Dünyada insandan çok aptal var. -Heinrich Heine |
|
||||||||||
|
“Seni en güzel bildiğin güzelliklerden geçirecek güzellikleri benimle gezeceksin. Benimle göreceksin, ürkütücü azametini görünce korkacağın Feza’nın derinliklerini. “Aç gözlerini artık küçüğüm, korkma uyanmazsın. Senin dünyanın uyanıklığı benimkine benzemez. Bu böyleyken senin uykun benim uyanıklığımdır. Bak, böyle konuğum oluverirsin birdenbire rüyalarında. “Kimseye anlatamazsın, kimse de anlamaz burada gördüklerini, çünkü sizin kelimeleriniz kifayetsiz kalır benim dünyama. Burada benim dilimi konuşacaksın. Kalbinin diliyle konuşacaksın benimle... Dene bak ne kolay, ağzını oynatmana bile gerek yok. Senin dünyanda mucize derler buna, benim dünyamda ise tabiat!” - Kimsin sen? - Ben senin şimdi ve sadece seni gezdirmek için yaratılmış meleğinim. - Bir daha hiç uyanmayacak mıyım? - Ömrünün en uzun uykusunu uyuyacaksın, ama uyanacaksın maalesef. Senin uykunu birlikte yaşayacağız. Hadi bin sırtıma çocuk, yolculuğumuz başlasın. Genç adam güzelliğine hayran kaldığı uzun, zarif bacaklı ve iri gövdeli beyaz atın sırtına bir hamlede bindi. Küçücük pencereden girişine hayret ettiği kanatlı, beyaz, güzel hayvanla birlikte aynı küçük pencereden gökyüzüne süzüldüler. Hayvan beyaz, uçlarına doğru tatlı bir gök mavisi rengini alan dört iri kanadını kısarak gökyüzünde yükseldi. Genç adam, bahçelerindeki kestane ağacının gölgesinin üç katlı, dökük sıvalı evlerinin üstünde dans edişini hayranlıkla izledi. Gölgesinde büyüdüğü iri kestane ağacı ona hiç bu kadar güzel görünmemişti. ----------- Çoktan kararmış olan gökyüzünde kayarcasına süzülürlerken genç adam; şehrin sarılı, beyazlı, kırmızılı göz alıcı ışıklarının beyaz hayvanın iri gövdesinde oynaşmasını seyrediyordu. Büyüklüğüne yenik düştüğü kent ışıl ışıl caddeleriyle, aynalı dev binalarıyla ayaklarının altındaydı şimdi. Baş döndürücü hızına gıptayla baktığı arabalar şimdi birer karınca gibi küçülmüştü. - Yazık sana ki düşünmüyorsun çocuk. Sahibi olduğun benliğin göklere çıkınca değer kazandığını sanıyorsun hâlâ. - Sen benden üstünsün melek, benim bilmediklerimi biliyorsun. Bana doğru olanı öğret. - Güneş’e ve Ay’a, ve tüm dönüp duranlara andolsun ki sen bana ve tüm yaratıklara üstün kılındın. Ve yine andolsun ki, sana bildirdiklerimden bir harf dahi fazla bilgim yoktur. Müjdeler olsun ki sana çocuk, aklın ve iraden sayesinde benden üstün oldun. Genç adam, ayağında tek kalan potini de umursamazca boşluğa fırlattı ve başını hayvanın beyaz yelelerine yasladı. Nice sonra boşlukta kanat çırpmadığını gördüğü hayvan gökyüzünde süzülürken, tatlı bir serinliğin koltuk altı yırtık gömleğinin içinden göğsüne doğru aktığını hissetti. O, bu serinliği hissedebilmek için dökük sıvalı evlerinin kiremitlerinin üstüne çıkar otururdu bunun gibi yaz akşamlarında, acı meyvelerini dişlediği o yaşlı kestane ağacının tepesine bazan da... Daha sıkı sarıldı sonra, başını koyduğu boynuna hayvanın. Sonra yola çıktı, aslında pek de parlak olmayan bir yıldıza doğru uçuk mavi kanatlı beyaz at... ----------- - Bizi güzel bir genç kız gibi düşlediniz siz hep, bazan da yakışıklı bir delikanlı gibi... Bazan da -şimdi gördüğün gibi- güzel bir hayvan olarak belleklerinizde yer ettik. Ama hiçbir zaman sizin algıladığınız gibi bir varlık olmadık aslında -şimdi bile-. Görünmemiz gerektiği gibi göründük size, o kadar. - Peki ama niye, ne gerek var buna? dedi genç adam, başını kaldırmadan. - Bizi olduğumuz gibi görmeye dayanamazsınız. Tabiatınız buna izin vermez. Böylesi bir kılıfla karşınıza çıkarız biz de. “Aslında sizin sahip olduğunuz bedenleriniz de bunun gibidir. Onlar da sizin dünyalık kılıflarınızdır. Tıpkı ayaklarınıza giydiğiniz ayakkabılarınıza benzer bu kılıflarınız. Meselâ onları farklı yerlerde, farklı şartlarda ve farklı amaçlar için giyersiniz. Ve o size sadece belli bir yerde gereklidir: Evinizden dışarı çıktığınızda örneğin... Ve insanlar ayakkabıları için yaşamaz, ayakkabıları insanlarla vardır. Ayakkabı ayağın bir parçası değildir. Ayrıca ayağın düşündüğünüzden ve sandığınızdan daha fazla gücü vardır. Ayakkabı bu gücün kullanılmasına yardımcı olur ve/fakat bir yandan da sınırlar bu gücü. İnsanlar bedenlerinin içinde taşıdıklarını, bedenlerine bakarak anlayamazlar. Bedenlerinin içine bakmanız gerekir: Tıpkı bir ayağın güzel göründüğünü söyleyebilmek için ayağın kendisini görmek gerektiği gibi... Ayakkabına bakarak bunu anlayamazsınız. Ayakkabılarınızı zaman zaman temizleyip onun güzel görünmesini sağlarsınız. İhtiyacınız olduğunda kullanırsınız onları, sonra da çıkarırsınız. Ruhunuzun kılıfları da ayaklarınızın kılıfları gibidir. Bazılarınız sırf bu kılıf için yaşar, onun içinde ebediyen kalmayı umar. Bir kılıf içinde ne ruhlar heder olur.” Meleği dinlerken genç adam, başını koyduğu yerden ardında bıraktığı Dünya’nın büyüleyici güzelliğini irkilmeden izledi. Aslına bakılırsa, kestane ağacının parıltılı gölgesinden sonra pek de şaşırtmadı onu bu güzellik. Başını kaldırıp ileriye baktığındaysa değil kestane ağacını, adını bile unuttu neredeyse genç adam... Bulutsuz gecelerde damdan gözlediği gökyüzünün ihtişamı onu hiç bu kadar etkilememişti. Yıldızlar, o yüksek, parıltılı gökdelenlerden bile böylesine muhteşem görünemezdi herhalde. Doğrulup seyrettiği yıldızlar şimdi ayaklarının altındaydı da. Aydede’nin hiç de “dede”ye benzemediğini farketmesi için uzun bir gözlem gerekmedi. Bir tek Güneş, Ay ve yıldızlar süslüyordu gökyüzünü yerden bakınca. Dünya’nın da göğü süslediğini düşündü genç adam ardında gitgide küçülen Ev’ini görünce. İkisi kırmızı, biri kahverengi hareli üç gezegeni ve ayaklarının altından geçen kocaman taşları görünce fikrini yine değiştirdi. Ne kadar da göz alıcıydı Güneş! Üstünde kamçılanan yalımlarıysa ilk defa görüyordu. Hiç de penceresinden görünen Güneş’e benzemiyordu. Karşısında gördüğü iri, parlak bir portakaldı sanki. Boşlukta devamlı duruyorlarmış gibi geldi ona. Hareket ettiklerini etrafından geçen kaya parçalarından ve artık Dünya’nın görünmez oluşundan anladı. “Herbiri mükemmel bir denge ve uyum içinde dans ediyor. İzleyedurduğun bu ahenkli dansın gözünle göremeyeceğin kadar küçük boyutlusu ve yine gözünle göremeyeceğin kadar büyüğü var. Aslında her ikisi de ayrıdır. Siz bunu bilemiyorsunuz, buna ve bunun gibi birçoklarına ârif olanlarına da “ermiş” diyorsunuz. “Bana ermişleri sorarsan sana onlardan bahsederim: “Bilimadamı bilim gözlüğüyle bakar dünyaya, şeyleri bilimle açıklamaya çalışır. Âşık aşk gözlüğüyle bakar, o da sevgide bulur hayatın anlamını. Başınızdaki idareciler çoban gözlüğüyle bakar tebaasına ve hepsini yek-vücut görür. Sanatkâr sanat gözlüğüyle bakar herşeye. Herşeyi bir sanat eseri olarak görür o da. İşte ermiş bunların hepsidir, o gözlüklerin hepsini birden aynı anda takar. “Ermişin yolu uzun uzadıya merdivenler barındıran çok katlı bir binaya benzer. Tırmandıkça, her katta ayrı bir güzellik bulur insan. Ermiş teras katta oturur. Onun tepesinde, diğer kattakilerin tepesinde olduğu gibi basık bir tavan değil; uçsuz bucaksız, masmavi bir gökyüzü vardır. Kapısının da kilidi yoktur, hafifçe ittirdin mi girersin içeriye...” - Onlar bizden üstün insanlar, değil mi?, dedi genç adam, boşluğa yönelttiği düşünceli bakışlarla. - Neye göre?, dedi melek ve devam etti: “Onları olduklarından üstün gördünüz hep ve olmak istemedikleri yerlerde tuttunuz onların manevi varlıklarını. Onlara hayranlık bile beslemeniz hatayken siz ilah edindiniz onları kimi zaman kendinize... “Sana şunu derim: “Birisine karşı hayranlık besleyen insan, çoğu zaman kendisini aşamayan -ya da aşmak istemeyen- zayıf bir insandır. Bununla birlikte insanları türlü meziyetlerinden ötürü kendisine örnek almayan insan da bir zayıflık örneği gösterir. “Hayran olan, hayranlığı karşısında birşey elde edemez. Çünkü ruhunu aşağılık duygusu kaplamıştır. Örnek alan ise gelişmeye açılan bir kapı bulur önünde. Çünkü karşısındakini, kendisini geliştirecek bir cevher olarak görür. “Hiçbiriniz hayran olunmaya lâyık olacak kadar mükemmel değilsiniz.” Melek havada küçük bir tur attı ve aşağıyı gösterdi: “Bak!” Aşağıda her tanesi pırlanta gibi parıldayan ışık noktalarından oluşan muhteşem bir disk duruyordu. Eteğinde binlerce beyaz inci tanesi gibi, dağılmış yıldız bulunan koca bir ışık topu, karşısında duruyordu genç adamın. “İşte sizin göğünüz, çocuk.” dedi ve diskin ortalarında bir yerde belli belirsiz parıldayan küçük bir ışık noktacığını gösterdi: - İşte sizin Güneş’iniz. Senin insanların şimdi orada. Disk dönüyor ve her geçen gün ışık topu kendisine karışan yıldızlarla daha da büyüyor. Yakında sizin de sonunuz gelecek. - Ne zaman melek? - Ben bilemem. Şimdi bir balonun içindeyiz, o gitgide büyüyor ve birgün patlayacak. Belki sonunuz böyle gelecek, belki de hiç bilmediğimiz bir şekilde. Maddi olan herşeyin bir sonu vardır. “Sana maddeden bahsedeyim biraz da: “Tabiatının gereği, daha fazla para kazanmak istiyorsan daha fazla çalışırsın. Eğer kazanma hırsın ve ihtirasların onurunun önüne geçmişse çalıp çırpmaya bile başlarsın ‘daha fazla para için’. “Acıktıysan yemek yersin. Midende hissettiğin açlığın şiddetini ‘daha fazla yiyerek’ bastırırsın. “Susadıysan su içersin. Ve eğer yanıyorsan susuzluktan ‘daha çok’ ve ‘kana kana’ içersin suyu. “Bunlar sizin dünyanızın kanunudur. “Ama eğer sevgiye susamışsan, içindeki azıcık sevgi içkisini etrafına dağıtman gerekir. Paylaşarak çoğaltırsın içindeki sevgiyi, gizleyerek ve çevrenden koruyarak değil. ‘Sevgi Hazinesi’nin sahibi olabilmek için o küçücük sevgini ‘daha fazla’ paylaşmalısın çevrenle. Onu savurabildiğine savurmalısın ki doğaya ve kitlelerin üzerine, ‘daha fazla’ kazanasın. “Mutluluk ve bilgi de böyledir. “Daha fazla mutluluğu, daha fazla varlıkla paylaşarak elde edersin. Ve bilgi içkisinden içtin mi bir kez, bir daha doymak bilmezsin. “İşte benim dünyamın kanunu, benim maddemin doğası da böyledir çocuk. Bunlar sana benim dünyamdan bahşedilmiştir. “Sana Zaman’ı da örnek olarak vereyim: “Dönüp de arkana baktığın zaman özel geçirdiğin her bir ânı zihninde ölümsüzleştirmenin nedeni, onun da benim dünyamın kanunlarından olmasıdır. Sonunda bu ‘özel anlar’ı ve dönemleri birarada toplayıp adına da ‘tarih’ dersiniz. “Zaman sizin dünyanızda bir süzgeç olur da maddenin bu süzgeçten süzüle süzüle akıp gider. Buna da ‘ömür’ dersiniz. “Dün’ü özler, Yarın’ı beklersiniz; sanki onlar Bugün’den farklılarmış gibi... Halbuki aslında Yarın yoktur, Dün de yoktur; ancak koca bir ‘Bugün’ vardır. “Yarın’ı hayal ettiğinde veya Dün’ü düşündüğünde mutlu olursun, çünkü senin tahayyülün Zaman’dan münezzehtir. Zaman dahilinde ise ne mutluluk, ne de huzur vardır. Geleceği düşlediğinde, gelecekten umduğun huzur ve mutluluğu düşündüğünde; veya geçmişteki sevinçleri ve güzel günleri hatırladığında aslında zihninde sadece bir düşten ibaret olan zamansızlığı görmüş olursun. Bugün’den Yarın’a geçtiğinde Yarın’a ‘Bugün’ dersin ve Yarın’ın aslında ‘gelecek’ olmadığını anlarsın. “Buna göre geçmişte yaşayanlar ‘Dün’ değil, kendi ‘Bugün’lerinde yaşamışlardır. “Dün Bugün’den farklı yaşanmadı, Yarın da Bugün’den farklı yaşanmayacak. “İnsanlar bir yatak dolusu yündür de Zaman onları hallacedip dağıtır, kimi sağa savrulur kimi sola. “İnsanlar bir bardak sudur ki Zaman o bardağı alıp yere döker. Her damla farklı anlarda farklı yere damlar. O halde bin yıl önce yaşamış olanlarınızı bin yıl sonrakilerinizden nasıl farklı görürsünüz? Öyle ya da böyle aynı bardaktaki suyun damlalarısınız. “Böylece her bir varlığa Zaman vasıtasıyla bir ölçü koyulmuştur. Ama Zaman’ın kendisini ölçemezsiniz. O bir ve mutlak da değildir. Sürekli değişir.” ----------- Işık diski de çoktan gözden kaybolmuştu. Genç adam şimdi değişik yıldızların değişik renklerini seyre koyulmuştu. Boylu boyunca uzanan karanlık içinde oynaşan ışıkları gözlerken “Peki insanlar?” deyiverdi, “İnsanlıktan haber ver bana”. “Dedeleriniz de sizin gibi insandılar ve onlar da hatalar yaptılar. Onların sözlerini ‘değişmez’ kabul edip kendilerini de ‘ulaşılmaz’ kıldınız. Sizin torunlarınız da size ve sizden öncekilere aynı damgayı vuracak ve bu böyle sürüp gidecek. “Halbuki fikirler ve görüşler değişecek, toplumlar gelişecek ve Ortak Bilinç’iniz de zenginleşecek. Evet, Ortak Bilinç’iniz... Dünyanızda pek çok şeyi onunla ortaya çıkardınız. Ortak zevkleriniz hep onun eseriydi. Sanatçılarınız birbirlerini taklit etmedi. Sadece ‘aynı anda’ ve ‘aynı şeyi’ düşündüler. Mucitleriniz birbirlerinden kopya çekmedi, Ortak Bilinç ağacının aynı meyvesinden yediler sadece. Onun sayesinde ‘aynı şeyleri’ yemekten hoşlanıp ‘aynı şeyleri’ giymekten zevk aldınız. “Sahibi olduğunuz bireysel bilincin bir de bilmediğiniz yanı vardır ki, sizi yöneten, bilincinizin asıl bu yanıdır. Esiri olmak istemediğiniz bu yöneticinizi de ancak ‘iradenizle’ yenersiniz. Birşeyi gerçekten istediğinizde sabredin ve Dünya’da uymanız gereken kurallara uyun, ona mutlaka ulaşırsınız. Bu söz sana hediyemdir. “Size sonunuzun nasıl geleceğinden de haber vereyim: “Başınızdaki yöneticiler adalet erdemini yitirmeye başladıkça, ihtiyaçlarının ve şehvetlerinin kurbanları oldukça ve siz onlara alternatif yöneticiler çıkaramadığınız sürece içinizden; insanlar asıl uğraşmaları gereken işlerle uğraşmadıkça ve işinin ehli bir insan bulamadığınız zaman dertlerinize derman üretecek; bilim mefhumunu yerinde bulamadığınız sürece ve onun olması gereken yerde kara cahilleri görmeye başladığınız zaman korkun soluğunu ensenizde hissettiğiniz yıkılışınızdan. Ve topraklarınızda, sizden öncekilerin bıraktığı harabelerden ders alın.” ----------- Dünya’dan yola çıktıklarında belli belirsiz gördüğü ve oraya gittiklerini -içsel bir dürtüyle- anladığı yıldızın, aslında diğer yıldızları ve hattâ herşeyi yutan kocaman yuvarlak bir şelale olduğunu anladı. Önünde duran kocaman deliği; emdiği yıldızların ve diğer gök cisimlerinin büyüleyici parlaklığı ve renkleriyle, ışıkta pırıl pırıl parlayan dev gümüş bir tepsiye benzetti. Dikkatle baktığında, her şeyin büyük bir vakarla ve düzenli bir şekilde delikten içeriye kaçtığını, deliğin tam ortasındaki bembeyaz parlaklığın içinde gözden kaybolduğunu gördü. Dev deliğe giderek yaklaştıklarını hissetmek onu korkuttu. Ama diğer cisimler gibi onun çekimine kapılmadıklarını anlamasıyla rahatladı. Deliğe yaklaştıkça gökcisimlerinin onun içine doğru bir lastik gibi uzadığını farketti. O sırada deliğin tam ortasından dumansı beyazlığın içine, içeriye süzüldüler. Daha önce yaşamış gibi oldu bunu; belki de benzer duygular hissetti daha önce yaşadığı bir olayla, ama çıkaramadı. “Bu neydi?” diye sorarken genç adam, “Evrenin köprüsü” diye yanıt verdi melek, gencin sorusu bitmeden. “Boşlukta böylesi köprüler vardır ki, göğü bir uçtan bir uca bağlar. Onunla uzaklar yakınlaşır” diye devam etti. “Başka bir köprüden daha haber vereyim sana” diye yeniden söze başladı melek: “İçinizden peygamberler seçerek sizinle katı arasında köprüler kuran Hak. Peygamber o kimsedir ki ledünni emirleri insanlara iletsin; yaşayışıyla, hal ve hareketleriyle, görünüşü ve sarfettiği sözlerle Hakk’ın emrini kendi benliğinde simgeleştirsin, insanlara örnek olsun; Hak’la kulları arasında bir köprü olsun ki, Hak onun üzerinden vahyini kullarına akıtsın. “Gün gelir Hak, o köprüyü kaldırır; birgün bunu da kaldıracağı gibi... “Kimi zaman bizden biri de Hak’la peygamber arasında köprü olur.” ----------- Çevrelerini saran uçsuz bucaksız karanlığa renk veren şölen takı gibi allı-morlu bulutsuların, sarılı-beyazlı ışıltıların ve gizemli bir birliktelik oluşturan yıldız gruplarının altından-üstünden ilk bakışta sezilmesi güç bir hızla süzülüp gidiyorlardı. Meleğe “Nereye gidiyoruz?” diye sormaya gerek bile duymadı. Merak etmiyordu doğrusu bunu. Etrafında gördüklerini izlemek onu mest etmişti zaten. Böylesine esrimiş, kendinden geçmişken bunun daha ötesini aramaya gerek duymadı. “Neden ben?” sorusuna takıldı ardından. Öyle ya, otobüs yolculuğu değildi ki bu, gezilsin, dönülsün! Hem sonra yeryüzünde kaç kişiye nasip olurdu ki böylesi. Onca insanın arasından neden o seçilmişti? “Sen özelsin” diyerek düşüncelerini böldü melek, genç adamın. “Sen, senin gibiler arasından seçilip yetiştirildin, çocuk. Gün gelip sanat ve bilim yok olduğunda aksettir insanlara yaşadıklarını -daha öncekiler gibi-... Senden önce kimileri resmetti bunları, kimileri yazdı, kimileri işledi. Kimileri de sadece düşündü. Başka değil, sadece akledip öğrenesiniz diye seçildiniz hepiniz.” Biteviye uzanan doyumsuz güzellikteki parıltıların arasında seyrederken beyaz hayvanın boynuna başını daha bir rahat yasladı. Çok önceleri dinlediği hoş bir parçanın hüzünlü melodilerini hatırlamaya çalıştı önce, sonra içinden mırıldanmaya başladı şarkıyı. Gözlerinin dolduğunu hissetti; yaşlar boşanacaktı kapamış olmasaydı gözlerini eğer... Buna rağmen birkaç damlanın sızdığını farketti. Karmakarışık duygular içine girdi. Garip bir şehrin ücra mahallelerinden birinde baştan sona lümpen bir hayat sürmüştü genç adam. Sekiz kardeşin en küçük, annesini görememiş tek çocuğuydu. Doğduğu günden itibaren kanıksamaya başladığı garip yaşamı aslında o yeni yeni garipsiyordu. Sütünü ağabeyleri vermiş, altını ablaları değiştirmişti. Bir yıl geç başlayıp iki yılda bitirdiği ilkokuldan sonra kendisindeki cevheri farkeden bir öğretmenin desteğiyle girebildiği kız lisesini “lisenin ilk erkek mezunu” olarak bir yılda bitirdi. Yüzünü pek sık görmediği, ama yine de sevdiği -en azından sevmeye çalıştığı- babasını besleyebilmek için küçük işlerde çalıştı. Ne de olsa kardeşlerinin çoğu evden kaçmıştı, bununla birlikte okula da babasından gizli ve kardeşlerinin yardımıyla gitmişti. Kısacası başka şansı da kalmamıştı zaten. Kendisi doğarken ölen annesinin ardından iyice azıtan ayyaş babasını bırakıp gitmeye vicdanı bir türlü elvermemişti. Artık bilinci de pek yerinde olmayan, günün çoğunu sarhoş geçirip sokaklarda sabahlayan adama birtek ağabeyiyle ikisi bakar olmuşlardı. Şimdi yaşadıklarınaysa ne garip, ne de olağan diyebiliyordu. ----------- Havada bir süre süzüldükten sonra için için yanan bir ateş gibi görünen lacivert-mor bir bulutsudan içeriye süzüldüler. Karşısında herhangi bir renkle tanımlayamadığı koyu, siyaha yakın bir renkteki kara parçasını görünce ineceklerini anladı genç. Hayvan kanatlarını boşlukta gerdi ve karanlık kara parçasına bir tüy gibi konuverdiler. Genç adam indi ve ayağını yere bastı. Küçük gezegene ayaklarından çakılı kalmış gibi hissetti kendini birden. Öyle ki, bir ayağını diğerinin önüne atmakta zorluk çekti. Etrafına dikkatlice bakınca, muhtelif yerlerinden, gezegenin buram buram tüttüğünü gördü. Üzerinde durduğu karanlık kara parçasının aslında üstüne basılamayacak kadar sıcak olduğunu farketmesi ise uzun sürmedi. Buna rağmen bu garip gezegenin üzerinde hayvan ve çocuk, yanmadan duruyorlardı! “Her güzelliğin içinde bir çirkinlik, hey iyiliğin önünde bir kötülük vardır” diye söze başladı melek: “Eğer yağmura kavuşmak istiyorsan rüzgâra katlanmalısın. Yaza kavuşmak istiyorsan eğer, kışa katlanmalısın. Her tezatın bir ucu diğerini güzel kılar ve her güzellik zıttıyla çekilir olur. Sevinci hüzün, kahkahayı gözyaşı belirginleştirir. Bununla birlikte saf ve mükemmel güzelliğe kavuşmayı da bekleme ve her çirkinliğin içinde de bir güzellik ara, derim sana.” Bunu söyledikten sonra o beyaz, güzel başıyla genç adama binmesini işaret etti. Genç adam çıplak ayaklarını yerden kesti, bir hamlede hayvanın sırtına bindi. Hayvan kanatlarını küçük bir kasılmayla kıstı ve tekrar havalanıp gökyüzünde süzülmeye başladılar. Küçük gezegen arkalarında iyice küçülene dek yol aldılar. Melek gence arkasına bakmasını söyledi ve genç geriye döndüğünde o küçük kara parçasının ona doğru giderken olduğundan daha parlak ve dumanlı olduğunu gördü. Önüne döndü. Ve biraz sonra hayvanın yelelerine vuran ışıktan arkasında birşeyler olduğunu anladı. Geriye dönüp baktığında az önce üzerinde bulunduğu gezegenin yerinde müthiş bir patlamayla ortaya çıkan müthiş bir parıltı ve renk cümbüşü gördü. O ışık gözden kaybolana dek aralıksız bakmaya devam etti. ----------- Parmaklarıyla gayri ihtiyari, hayvanın yelelerini taradığının, okşadığının farkına vardı genç adam; simsiyah boşlukta parıldayan olağanüstü pırıltıların arasında ilerlerlerken... Etrafına bakınmayı bırakmış, gözü dalmış gitmişti uzaklara. Dünyasında tanıyıp içten içe sevdiği, karşılık görmediği -aslında bir karşılık da beklemediği- o kimselere söyleyemediği (sevdiğine bile) gizli aşkını düşünüyordu. Acaba o da bir kez olsun böyle kendisini düşünmüş müydü? “Melek, bana karşı cinsi sevmekten bahset” deyiverdi. “Sizin aşk diye tanımladığınız şey, çoğu zaman kendinizden farklı görüp merak ettiğiniz karşı cinsten bir insana ilgi duymaktan başka bir şey değildir. Onu bu merak kılıfından kurtarıp da gerçek anlamda yaşadığınızda o hasletin uluhiyetini bizler bile kıskanırız. Siz, ayrı cinsten iki insan, gönül bağıyla birleştiğinizde bir üçüncü gözünüz açılır ki bununla diğer iki gözünüzle göremediklerinizi görür, yaşadığınız yeryüzüne sığamaz olursunuz gördüklerinizin etkisiyle. Birbirinizi aydınlatan iki güneş gibisinizdir artık. Aynı dalda oluşan iki kiraz gibisinizdir -ki sevmek paylaşmaktır- aynı özsuyu paylaşırsınız. “Ama bu konuda da hataya düşersiniz her konuda olduğu gibi. Aşkı aramaya kalkar, kovalarsınız; koşarsınız peşisıra. Halbuki yerinizde oturuyor da olsanız o gelir sizi bulur. Unutma ki aşkı aradığın zaman bulamazsın. Hiç beklemediğin bir anda o gelir seni bulur ve aniden yapar bunu. “Pek çoğunuz da aşk konusunda ileri gider. Aşkı yaşamın ta kendisiymiş gibi görür de sorumluluklarını unutur. Bu aşırıya kaçış zehir olur kendisine. Aşkı arzulayıp onsuz kalmamak isterken onu hepten yitirir.” Bunları düşünürken çocuk; kar gibi beyaz, uçsuz bucaksız uzanan bir kaya tarlasının içinde buldu kendisini. Vakarla hareket eden, dönüp duran, her hareketinde ışıltılar saçan bu bembeyaz tarlanın arasında ilerlerken meleğin sözünü işitti: - Etrafına bir bak; gördüğün herşey usta bir ressamın fırça darbeleri, şairin dizeleri, bir müzisyenin notaları, heykeltıraşın yontuları, bir oyuncunun ya da dansçının vücut hareketleri gibi bir ruh taşır. Evrenin kendisinde de bir estetik güzellik vardır. - Sanat nedir melek? - İnsanlar için, bir tutkunun ifadesidir sanat. O tutku ki bastırılma güdüsü içerir. İnsanların yaşamını o tutkuya yöneltir. İcrası da, ortaya çıkan meyvesi de insanlara ayrı bir zevk verir. “Yaratıcının da bir sanatı vardır. Onunki ise bambaşkadır bundan. “Her sanat eseri izler taşır sanatçısından. Onu icra edenin gölgesi vurur üzerine. Çünkü sanatçı, usta olsun olmasın, bilerek ya da bilmeyerek gerçek kendisinin, yani benliğinin bir portresini çiziyor demektir sanatıyla. Ve herbiri duygularını, ruh halini sergilemiş olur eserinde. Bununla birlikte hiçbiri sanatında beceriksiz değildir, derim sana. Çünkü beceri, hiçbir ‘gerçek sanatçı’ için ölçü olamaz. “O, sanatını icra ederken sizin dünyanızdan ayrılır -kısmen de olsa-. Bunun farkına vararak, bunun bilincinde olarak çalıştığı zaman gerçekten sanatçı kimliğine kavuşmuş olur. “Sanatçılara saygı duymalısın. Çünkü usta bir sanatçı, ruhunu da ustalıkla terbiye etmesini bilir.” ----------- Daha önce içinden geçtikleri o ışık şelalesini yine karşısında buldu genç adam. O hoş -belki biraz da korku kokan- duyguyu, şelaleyi karşısında tekrar görünce yine hissetti; ama bu sefer bu hissi ner’den tanıdığını hatırladı: uzun bir kaydıraktan kayarken de aynı şeyleri hissederdi küçükken. Ömründe iki kez gittiği lunaparkta tatmıştı bu hissi bir defasında da (o da hızlı bir aletle yine buna benzer alacalı ışıkların arasından geçerken). Bu da gördüğü ikinci renkli rüya değil miydi zaten (ilki lunaparktı)... O küçük, tanıdık serüvenden sonra karşısında kendi dünyasını gördü çocuk -o gözalıcı güzellikteki renkleriyle tatlı tatlı ışıldayan-. “Küçük yolculuğumuzun sonuna yaklaştık çocuk. “ ‘İyi’ oldun şimdiye dek. Bundan sonra da ‘iyi’ kalacağını umuyorum. Bunun mükâfatını her zaman -bir şekilde- göreceksin. İyilik et, iyilik bulacaksın fazlasıyla. Ama unutma ki hiç kötülük yapmamış olan iyilik yapamaz. Hata yapmayansa hiçbir şey yapamaz. Hata yapmaktan korkma sakın, unutma ki kusursuzluğa asla ulaşamazsın. ‘Kötülük’e gelince, yaptığının kötü olduğunu anlamışsan zaten kazançlısın. Ve sana şunu derim: Yaptığın iyilikleri unut, ama yaptığın kötülükleri asla unutma.” Meleğin sözü son bulduğunda kendisini dünyanın üzerinde geziyor buldu genç adam. Gözalabildiğine uzanan denizlerin üzerinde uçtu; Güneş’in denizdeki yansımalarını gördü. Gemilerin üzerinden geçti; büyük-küçük, eski-yeni gemilerin... Uçsuz bucaksız ormanların üzerinde süzüldü, ağaçları seyretti: İrili-ufaklı, yaşlı-genç, yeşil-sarı-kırmızı-mor; geniş, kocaman yapraklı, iğne yapraklı ve sık (bazıları kel). Çıplak tepelerde koşuşan hayvanlar gördü çeşit çeşit. Ormancılar gördü, balıkçılar gördü küçük göllerde balık tutan. Karlı dağların, yalçın kayalıkların, zirvesi bulutlu tepelerin üzerinden uçtu. Bahar yağmuru görmüş, gencecik yeşermiş ovalarda, yamaçlarda küçük köyler gördü. Tarlalar, bahçeler gördü; üzerlerinde çalışan insanlar gördü (bir keresinde küçük bir çocuğun kendisine el salladığını gördü, bahçelerin birinde). Sular, nehirler, şelaleler gördü; çaylarda çamaşır yıkayan kadınlar; yüzen, oynayan, birbirini ıslatan gençler gördü. Çöllerin üzerinde uçtu; kara çadırları, sarı develeri, boz atları seyretti. Şehirlerin üzerinden geçti; yürüyen, koşuşturan insanları gözledi; yüksek, ışıltılı binalar gördü. Arabalar gördü; büyük-küçük, korna çalan, kaza yapan... Bir tren yolunun üzerinde uçtu, yol boyunca uzanan bir treni izledi. Kavgalar gördü, savaşlar gördü, yangınlar gördü, ağlayan insanlar gördü (içlerinde gülümseyebilen bir çocuğun yine kendisini görüp el salladığını gördü, o da ona el salladı). Açlar gördü; toklar gördü; zenginler gördü; yoksullar gördü; ihtişamlı saraylar, debdebeli yaşamlar gördü; sazdan, kerpiçten, ağaçtan, taştan yapılmış kulübeler gördü. Sevişen çiftler, eğlenen gençler, oynayan çocuklar gördü; hepsine de el salladı. Derken ışıltılı bir şehir, yoksul sokaklar, bir kestane ağacı ve bir küçük pencere... Ay ışığıyla yarı aydınlanan - yarı karanlık küçük odada buldu kendisini... - Bitti yolculuğumuz çocuk... Bak, yatağın hâlâ sıcacık. Şunu bil ki gördüklerin, göremediklerinin yanında okyanusta damla bile değildir. “Güzel bir rüyayı yaşadın benimle... Hayat zaten bir rüya değil mi, rüya içinde? - Yine görüşecek miyiz melek? - Kimbilir, belki yine gelir seni görürüm. Birazdan gözlerini açacaksın ve rüyaların en garibi olan Dünya’ya başlayacaksın. Ağaracak gün ve senin o garip dünyanın uzak ayrıntıları aydınlanmaya başlayacak yavaş yavaş... Günaydın çocuk! ----------- Sabah, Güneş’in ilk ışıklarında uyandığında genç adam, dünyasında daha önce hiç farketmediği güzellikteki arı vızıltısını ve penceresinin perdesini havalandıran rüzgârın beraberinde getirdiği sardunya kokularını duydu. Yüzünde sıcak bir gülümsemeyle, yalınayak dışarı fırladı. Kapının önünde duraksadı; ayaklarının altında önce buz gibi soğuk beton eşiği, ardından da ılık-nemli toprağı farketti. Güneş’e karşı, bahçelerindeki yaşlı kestane ağacına sırtını verip oturdu. Önce yerdeki çoktan sararmış otlara, ardından çok yükseklerdeki tüy gibi bulutlara bakarak yüzündeki aynı sıcak gülümsemeyle sabahın serin havasından daha önce hiç çekmediği kadar derin bir nefes çekti; sabah güneşi kadar ılık gözyaşlarının yırtık gömleğinden içeriye doğru yavaşça süzüldüğünü hissetti.
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Alp Çetiner, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |