturduğunda Ruslar bir ateş çemberi ile korunacaktı. Ama eğer topçu böcekleri bitirilemezse Rus birliği yok olacaktı.
İki uçak için yerdeki bu beş koca tank kolay hedeflerdi. Isıya güdümlü füzeler hedeflerini seçtiği anda ateşlendiler! Füzeler uçtular ve süratle hedeflerini vurdular. Koca böceklerin derisi ŞAHİ füzelerinin tahrip gücüne denk değildi. Koca bir ışık şenliği ile fosforlu sarı yeşil ve alev alev bir patlamaydı ölümleri. Bu böcekler çok ateşli ölüyordu. Yanlarında yakın duran köpekceklerden de pek çok kayıp olmuştu. İkinci dalga saldırı için konumlanma esnasında kalan düşman takipçiler sadece köpekceklerdi ve onlar da tepenin ateşsiz iki açık kenarı önüne kümelenip saldırıya hazırlanıyordu. Rus birliğinde iki ZPT ve bir ZTT vardı. ZTT’nin taret kulesindeki otomatik topu saniyede on atış yapıyordu ve patlayıcılı mermiler vurduğu yerde kalabalık bir gurubu parçalayıp atsa da düşman sayısı çok fazlaydı. Yerdeki birkaç yüz kişilik asker gurubu hava desteğine rağmen ümitsizce çabaladıklarını düşünüyordu. Hatları yarılıyordu. Köpekcek güruhu saldırıya kalktığı anda Ayşe Üsteğmen’in attığı bombalar hedefi tam isabetle vurdu ve ateş çemberi kapandı. İki uçağın sağlı sollu geçişlerinde fırlattıkları roketler ve vulkan topu atışlarıyla da çember dışındaki güruh iyice dağılıp seyrelmişti. Sonra yere bir üçüncü sorti saldırı ve bir dördüncü sorti yapıldığında artık F-16’lar yakıtlarının güvenli geri dönüş sınırına dayanmıştılar. Hem geriye de yerdekilerin tepenin üzerinden yağdırmaya devam ettiği mermilere hedef olan birkaç yüz köpekcekten başka bir şey kalmamıştı.
Bu esnada Şahingöz de boş durmamış ve Rusların yakındaki hava üssü ile iletişim sağlanmıştı. Nakliye helikopterleri ve savaş uçakları Rus birliğinin önceden yaptığı çağrılar sonucu zaten yoldaydı ve Mig 29’lar görüşe bile girmişti.
“Bize iş bırakmamışsınız Osman” diyerek son on yıldaki sıkı askeri ilişkilerde gelişen genel takma adla seslenmişti Rus pilot. Kaan ile konuşuyordular.
“Hiç de değil Petro. Kıyı tepelerinin batı tarafında asit çiçekleri var.”
“Bu berbat bir düşman Osman. Desteğine müteşekkiriz.” Diye karanlık bir sesle konuştu Rus pilot. Pek çok asker bu saldırıda hayatını kaybetmişti.
“Düşman bizim de düşmanımız Petro. Yakıt geri dönüşe ancak yeter Petro. Biz kaçalım.”
Rus pilot bir süre cevap vermedi. Sonra; “Osman, size üssümüzde ikramda bulunmaktan memnun olacağız. Şehitlerimizin anısına beraber votka da içeriz.”
Anlaşılan üsse danışıp onay almıştı Petro.
“Kayıplarınızın acısını kalbimizde duyuyoruz. Yakıt bizi götürür. Evde bize ihtiyaç olabilir Petro. Anlarsın. Savaş durumu.”
“Oldu Osman. Tekrar teşekkürler.”
“İyi avlar Petro.”

Ve işte böyle cereyan etmişti ilk geniş çaplı Kovan saldırısı. Bu daha başlangıçtı ve dünya bu uzaylı düşmanın bu gezegendeki kökünü kazımak için epey kanlı bir savaş verecekti. Dünya halklarını farklılıklarına rağmen birleştirecek olan şey bu savaş olacaktı. Ne yazık ki insanlığın yıldızlara uzanacak yolculuğunda ilk durak olan bu mücadele getirdiği kadarını da götürecekti.


*******************************************

Kovan Savaşları-Ufuklar evreni ile ilgili notları alırken ve hikayeleri yazarken çiziktirdiğim karalamalara bu linkten ( http://picasaweb.google.com/buzsakal/GriMaden?authkey=Gv1sRgCKTDiYrc_KarlgE&feat=directlink ) ve Bilim kurgu ile ilgili bazı yazı-notlarıma linkteki Blog adresimden ulaşabilirsiniz. Kovan Savaşlarını okuduysanız bir göz atmayı ihmal etmeyin.

http://grimaden.blogspot.com/



Söyleyeceklerim var!

Bu yazıda yazanlara katılıyor musunuz? Eklemek istediğiniz bir şey var mı? Katılmadığınız, beğenmediğiniz ya da düzeltilmesi gerekiyor diye düşündüğünüz bilgiler mi içeriyor?

Yazıları yorumlayabilmek için üye olmalısınız. Neden mi? İnanıyoruz ki, yüreklerini ve düşüncelerini çekinmeden okurlarına açan yazarlarımız, yazıları hakkında fikir yürütenlerle istediklerinde diyaloğa geçebilmeliler.

Daha önceden kayıt olduysanız, burayı tıklayın.


 


İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.

Yazarın bilim kurgu kümesinde bulunan diğer yazıları...
Ufuklar: Kırmızı Bölge - 18
Kovan Savaşları (2. Bölüm)
Yaz 2011
Ufuklar: Diversity Antalya
Ufuklar: Bronz'un Mesajı

Yazarın öykü ana kümesinde bulunan diğer yazıları...
Tatlı Sert
Zeytin Karası
1996 Yılı
2012: Ölülerin İntikamı
Althar'ın Akıncıları: Altıngöl ve Ejderha (9. Bölüm - Son - )
2012: Ölülerin İntikamı (3)
Yeşilgözlü Şeytan'ın Gecesi
Güneş ve Ölüm (Giriş)
Yaşam Hasatlayan Smir
Güneş ve Ölüm (3. Bölüm)

Yazarın diğer ana kümelerde yazmış olduğu yazılar...
Barbar Conan'ın Ölüm Şarkısı [Şiir]
Her İnsan Öldürür Sevdiğini [Şiir]
Kovan Savaşları Öyküleri [Roman]
Uzun Yol (1. - 100. Sayfalar) [Roman]
Sevgi, Mutluluk, Özgürlük ve Hayat Üzerine Felsefe [Deneme]
Tanklamak Ne Demek? [Deneme]
Ya İstiklal Ya Ölüm [Deneme]
Uyanıklık [Deneme]
Ölüm / Kalım [Deneme]
Uzayda Hayat Var mı? [Deneme]


Levent kimdir?

Fantazyada büyü, teknoloji ve aksiyon İldar'da buluşuyor. 07/10/2017 tarihinde şimdi diyebilirim ki neredeyse 2 senedir tek kelime yazmadım. . . 2 senedir yazar tarafım ölü. oysa oldugum şeyler içinde olmayı en sevdiğim şey yazar olmaktı :) Toprağı bol olsun.

Etkilendiği Yazarlar:
Süpermen, Robert E. Howard, Tolkien, Salvatore, Jules Verne, Battalgazi, David Eddings, Michael Moorcock.


yazardan son gelenler

 




| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık

| Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi |

Custom & Premade Book Covers
Book Cover Zone
Premade Book Covers

İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim Yapım, 2024 | © Levent, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır.
Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz.