Dünyada birbirinin eşi ne iki görüş vardır, ne iki saç kılı, ne de iki tohum. -Montaigne |
|
||||||||||
|
Genç ve güzel, çok hoş bir kızdı (ben yaşlarda vardı galiba, belki benden bir-iki yaş büyüktür). Bakıştık, mesajını aldığımı farkettirdim ona. Gülümsedi; eliyle, oturduğu bankın boş kısmını gösterdi bana. Elbette ki bu bir davetti, ama ben hafta sonu tatilimi anlamsız şeylerle geçirmek istemiyordum; kaldı ki böyle bakışma-gülüşmeyle başlayan ilişkilerden de oldum olası tiksinirdim. Oturduğum banktan kalkıp kıza doğru yönelmekle, başımı başka yöne çevirip, onun çekip gitmesini beklemek arasında gidip gidip geldim. İri dalgalı simsiyah saçları, buradan bile farkedilen iri-güzel gözleri vardı. Açık renk kotun üstüne beyaz bir anorak giymiş, bacak-bacak üstüne atmıştı. Rahat oturuşu ve -beni biraz da ürküten- rahat ve soğuk gülümsemesiyle kendisine fazlasıyla güvendiğini hissettiriyordu bana. Kalkmakla kalkmamak arasındaki o bir-iki saniye içinde bunlar geçti aklımdan. Sonra ansızın düşüncelerim değişti. Önce amacının farklı olabileceğini, ardından da tanıdık biri olabileceğini düşündüm. Düşüncelerim beni yanıltmamıştı. Onu tanıdığımı hissedince daha fazla mı gerildim, yoksa rahatladım mı, bilmiyorum. Ama hiç tereddütsüz, hızlı adımlarla onun yanına gittim. Onunla ilgili düşündüğüm önceki tüm düşüncelerim silinip gitmişti aklımdan. Yanına varana dek, daha önce birlikte yaşadıklarımız ‘bir film şeridi gibi’ gözümün önünden geçti. Yanına, selâm vermeden oturdum. Onunla ilişkilerimizde bu tür formalitelere ihtiyacımız yoktu, ayrıca şu âna kadar aklımdan geçenleri de pekâlâ biliyordu. “Nasılsın?” diye sordu rahatını ve gülümsemesini bozmadan, “Nerelerdeydin?” diye karşılık verdim. Yanına oturur-oturmaz, onun rahat tavırlarına rağmen benim ona karşı soğuk ve fazlasıyla mesafeli davrandığımı hissettim. Düşüncelerimi sözleriyle böldü: “Ben hep buralardaydım.” Ben ne demek istediğini anlamaya çalışırken o devam etti: “Sen o küçük gezintiden sonra yıllar, yıllar geçirdin. Bense o zamandan çıkıp bu zamana geldim, o kadar. Sen o günkü beyaz kısrağın sırtında oturan küçük çocuk değilsin. Büyüdün, değiştin, artık tamamen farklı bir insansın. Ben de o beyaz kısrak değilim artık; seninle birlikte ben de değiştim; beni sen değiştirdin. Unuttun mu, benim varlık sebebim de sendin; böylece değişimime sebep olan da sen oldun. Küçük çocuğun hayallerindeki kısrağın yerini bu güzel kız aldı genç adamın hayallerinde.” Son cümlesini sarfederken eliyle kendisini gösterdi. Hep gülümsüyordu. Ve o kadar güzeldi ki... O konuşurken, o zamanki küçük çocuğu anımsadım, ve onun hayallerini... Sonra birden bugüne döndüm ve şimdiki ben’le kıyasladım onları. Birbirlerinden ne kadar da farklıydılar... Ve ona hak vermemek olanaksızdı: Çocuk büyüyüp bir genç adam olmuştu, kendisiyle birlikte hayalleri de değişmişti. Meleğinin de değişmesi kaçınılmazdı elbette. O benimle vardı ve onu benim hayallerim şekillendiriyordu. Kendimi daha rahatlamış hissediyordum: “Ee, şimdi n’apıcaz?” dedim gülümseyerek. “Buna birlikte karar vereceğiz” dedi. Gözlerimi ondan ayıramıyordum, o da bunun bal gibi farkındaydı ve hiç de kendisini -herhangi bir kızın yapacağı üzere- naza çeker gibi bir hâli yoktu; öyle ya, o zaten benimdi! Elini tuttum ve “bana yardımcı olacağından eminim” dedim. Sıcakkanlılıkla elimi sıktı (içim ürpermeyle dolmuştu) ve devam etti: “Küçük, yoksul bir çocuk ve genç, idealist bir yazar... Buna kim yol açtı acaba! (gülüştük) Elbette, düşüncelerini birlikte doğurtacağız. Ben ne için varım!” Düşüncelerimi doğurtmak için parklara ihtiyacımın kalmadığına sevinmiştim. ----------- Birlikte, yaşadığım şehri gezmeye karar verdik (bu benim fikrimdi). Geçen sefer o beni gezdirmişti; şimdi de ben onu gezdirmeliyim, diye düşündüm. Böylece sohbet de edebilirdik rahatça; benim ona anlatacağım çok şey vardı ve -biliyorum ki- onun da bana söyleyecekleri vardı. Onun geri dönüşünü büyük bir arzuyla beklemiştim. Ansızın, hiç ummadığım bir yerde ve hiç ummadığım bir biçimde karşıma çıkması beni şaşırtmıştı doğrusu. Birgün, bir şekilde hayatıma girmiş ve onu allak bullak etmişti; tüm geleceğimi değiştirmiş, hayat akışıma yeni bir yön vermişti. Kimbilir bu sefer ne için gelmişti ve hayatımda neler değişecekti! İşte bunun için onun gelişini yıllardan beri dört gözle bekliyordum. ----------- Yürüyerek parktan uzaklaştık. On dakika sonra evimin önünde, on dakika sonra da arabamda, yollardaydık. Yola çıkana dek tek kelime konuşmadık. Ne küçük seyahatimiz için onun fikrini aldım, ne de o merak edip birşeyler sordu. Sonunda sessizliği ben bozdum: “Çok güzelsin, biliyor musun...?” “Biliyorum” diye karşılık verdi ve gülümsedi, yüzündeki güzel çizgiler belirginleşti. “Gözlerini benden alamadığının farkındayım” dedi, “beni güzel buluyorsun, çünkü tam da senin hayalini kurduğun, beklediğin, aradığın güzelliğim ben. Bugüne dek yaşayageldiğin hayattan bir seçkiyim, senin kanıksadığın güzel çizgilerin toplamıyım. Aşk da bu değil midir zaten? Ama şimdiki durumumuz biraz farklı; zira aşk iki kişinin paylaşımıdır, oysa ben senin bir parçanım.” Direksiyon başında bir gözüm yolda, diğeriyse sürekli onun üzerindeydi. “Sence aşk gelip geçici mi yoksa sonsuza dek süren birşey mi” diye sordu. “Eğer sana âşıksam, bunun kaynağı sende bulduğum güzelliktir -ki illâ fiziksel olması gerekmez bu güzelliğin-. Eğer sende artık bu güzelliği göremiyorsam gönlüm senden geçmiş demektir” diye karşılık verdim. “Beyaz kısrağın güzel kıza dönüşmesi gibi yani?” “Evet” dedim; bu gerçekten güzel bir örnekti, çünkü aşkın sadece karşı cinse duyulan bir tutku olduğuna inanmıyordum. “Algıladığım çevre, dünyam değiştikçe hayatın bana bellettiği güzellik anlayışı da değişecektir” diye devam ettim. Derken, ona dışarıyı seyretmesini söyledim. Yola çıkalı bir on beş dakika olmuştu ve şu an bozuk yollardan; yıkık kulübelerin, araba mezarlıklarının önünden geçiyorduk: Arsada çocuklar top oynuyor, tam ortada uyuz bir köpek oturduğu yerde pirelerini temizliyor. Gerçekten harap bir evin önünde, orada yaşadığı anlaşılan bir kadın çamaşır asıyor. Cılız hayvanlar, geçtiğimiz yolun kenarında biten tek tük otları yemeye çalışıyor. Şişmiş bir katır leşinin yanından geçiyoruz. Ardından şehir çöplüğünün, dev çöp dağlarının yanından... “Ne güzel manzara, değil mi” diye sordum, cevap vermedi; suratı asıktı, biraz da şaşırmıştı; “Şimdi daha çok şaşıracaksın dedim ve altımdaki eski model arabamı gazlayıp tabelalarla işaret edilen güzel asfaltlanmış, düzgün bir yola girdim. “Hadi saat tutalım” dedim. Benim her zaman içimi okuyan meleğim, bu seferki tavrıma bir anlam verememiş gibi gözüküyordu. Düzgün yolda biraz sürat yaptım. Çevresinde hiçbir yerleşimin olmadığı bir küçük tepe ve bir dönemeçten sonra vadi üzerine kurulu büyük bir köprünün üzerine çıktık: Metrelerce aşağıda küçük kulübeler seçiliyor... Gaza biraz daha bastım. Birkaç dönemeç daha geçtikten sonra önümüzdeki bir tepenin içinden geçen yolumuzda ilerlerken “bak şimdi!” dedim. Süratle geçitten geçtik ve kısa bir rampayı tırmandıktan sonra önümüzde yeni bir şehir yükseldi! Hepsi birbirinden lüks evler, büyük-gösterişli alışveriş merkezleri, son model arabalar, yollarda dolaşan, spor yapan -belli ki hâli vakti yerinde- insanlar... “Hahh haa! Gördün değil mi? Sanki bir zaman tünelinden geçmiş gibiyiz ve henüz on dakika olmadı.” Çok şaşırmıştı. Yüzünde böylesine belirgin bir şaşkınlık ifadesi görmek beni de şaşırtmıştı aslında. O bir melekti ve “şaşırıyordu”! İçimden güldüm. Buna rağmen durumun ciddiyetini düşünüp konuşmayı sürdürdüm: “Bazı gerçekleri öğrenmek için ayrıntıya girmek gerekir. İşte bu iki kutbu görmeden de hayatın gerçekleri öğrenilemez. Birbirine bu kadar yakın iki kutup...” “Ne diyeceğimi bilemiyorum.” “Adalet nerede? Göklerde yalnız başına dolaşıyor olmalı. Yukarıdan bizleri seyrediyor mu acaba? Öyle de olsa göremez ki, aramıza karışıp yaşaması gerekir bizimle.” “Ciddi şeyler söylüyorsun ve bir noktaya kadar haklısın da. Adalet göklerde dolaşıyor belki, ama onu yere indirmek sana bağlı. Onun bir ayağı bulutların üstündeyse, diğer ayağıyla da sizin yükseklerinizden destek alıyor.” O sırada güzel asfaltlanmış yolların üzerinde ilerliyor, bir devâsâ alışveriş merkezinin önünden geçiyorduk. Otomobiller kuyruk oluşturmuş, yüzlerce aracın yeraldığı otoparkta kendilerine yer arıyorlardı. Binlerce insan dev binaya girip çıkıyor, tıka-basa dolu alışveriş sepetlerini bagajlarına boşaltıyordu. “O yüreklere, bedenlerde yer var mı ki hâlâ? İnsanların yürekleri alışveriş sepetlerinin içinde atıyor artık. Şu durumda sözünü ettiğin adalet, şu an otoparkta bagajlara yükleniyor. Ticarileştirilmesi mümkün olan herşey alınıp satılıyor. Sahip olduğumuz bütün değerlere bir fiyat atfetmiş durumdayız. Burada insanlar en anlamsız şeylere çok büyük paralar harcarken öbür tarafta insanlar en temel ihtiyaçlarını bile karşılayamıyor. O yürekleri dolduran adalet nerede?” Sinirlenmiştim ve sesimin tonu yükselmişti. Sakin olmam gerektiğine karar verdim. Ondan güçlü ve doyurucu bir cevap bekliyordum. Ama o, şaşırtıcı bir şekilde suskun kalmayı yeğliyordu. Onun yaptığı her hareketin, söylediği her sözün bir sebebi vardır. Eğer konuşmuyorsa bunun da bir hikmeti vardır, diye düşündüm. Bu nedenle ona karşı, galebe çalmış olmanın gururunu yaşadığımı söyleyemem. Tepkisiz, ileriye doğru bakan gözlerinde masumâne bir güzellik vardı. Çocuksu bir güzellik yani; neyse, bunları kafamdan silmeye çalıştım. Utandım bir an kendimden, ne de olsa neler düşündüğümü biliyor... ----------- Yolculuğumuz sürüyordu. Özür diledim ondan. “Önemli değil” dedi. Benim için endişeleniyormuş aslında. O iri güzel gözleri, her duygusal tavrında farklı bir güzelliğe bürünüyordu; her seferinde bambaşka şeyler anlatıyordu gözlerindeki o parıltılar. Hani derler ya, “gözler ruhun aynasıdır” diye, bu benim meleğim için de geçerliydi. Bu sefer de korku salıyordu yüreğime o gözler. Tıpkı sultanın gözleri gibi. Âşıksındır ama korkarsın da kudretinden aynı zamanda. Bir gözüm yolda, diğeriyse hâlâ onun üstündeydi. Üzerinde iş makinelerinin çalıştığı çok geniş bir düzlüğün önünden geçerken işaret ettim: “İşte burası müstakbel olimpiyat köyümüz. Yıllar sonra olimpiyatlar şehrimizde yapılacak. Bunun için insanlar harıl harıl çalışıyor. Çok büyük paralar harcanıyor, -ama çok büyük paralar... Kime sorsan sporun dostluk, barış ve kardeşlik için olduğunu, ve nihayet buna da dediğini söyler. “Bir zamanlar, bir yerlerde din kavgası üzerine doğmuş bir etkinliğin kardeşliği pekiştirmek gibi bir amacı olabileceğine ben inanmıyorum. Birbirleriyle kıyasıya mücadele eden insanların dostluk ve barış kaygısı güdebileceğine aklım ermiyor. Hele işin içine bir de para karışınca... Sonunda para olan bir spor mücadelesinin dostluk, barış, kardeşlik gözeteceğine sen akil erdirebiliyor musun? Hele ki büyük, çok büyük paralar kazanmak; daha pekçok büyük menfaatler elde etmek söz konusu olunca... “Birtakım para babalarının servetlerine servet katmak; kimi ülkelerin siyasi çıkarlarını beslemek, desteklemek için akıl almayacak kadar büyük paralar harcanması ‘sporun evrenselliği’ gibi bir paravan ardına saklanıyor. “Katıldığı müsabakayı kaybettiği taktirde milyonları, milyarları da kaybedecek olan bir sporcunun, ‘aslında ben bunu insanların kardeşliği için, dostluğun pekişmesi için yapıyorum’ demesi kadar saçma ne olabilir?” “Sence ne içindir spor?” “Ancak sağlık ve eğlence için olabilir bana göre.” ----------- Yolda ilerliyorduk, havanın soğuk olmasına karşın pencereden içeri sızan güneş sıcacık ısıtıyordu. Kaloriferi kapattım. Meleğimin, beyaz anorağını daracık alanda biraz zorlanarak çıkarıp kucağına aldığını gördüm; isterse arka koltuğa atabileceğini söyledim, “aa, evet” deyip öyle yaptı. İnsanlar meleklerin hayatını merak eder, gökyüzünde yıllar yılı öylece oturup ne yer ne içerler, gibi saçma sapan şeylere kafa yorarlar. Ben hiç de merak etmiyorum. Yıllar önce bir meleğin hayatına bir süreliğine de olsa tanık oldum. Hal böyleyken, yine de onların, insanlarınkinden daha renkli ve güzel bir yaşantı sürüyor olabilecekleri yolundaki safsatalara da kulak asılması taraftarı değilim. İnsanların dünyası daha renklidir; öyle ya da böyle, hatalar ve günahlar dünyanın birer rengidir. İşte yanımda bir melek oturuyor. Ve ne ilginçtir ki, bir melekte olamayacağını varsaydığımız şeyler sergiliyor: şaşırıyor, gülüyor, terliyor (şimdi olduğu gibi). Neredeyse birazdan “kardım acıktı” diyecek. Üstelik bana öyle geldi ki biraz da safça... Süratli gittiğim zaman kapının üstündeki halkadan tutunma ihtiyacı duyuyor; ama sağ eliyle değil de, sol eliyle tutunuyor. “Niye? Sen böylelerinden hoşlanmıyor musun?” dedi. “Nasıl yani?” “Yani biraz saf, hattâ bazan biraz hafifmeşrep; ama gerektiğinde, gerekli zekâ kıvraklığını gösterebilen kızlardan...” Ne denilebilir ki? Cevap vermedim. Bir süre sonra, acıktığını, gözlerimin içine utangaç bir ifadeyle bakarak söyledi. Gülünç birşey bu, gülümsedim. Az sonra açık havada -o soğuk ama güneşli, güzel havada- etli ekmeklerimizi yerken şöyle bir etrafına bakındı ve “insanlar” dedi, “ne kadar güzeller, değil mi?” O sırada ekmeği tutan o küçük parmaklara bakıyordum. Devam etti: “Hepsi ayrı bir yöne doğru yürüyor, or’dan oraya koşturuyorlar. Kimisi gülüyor, kimisi öfkeli; kimisi kendi kendisine konuşuyor. Kimisi birşeyler taşıyor, kimisi birşeyler satın alıyor. Herbiri ayrı bir dünya içinde sanki...” Meleğimin sözleri pek anlamlı gelmedi bana. Lâf olsun diye konuşuyor izlenimi verdi. Etrafa, uzaklara bakınan gözleri birden bana çevrildi; elindeki ekmeği yaslanmakta olduğumuz arabanın üzerine bıraktı ve yakama yapışıp, gülen gözlerle “beni öpmek ister misin?” deyiverdi! Ben ‘bu kadar da olmaz’ diye düşünüp artan heyecanımı bastırmaya çalışırken o, dudaklarıma yapışıp öptü bile... Dünyanın en güzel öpüşünü işte o an ben tattım, diyebilirim. Böylesi durumlarda karnıma bir ağrı saplanır, midemde bir ekşime olur. Ama kalbimin yerinden fırlayacakmış gibi çarpması hiç de normal değil... “Delisin sen!” diye ünledim, “niçin yaptın bunu?” “Duyguları gizlemenin bir anlamı yok, bunu ne kadar çok istediğinin farkındayım, yakışıklı. Biliyor musun, insanlar birarada yaşayan varlıklardır, tek başlarına yapamazlar. Ama yine de bir ‘özel hayat’ları vardır ve hayatlarının bu özel alanına müdahale edilmesinden hoşlanmazlar. Özel alan, toplumsal alanla kimi noktalarda kesişir. İşte aşk, öyle bir noktadadır.” Ekmeğin tekrar eline alıp bir küçük lokma kopardı. Bense konuyu nereye bağlayacağını merakla bekleyerek hayretle yüzüne bakıyordum. Az önceki öpüşmenin etkisiyle kızaran dudakların ıslağı üzerinde duruyordu. “Sense aşkın peşinden koşarken, aralarında yaşadığın insanlardan da hızla kaçıp uzaklaşmaya çalışıyorsun, sevgililerini seviyorsun, ama insanları sevmiyorsun. Seni öpüp okşayan kadınlar güzeldir, dünyadaki geri kalan insanlarsa bir aptallar sürüsüdür. Etrafına bir bak, yapayalnızsın; ailen-kardeşlerin, arkadaşların nerede? Senin gibi davranmayan insanlara ateş püskürüyorsun.” “Belki doğru söylüyorsun ama... Bilmiyorum. Benim gibi yetim büyümüş birisi için zor olduğunu kabul etmelisin. Yani demek istiyorum ki...” “... Saçmaladığının sen de farkındasın. Buna hiçbir şey gerekçe olamaz. İnsanların seni dışladığını düşünüp onlardan nefret ediyorsun. Belki sadece senin farkında değiller... Belki gerçekten de senin düşündüğün gibi yanlış yapıyorlar. İyi ama sen onları uyarmak için ne yapıyorsun, o çok söyleyip şikayet ettiğin ‘sistem’in bir parçası olmaktan başka!?” Suskunluk... Nasıl kurtulabilirim bu işkenceden... “Bankacısın değil mi?” “Evet?” “... Ve bu genç yaşta çok paran var. Araban da var, ne güzel... Yani sistemin tam içindesin...” “... Ama ben sadece bir süreliğine...” “Kendin inanabilirsin ama beni kandıramazsın. Biliyorum ki dünyayı değiştirmek gibi büyük hayallerin var. Ama bunu ancak insanları severek ve onlar için çalışarak yapabilirsin, onlardan nefret ederek değil. Zorlukların, sıkıntıların, engellerin içinden sıyrılarak ‘iyi şeyler’ yapmalısın, ‘kötü şeyler’ değil... O sıkıntılar seni onları düzeltmeye zorlamalı; onları bırakıp kaçmaya, veya yakıp yıkmaya değil. Engellere küfrederek onları ortadan kaldıramazsın. Ve unutma ki, yolcunun en büyük sorumluluğu arkasına kalan yolu düzgün bırakmaktır. Engelleri ortadan kaldırmak ve bozukluklara karşı ardından gelen yolcuları uyarmaktır. Dönüp gitmek, emin ol, sana da zarar verir. Artık otur ve tekrar tekrar düşün. Ne yapıyorsun?” Yine sessizlik... “Yazıyorum...” “Biliyorum, yazıyorsun. Peki ama neden hâlâ...” Lâfını kestim. Bu konunu dönüp dolaşıp buraya dayanacağını anlamalıydım. Belli oranda güç, otorite, söz sahibi olmadan birşeyleri becermek kolay mıydı? Bunları, ideallerinin bir güç ilişkisi ardına gizlenmesi gerektiğini söylemedim. Ama biliyorum, o anladı. “Yazılarımın dilediğim, hayâlini kurduğum etkiyi uyandıracağına inanmıyorum. Ben öldükten sonra, benim dünyadaki sorunları haykıran yazılarımı okumayacak ve “kahrolası bir sağcıydı”, “Allah’ın belası bir solcuydu” diyerek karalayacak birileri. Oysa ki siyaset yapmak değil amacım. İnsanlığın önünde bunca sorun dururken kuşlardan, çiçeklerden, böceklerden bahsetmek, insanın içinde bulunduğu gaflet, kendi türüne karşı işlediği cinayettir bana göre. İnsanları bir şekilde uyandırmak, yaşadıkları dünyanın içinde bulunduğu sorunlara karşı uyarmak, artık onların da taşın altına ellerini sokmalarının gerektiğini onlara hatırlatmak ve nihayet adaletsizliklere karşı başkaldırmalarını sağlamak gerek.” “Bunu gerçekleştirebileceğin daha iyi bir yol var mı yazmaktan başka?” “.........” “Peki’ niye yazıyorsun?” “Bir umut işte...” “Kendine gel. Yazmaktan daha iyi bir seçeneğin yok senin. Başka şansın da yok. İnsanları bilgilendirmek, onlara daha iyi yaşamak ve ölmek seçeneğini tanıtma yükümlülüğünü üzerinden atamazsın. Böyle bir insana yerin ve göğün bütün güçleri lânet eder.” Haklıydı şüphesiz. Bunun üstüne söylenebilecek ne var ki? Üşüdüğünü söylemesiyle bindik arabaya. Bu soğuk havada arabadan dışarıya anorağını giymeden çıkmıştı. Ellerinin soğuktan kızardığını gördüm. Bense soğuğu hissetmiyordum bile. Ellerini avuçlarımın içine alıp ısıtma cüretini kendimde görmedim. Sadece, bir türlü bitiremediğim ekmeğimi kâğıdına sarıp koyduktan sonra anorağını arka koltuktan alıp sırtına verdim. Ekmeğini, yanına aldığım gazozla birlikte yiyip bitiren meleğimin aksine ben, ekmeğimi sarmaladıktan sonra gazozumu açıp içmeye koyuldum. Çocukluğumda aradığım tat bu... O zamanlar harçlığımı biriktirip de aldığım bu nefis içeceği, tadına vararak içmeyi severim. Yanımdaki bir hanıma şık bir restoranda güzel bir yemek ısmarlayabilecek kadar param artık her zaman vardır. Ama işte şu an burada yaşlı amcanın, şehrin nispeten tenha ve yüksekçe bir yerinde kurulu küçük kulübesinde hazırlayıp sattığı, abonesi olduğum baharatlı etli ekmeği gri şehir manzarasına karşı yemek benim için oldukça anlamlıydı. O koca, çirkin binalardan ağır ağır yükselen dumanlar, binaların karanlık gölgeleriyle birbirine karışıyordu. Göğü kaplamış koyu kurşuni pusa bakarken gazozumdan bir büyük yudum aldım. “Bilgiye ulaşmak istiyorum. Gördüklerimin, görebildiklerimin de arkasındaki gerçeklikleri görmek istiyorum.” “Peki bunun için çaba gösteriyor musun?” “Çalışıyorum, elimden gelenin en iyisini yapmaya çalışıyorum: okuyorum.” “Okumak kuyudan su çekmeye benzer. Susadığında, susuzluğunu giderebileceğin tek kaynak bir ‘kuyu’ ise, bir ip ve kovayla suya ulaşırsın. Asıl amacın su içmektir, ipin ve kovanın yardımıyla suya ulaşır, kana kana içersin. “İşte böyle, okumak da düşünmeye giden yolda bir araçtır -sadece bir araç-. “Okumak, düşünmeye açılan kapılardan biri (belki de en önemlisi)dir. Ama tek yol değildir asla. Seni belli bir konu ya da obje üzerinde kafa yormaya sevkeder. Birileriyle sohbet etmek, tartışmak da böyledir. Bu ve bu gibi düşünme araçları, senin düşüncelerini doğurtmana yardım eder. “Bilgiyi istiyorsun. Peki’ bilmenin yüklediği sorumluluğu kaldırabilecek güçte misin bakalım? Açlıktan ölmek üzere olan insanların önünde, elinde pastalarla, böreklerle durmak nasıldır, hiç düşündün mü? Ya da içinde insanların çırpındıkları, boğulmak üzere oldukları nehrin kıyısında elinde halatla durmanın sorumluluğunu?” “Bunun için almam gereken tüm sorumlulukları üstlenmeye razıyım.” “Peki’, buna tam anlamıyla hazır mısın?” “Evet, evet öyle hissediyorum.” “Ama ben pek öyle düşünmüyorum.” “Ama, neden?” “Bak; bilgi her zaman için, ona sahip olanların kullanabileceği bir potansiyel silahtır. Kalbinde insan sevgisi yeşermemiş insanların elinde bu silah gerçekten çok tehlikeli ve yıkıcı olabilir. Seninse, o gönlünde yeşermiş sevgi fidanını büyütmen gerek. Evet, kesinlikle... Sende o yeşil, küçük fidanın varolduğunu söylüyorum. Elindeki gazozdan, buradaki satıcıya olan bağlılığından belli bu. Ve yine unutma ki, insan, doğanın bir parçasıdır. Doğa sevgisi olmadan da insan sevgisi olmaz.” “O zaman sevmeyi öğret bana meleğim...” Yüzümde, o anda beliren heyecanın izlerini bulmuş olacak ki, şöyle bir durup şefkatle süzdü beni. Ardından anorağına sıkıca sarınıp karşılara doğru baktı ve devam etti: “Sevmek, sevdiğin şeylerden ödün verebilirliğinle ölçülür. Sevdiklerinden ödün verebildiğin sürece seviyorsundur. Ve şunu bil ki seven, karşılık beklemeksizin verendir. “Sevgi aslında birtektir ve/fakat onun çeşitli görünümleri vardır. Anne-babaya karşı duyulanı, dostça olanı, cinsel olanı gibi... Ama bunların hepsinin kökeninde birtek gerçek sevme edimi vardır, o da ‘Sevgi’yi sevmektir. İşte bu ilahi olguyu seven, ona izafeten onun görünümlerini, yani ‘herşey’i sever. İşte bu sevgiye siz ‘Tanrı’ diyorsunuz. Sevgisini işte bu ana kaynağa bağlayan, karşılık bulamadığı Sevgi türevlerinden ötürü yılmaz, usanmaz, yarı yolda kalmaz. Sevdiği şeyleri kaybetmekten gocunmaz. Çünkü gerçek Sevgi hep vardır, hayattadır-ölmez ve senin yanıbaşındadır. Sevgi’yi sevdiğin sürece sevgi seni hiç terketmez.” “Benim ölen annemi sevmem gibi yani...” “Evet, öyle.” “Geçenlerde ölen kedisi için ağlayan bir çocuk görmüştüm. Dünyası başına yıkılmıştı sanki. Sonra bir arkadaşı geldi yanına ve o da birkaç gün önce çok sevdiği bebeğini kaybettiğini söyledi. Ama babası ona ertesi gün yeni bir tane almış. Onun için üzülmemeliymiş. Buna ne dersin?” “Dünyadaki en basit sevgi çocukça sevgidir. Sevilen şey yitirildiği zaman yerine yenisinin gelmesi, ya da onun yerini başka birşeylerin doldurması beklenir. Ama çoğu zaman öyle olmaz. İşte o zaman da çocuğun, karşısındakilere, elinde onu verme gücü olanlara küskünlüğü, hattâ belki nefreti başlar. “Gerçek sevgi umut doludur. Belki hiç meyve vermeyeceğini bilsen bile meyve ağacını diri tutmak için sulamaktır sevgi. Geri getiremeyeceğini bilsen bile o çok sevdiğin kitaplarını arkadaşına ödünç vermendir. Bir daha asla ona dokunamayacağını, onu göremeyeceğini bilsen de, sevdiğin kişiye mektup yazıp onu ne kadar sevdiğini söylemendir. Seni birgün bırakıp uzak diyarlara gideceğini bilsen de yavruna her zaman şefkatle bakmaktır. “Doğa’daki herşey sevme-sevilme potansiyeline sahip olduğu için, hatta belki, sırf bu yüzden değerlidir ve güzeldir. Doğa’daki herşey sevgi doludur, insanlar bile. Kendileri farkında olmasa bile bu böyledir. Çünkü Mutlak Sevgi ve Güzellik’in bir parçası, yaratığıdır o.” “Anlıyorum galiba.” “Anlamalı ve gerçekleştirmelisin. Sevmemek senin de sonunu getirir.” “Nasıl yani?” “Hayatta gerçekten kalıcı hiçbir şey yapamayacağın gibi, sevmeyerek kökenini inkâr etmiş ve bütünden kopmuş bir parça olarak çürümeye mahkûm, asalak gibi yaşamayı kabullenmiş olursun. “Bir şey daha... İnsan sevmeye herşeyden önce kendisinden başlar. Kendisine saygısı olmayan, hattâ belki aynadaki yüzünü bile görmekten tiksinen insan başka hiçbir şeyi de gerçekten sevemez. “Saygı dedim... Biliyor musun, saygı sevgiden doğar ve sevgi temeline dayanmayan saygı da aslında sahtedir. “Dediğim gibi, kendinden başlamalısın. Kendini sevmek de herşeyden önce kendini tanımaktan geçer. Bunun için de kendi varoluşun üzerine düşünmelisin. “Kendi varoluşu üzerine düşünmeyen insan, eksik insandır. Ancak yürüyen bir et parçasıdır o. Hayatın anlam ve amacı üzerine kafa yormayan insan kör ve sağır bir insandır. “Bu ikisi daima birarada bulunur; dünyaya, insanlığa ve yaratılışlarına ilişkin hiçbir mantıklı söz, hiçbir gerçekçi yaklaşım göremezsin böylelerinde. Sen bunlar gibi olmayıp, bunların içindeki sevgi cevherini ortaya çıkarmaya çalışmakla yükümlüsün. Düşün, önce kendinden başlayıp her yana salmalısın ışığını.” Son cümlelerinde, konuşurken hararetle elini kolunu kullanmaya da başlamıştı; “çok konuştum galiba, yordun beni yine” deyip gülümsedi. “Ama ben dinlemekten sıkılmadım” dedim, “konuşurken ağzının içine baktırıyorsun.” ----------- Saatin epeyce ilerlediğini farkettik. Arabayı çalıştırdım, biraz gaz verdim ve “gidelim mi artık?” der gibisinden bir bakış attım yan koltuğa. Onayı aldıktan sonra ağır ağır, süzülerek anayola çıktık ve yolumuza devam ettik. Radyoyu açtım; biraz gürültü yapsın, konuşmamıza fon oluştursun diye, ve sesini iyice kıstım. Son günlerde moda olan pop şarkılarından biri çalınıyordu, “öp beni yar, sev beni yar, yaaaar” diye... Az önce bulunduğumuz yerde uzaktan görünen devâsâ caminin önünden on dakika sonra geçtik. Meleğim büyük bir dikkatle etrafı seyrederken bir yandan da radyodaki şarkının bitip tükenmek bilmeyen nakaratına eşlik ediyordu. Ona camiyi gösterdim: “İşte bu, ülkenin değil, kıtanın en büyük camilerinden biri... Ve yüzyıllar önce yapılmış tarihi camilerin bir modern kopyası. Biliyor musun, önünde yoksullar ekmek parası dilenirken cami görevlileri altın yaldızlı duvar işlemeleri, dokuma halılar için bağış topluyor. Bu çok saçma bence...” Meleğim pek ilgileniyormuş gibi gözükmedi. Etrafa bakınıp şarkı mırıldanıyordu. Sadece başıyla, dinliyorum, der gibi yapıp tempo tutmaya devam etti. Eski evime, onunla ilk tanıştığımız yere gitmek istiyordum şimdi. Uzun zaman sonra oraları tekrar görmek iyi olacakmış gibi geldi bana. Radyoda biteviye çalınıp duran, birbirinin aynısı şarkılardan sonunda o da sıkılıp kendi eliyle çevirdi kanalı; daha yumuşak, Doğu müziği çalan bir istasyon bulunca durdu, sesini biraz açtı. Vurmalı sazların hakim olduğu, gerçekten de benim zevkime göre “güzel” bir müzikti bu. Sonra bununla tempo tutmaya başladı. Nereye gittiğimizi merak etmiyordu. “Evlenmeyi düşünüyor musun?” diye dönüp sordu birden. “Seninle mi?” diye geçirdim içimden. “Sana benim gibi bir kız lazım” dedi gülümseyerek. Gülümserken kaşlarının yükselişine bayılıyorum. O ifadeyi görmek için yüzüne baktım. “Pek öyle kolay kolay kimseyi beğenmiyorum. Hem bana tahammül edebilecek insan ner’de? Ayrıca böyle hayatımdan memnunum. Gerçekten, neden evlenir ki insanlar? Kendimi böyle özgür hissediyorum.” “İnsanlar yalnız yaşayamıyor. Sakın kendini örnek gösterme... İnsanların kendilerini gerçekleştirebilmek için bir çevreye, birşeyler paylaştığı insanlara ihtiyacı var, bu kesin. İnsan dostları-arkadaşlarıyla, anne-babasıyla, çocuklarıyla birşeyler paylaşır. Ama eşiyle herşeyi paylaşır, öyle değil mi? Ve insanlar hakkında bir şey daha biliyorum ki; kadınlar korunmaya, erkekler yönetilmeye muhtaçtır. Şu halde evlilik de işte bu gizli nedene dayanır.” “Kadınların korunması neyse de, erkeklerin yönetilmesi ne oluyor? Tarihteki hemen hemen bütün yöneticiler erkektir..” “Ama onları da yönetenler kadındır... Bak, erkekler insanları yönetmekte belki başarılıdır; bu güçle, iktidarla ilgili birşey. Ancak kendilerini yönetmekte başarısızdırlar. Çünkü bunun güçle pek ilgisi yoktur. Herşeyden önce gelip senin evini görmek isterdim aslında.” “Eh, biraz dağınık... Aslında katılıyorum biraz buna. bunu doğru kabul edersek şu mantığı yürütebiliriz belki: Son yüzyılda geleneksel aile kurumunda çok şey değişti. Artık devlet-toplum, üyelerini korumak için çok daha fazla şey yapıyor. Polis var mesela. Sonra sosyal güvenlik denilen şey var. Şu halde kadın kendisini koruma konusunda bir erkeğe ihtiyaç duymayabilir. Toplum onu maddeten ve mânen koruyor zaten. Ama erkek hâlâ kendisini yönetmek konusunda yetersiz. Bunun için hâlâ bir kadına ihtiyacı var, arkasını takip edecek bir kadına. Bunu bir eş de yapabilir, anne de, bence. Eğer söylediğim doğruysa evliliğin bir bacağı eksik kalmıyor mu? Bu, son yıllardaki boşanma sayısındaki artışı da açıklayabilir belki... Vay be! Böyle bir akıl yürütme yapabileceğim hiç aklıma gelmezdi... Aslında senin söylediklerine tamamen katılıyorum. Düşünüyorum da, uzun yıllardır evli bir yaşlı çiftten erkek ölürse kadın hayatını sürdürebiliyor az çok; ama kadın ölürse erkek biraz zor yaşıyor. Bence bu seni doğrular.” “Evet, belki de, bu zekâ kıvraklığına hayran kaldım açıkçası. Her nasıl olursa olsun, bir gerçek var ki, insan kendi kendisine yetemez. Bir şekilde kendisinden üstün birşeylere muhtaçtır. Anne-baba, ağabey, patron, çevre, toplum, devlet ve nihayet Allah.” Bu arada, işte eski yoksul mahallem. Eski, yıkık-dökük evlerin arasından yeni apartmanlar yükselmiş; toprak yollar yapılmış, yeni yollar açılmış... İşte kestane ağacım... Fakat, fakat eski evim...? Öyle görünüyor ki, o yeni apartmanlardan biri bizim ihtiyar üç katlının yerinde yükselmiş... Oraya, kestane ağacının yanına arabayı çekip indim, tabii o da benimle... O ihtiyar ağaca, eski bir dostla tokalaşır gibi dokundum. Sonra ellerim belimde, eski evimin yerindeki binayı süzerken meleğin beni izlediğini farkettim. “Üzüldün mü” diye sordu, hemen cevap veremedim... “O evle ilgili pekçok güzel anım oldu. Kimbilir, birgün belki birarada geçirdiğim günlere özlem duyarım. Ama o evi kesinlikle özlemeyeceğim. Özlem duyabileceğim şey soğuk duvarlar değil anılarım, o geçmişte kalan günlerim; ve onları belleğimde, beraberimde taşıyorum ben.” Bir süre öylece kaldık. Etrafa şöyle bir bakındım: İşte, benim için herşeyin başladığı noktaya geri dönmüştüm. Ve şimdi yine herşey yeniden başlıyordu, bunu hissettim. İşte bu his, meleğimin gitme vaktinin de geldiğini işaret ediyordu aynı zamanda. Geri dönüp arabaya bindik, arabayı çalıştırmadan önce göz göze geldik ve dedim: “Sözlerinle yine çok şey öğrettin ama bugün bana en ufak bir mucize bile göstermedin, bilinçli bir şey miydi bu?” Bunu sorduğuma çok pişman oldum. Yüzüme sert bir ifadeyle baktı, gereken cevabı çıkarttım gözlerinden. Ve konuştu: “Mucize mi istiyorsun? Peki’, beni o üzerinden geçtiğimiz köprüye götür.” ----------- Köprüye vardığımızda güneş batmak üzereydi. Çevrede, daha önce hiç farketmediğim evler, yüksek binalar dikkatimi çekti. Ve, köprünün ortasında, kenarda bir küçük kalabalık... Tam köprünün başına geldiğimizde melek durmamı söyledi. Durup, onunla birlikte arabadan indim; köprünün ortasına, kalabalığa doğru yürümeye başladık. İnsanların arasından, köprünün kenarında intihara yeltenen birisini seçebildim. Çevresindekiler de onu vazgeçirmeye çalışıyordu anlaşılan: on beş kişi kadar varlardı ve bunların çoğu polisti. Yanlarına iyice yaklaştık. İnsanlar korku ve heyecanla aralarında konuşuyor, bir yandan genci gözlüyor, birşeyler yapmaya çalışıyor, çaresizlikle bekleşiyorlardı. Bu tablo beni de heyecanlandırdı, kalp atışlarımın hızlandığını hissettim. Gözüm bir ara ona takıldı: sakin ve vakur görünüyor; köprünün ortasına doğru, olabildiğince tepkisiz yürüyordu. Bu arada oldukça yoğun olan trafikte arabalar köprünün ortasına yaklaşınca yavaşlıyor, arabadakiler olan-bitene şöyle bir bakıyordu. Böylece meraklarını gideren insanlar, daha fazla olayla ilgilenmeyip, çekip gidiyordu. Yanlarına vardığımızda intihara yeltenenin zayıf, uzun boylu bir adam olduğunu gördüm: Hüngür hüngür ağlıyor, birşeyler anlatmaya çalışıyordu; ancak söylediklerinin tek kelimesi bile anlaşılmıyordu. Buna rağmen yanındakiler, adam her ağzını açtığında sanki ona cevap verir gibi “sakın atlama!” türünden çıkışlar yapıyorlardı. Artık böylesi sahnelerle -hem de her gün- karşılaşmak insanlar için olağan bir durumdu, benim için de öyle. Ancak melek tarafından buraya getirildiysem bunun mutlaka olağandışı bir sebebi vardır, diye düşündüm. Ve inanılmaz ama gerçek: köprünün kenarındaki atlamak isteyen, gözünden yaş gelmemecesine ağlayan adamı tanıdım! O, o bendim! Benim yıllar sonraki hâlimdi o adam... ne yapacağımı, neler söyleyeceğimi şaşırmış bir halde öylece kalakaldım. Meleğe ona, yani bana yardım etmesi için yalvarayım mı; gidip ölümün eşiğindeki kendime yardım mı edeyim; yoksa o anda oralardan kaçıp gideyim, böylelikle bu kâbustan kurtulayım mı, diye düşündüm. Ben o dehşet ânını yaşarken melek gözlerimin içine bakarak anlamlı bir şekilde “git kurtar onu!” diye ünledi. Ama nasıl? Buna daha fazla kafa yormadan kurtarma içgüdüsüyle, hızla kendime doğru koştum. Herhangi bir insanı mı, geleceğimi mi, yoksa bizzat kendi hayatımı mı kurtarmaya çalıştığımı düşünerek o birkaç metrelik mesafeyi saatlerce, günlerce koştum sanki (belki de cevap “hepsi” idi). Kalabalığı yarıp “o adam”ın yanına vardığımda göz göze geldik onunla... Ağlamayı kesti, bir çocuk gibi mahzunlaştı; hayretle karışık, “bak ne hallere düştüm” der gibi bakıyordu yüzüme. Bir “ben” gibi değil de, sanki, iki ayrı kimlik gibi, iki eski dost gibi bakıştık, ağlaştık. Ben yarınıma ulaşmanın, o ise geçmişine tekrar kavuşmanın sevincini yaşıyordu (yaşıyorduk). Köprünün korkuluklarını aşıp bana doğru yöneldi. Bütün engelleri ortadan kaldırıp birbirimize doğru hamle yaptık. Geçmişine, benim boynuma atıldı ağlayarak... O anda ikimiz, geçmiş ve gelecek birleştik, “bir” olduk. Hiç düşünmeden yarınıma, o çelimsiz adama sımsıkı sarıldım.
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Alp Çetiner, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |