Şiir, tarihten daha felsefidir ve daha yüksekte durur. -Aristoteles |
|
||||||||||
|
Sekiz beygir gücü ile gözüme gökyüzü doluyor. Güneş dönüyor, hızlanıyorum, gittikçe ben, bir acı geçiyor içime. Ter ! Çöle gelmeden önce vardır bahçesinde tulumbası, belki gözlemeler pişiyordur içinde ama yalnızdı giriş sofası. Durdum ki, sofada çocukluğumdan bir elma bir de gölgesi sanki ağaçtan düşmüş bir edayla. Kendimi oraya bırakıp da kapıya yöneldim; Kapıyı ayağımla itip girdim. Ökçe düşmüş, ahşap sesi topuklarımda, radyoda bir at şarkı söylüyordu, yanımdaki biteviye yılan sesi kalabalığa karıştı. Tahta hattın üzerinde zamana zıt düşen adımlarımla holde ilerlerken, açılan kapıların seslerini duyuyorum. Sıcak! Sinek! Çok geniş değil, içeriye güneş girdiğinden büyük, ahşap zeminli bir de köşede yığılmış minderler ve aynı köşede bir kız, biraz önce ne söylediğini hatırlayamadığını söyleyip söylemediğini düşünüyor, ya da ben öyle düşünüyorum, elinde bir bez çeviriyor, sallıyor ama sürekli ona bakıyor. Bez ! Islak ! Odanın ortasında üzerine palto giymiş biri, siyah düz saçlı, boynuna kadar uzanan saç tellerinin bazıları suratındaki karaltıyı canlandıran sakal uçlarına takılmış olmasına rağmen sanki hala ona durmadan söylenen ve ortalık karıştıran kızı duymuyor; yerde uzanmış etrafına bile değil yalnızca yukarıya bakarak mızıka çalarak sürünüyor, kollarında çimen izleri..; yanında durdum. Hoşlanmadım, çok sıkıldım, cızırtılı sesler geliyordu, at susmuştu. Bekledim, su içtim, bir şey tartışılıyordu, sesler duydum, kalanını dilimle içtim. Nihayet bitmişti, kapıyı çarptım çıktım, arkamdan biri şişe fırlattı. Patlayan şişe susuz ktistaller yayılıyordu geniş çöle. Cam ile şişe, yol ile cam kırıkları arasındaki anlamları gördüm. Tozlu cam kırıkları, şişeyi hatırlatmıyordu. Doğacak bebekler sarkıyordu ağaçtan aşağıya. Sofadan aldım kendimi, orada kaldı elma. Yol ! Başladım ! Yılan yola karıştı. Geniş bir arazi seçeneğim yoktu, sunulan seçenekler, sınırlı oyunudur insanlığın. Tabi ki geniş bir çayır benim için seçenek olamazdı. Ancak, bütün sorularımın dingin bir cevabı olabilirdi belki. Güneş tepedeydi, çıkabilmiştim o beter yerden. Hız arttı ! Çayırdayım, sessiz, görkemli. Konuşulmayacak kadar şefkatli, şarkı söyleyecek kadar dolu.., Çölçayır ! Sesler ve tuzlar ! Çok çok kalabalıktı burası, ağzımda rüzgarla ulanan bir şarkı vardı ama yarısını duyabildim. Hayatımda hiçbir kalabalıkta bu kadar rahatlamamıştım. Kaç trilyon olduğunu kestiremeyeceğim sayıda çimen, ağaç, yeşil ve sarı yapraklar ve böcekler, konserimi izliyordu. Bir de yüksek bacaklı bir böcek kumda seyirtiyordu. Ben anır anır ağlıyordum. Yüzlerce ağaç kollarını sallıyor, gezintiye çıkmış köksüz çalılar gökyüzüne yuvarlanıyordu. Bir martı geçti üstümden, sonra ispinoz, sonra kırlangıç, daha yükseklerde göçü ertelemiş leylekler. Anladım ki deniz de var buralarda. Anlarken ağlamanın ve ağlarken anlamanın ne olduğunu öğrendim. Karşımdaki devasa ve bir o kadar sevecen kalabalığın karşısında hiçbir yerde olamadığım kadar mutlu olmuştum. Geldiğim tepenin eteğinde birileri daha vardı ama ben orada değildim. Belki yaklaşıyordum, oradaydım. Şimdi burada, tam burasında dünyanın duyulmayan bir şarkı, kalabalık, bir çok arkadaşım bir arada, çimen ! Büyük ! Kızıl saçlı bir kız, kısa boylu, çimene bağdaş kurmuş, yandan çilleri parlıyor. Toplu saçının kenarından kulağını gördüm. Kum vadilerinin ortasında dipsiz bir kuyu, gittikçe büyüyor. Kuyuya düşüyorum. Çok çok ürtkütücü, hayır çok ürkütücü. Büyüyor. Siyah boşluklu delik büyüyor. Bir ses duyar gibiyim... Siyah ! Boşluk! Ellerim boşlukta sadece süzülüyor. Düşüyor muyum, çıkıyor muyum, gidiyor muyum bilmiyorum. Çok boğuk titreşimler duyar gibi oluyorum. Kulaklarıma karanlık doluyor. Ne zaman geldiğimi, nereye geldiğimi, niçin geldiğimi, nasıl geldiğimi, gelip gelmediğimi bilmiyorum. Bağırıyorum. Kızıl saçlı kız bir den irkildi, kulağından düştüğümü görmedi. Elimdeki elmayı ona attım güldü, kulağına saçları düştü. Kızıl ! Çöl ! Gölün ortasında balık tutuyorum, hava bulutlu, su yeşil. Orman ! Sessizli ! Çook hafif bir yağmur yağıyor, alnım ıslandı, alnımı ıslattım. Güzel ! Çok güzel ! Mozambikli bir fakirin ağıtını duydum, ormanın sesiydi, gökyüzünün sesiydi, gölün sesi, yağmurun sesiydi. Beni dışarıda bekle dedim kıza, küfür etti. Kızıl saçları küfür edince dağıldı, yok önceden dağınıktı, yok topluydu, örgülüydü. Yok ! Gürültü ! Yola geri döndüğümde kızıl saçlının orada bekliyor olduğunu gördüm. İki kere burnumu çektim. Hazır mısın dedim, ilgilenmedi. Sıcak ! Hızlanıyoruz ! Yüksek bir yerdeyiz, ona denizin gökyüzünde olduğunu gösterdim, gördü ! İnandı ! Yine kulağını gördüm, sesimi duyuyor muydu acaba. Çölün ortasındaki dipsiz kuyu nerede ? İçine düştüğümde duyduğum hayal meyal sesin, bunu söylediğini hatırladım. Kız ağlamaya başladı, sesi çoğaldı ama benim kalabalığım kadar olamadı, olamayacak. İki kere burnumu çektim. Yağmur dinerken iskeleye yanaştım, ıslaktı tahtalar ! Kız tahtalara bastı. Kırık camlar yoktu yerde, şişe de yoktu, bilekten bağlı sandallarının içindeki beyaz ayaklarının ıslak kahverengi tahtaların üzerine bastığını gördüm. Ama diğer ayağı hala kayıktaydı ve ben diğer ayağını tutup onu aniden aşağıya çektim paraşütle atlarken. Onun paraşütü yoktu. O yüzden sadece benim paraşütüme ikimiz de muhtaç olduk. Bu, beni titretti; korkudan değil... İlk defa, ikimizin de aynı anda aynı şeye ihtiyaç duyduğunu yaşıyordum. İkimiz de ilk defa aynı ipe tutunuyorduk. Gökyüzündeydik. Ben onu önce ayağından tuttuğumdan dolayı, o gökyüzünde kısa bir süre baş aşağı kalmıştı. Neden iskambillerde kız ile vale bir arada, tek bir kartta olmaz diye düşündüm. Yer mavi, gök toprak ! İki kere burnumu çektim. Artık geniş çayırın sesindeydim. İpi elimden bırakmayı düşündüm. Göz göze geldik. Ne yapacağımı bildiğini düşündüm. İpi bıraktığımda bir an ayırmadı gözlerini gözlerimden. Gök ile çayır arasında deniz ! Gök ile çayır arasında biz, öylece sallanıyorduk. İpi bıraktığımda daha sıkı sarıldı, biliyordu aslında aşağıya düşmeyeceğimizi, ağacın azimli dalı şöyle bir salındı ve paraşüt yaprakları gölgesinde, süzüldük. Islanan kalabalık, ne kalabalıklığından ne ıslaklığından şikayetçi değil, daha garip melodiler de eklenmişti sanki tahta gıcırtılarına. İskeleden, tahtalardan, ıslak tahtalardan geçtik. Kayıktan ayrıldık, ve paraşüt ağacının ipleri bizi süze süze gözlerimizi, süzüle süzüle kendi gölgesinin sessizliğine götürdü, sırtımız birbirine, sırtımız ağacın gövdesine yaslandı, burası kuruydu, uzandım. Kestane ağacıydı, uzanmada olduğum bir elma vardı karşımda, hala sofada oturduğumu anladım.
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © serhat merdivenci, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |