Müzik söylenemeyeni, ama sessiz de kalınamayanı anlatıyor. -Victor Hugo |
|
||||||||||
|
Parmaklarını parçalamak ister bazen insan. O duyguyu bilir misiniz? Ağlamak isteyip de yapamayınca parmaklarını parçalamak ister insan; ardından bin bir çığlıkla tüm gerçeği haykırmak istersiniz de yapamazsınız bazen, işte o zaman binlerce yıllık hüzünler karıncalandırır parmak uçlarınızı ve siz de onları parçalayıp dışarı akıtmak istersiniz zehri dışarı. Karşınızda size yalvaran bir çift göze karşılık gerçekliğin o sahte gülüşüyle çarpılmış ağzınız ve hüzünle karıncalanan parmaklarınız vardır sadece ve o bir çift göz sorar size: "Niye?" ... Bunun ardı ise boşluktur, yarı yarıya açık ağzınız ve hüzün dolu parmaklarınızla içine yuvarlandığınız boşluk... O boşluk öyledir ki sizin ağlamanız gerekir böyle zamanlarda, gözyaşı en kutsal ve kadim hazinenizdir çünkü sizin, gözyaşı sellerine tutulur belki sığınmayı da dilenirsiniz aslında hiç bir zaman Tanrı'nın adını anamayacak olan ağızlarınızla. Lanetli ağzınızda şekil bulmasını bırakın, olmayan düşünme yetinizde canlandıramıyorsunuz daha siz Tanrı'yı. Göklerde arıyorsunuz, elleriniz olsa, şu parmaklarınızın devamı olan elleriniz, açıp dua edeceksiniz belki de; ama yormayın kendinizi ben hatırlatayım size ağlayacak gözlere sahip değilsiniz siz ve yalvaracak, sadece o lanet olası gerçekliği anlatması gereken ağzınız ve parçalanmayı hak eden parmaklarınız var sizin, ayasız... Bu kadar... Tanrı yoksa sizin için belki uykulara dalmak istersiniz, gerçek uykuya sizin değişinizle, içinde düştüğünüz o derin acı boşluğundan uyanarak, gözleriniz mahmur... Fakat hiç dinlemiyorsunuz ki siz beni yok diyorum işte gözleriniz, ah unutmuşum çok pardon, duyamazsınız tabii, duyma yetisi de verilmedi size ne de bir duyma organı. Ne yapalım siz de düşeer, düşeer, düşersiniz size yalvaran o bir çift gözün önünde; ağzınızı her açtığınızda da parmaklarınızdaki hüzün biraz daha acıtır canınızı ve susarsınız ardından çığlıklarınız ile haykırışlarınızın yankıları keser içinizde bir yanlarınızı, paramparçasınızdır ne kötü! Gözler yalvarır, siz düşersiniz o gözlerin önünde, ağlayamazsınız ve parmaklarınızı parçalarsınız mecburen içiniz zaten kesik kesik, hayatınız darmadağın olmuş, ah ne kadar da yazık, yazık! O binlerce yıllık hüzün dağılır boşluğun içine, ağzınız donar kalır ve gerçeklik acı ile boğulur o zaman. Cesedi çarpar o bir çift göze ve gözler ağlar sizin yerinize, donup kalan ağzınız ile parçalanmış parmaklarınız için ağlar bir de. Hüzün dolu o boşluğun içine kayıp gidersiniz ve yapayalnızsınızdır, tek bir organla, o lanet ağzınızın bir türlü anlatamadığı ızdırap verici gerçekliğin acı ile boğulmuş cesediyle yüzleşince yalvaran ve sizin aksinize ağlayabilen gözler, sizin yalnızlığınıza düşmeye başlar elem içinde. Acı nedir biliyorsunuzdur artık, doyasıya, kıyasıya yaşayın bakalım, günü gelir hava da atarsınız insanlara "Ben neler gördüm geçirdim" diye, "Karanlıklarla sarmalandım, dehşetli gölgelerin soğuk nefesini çektim içime." Siz onun için donup kalan çarpık ağzınızla sessiz çığlıklar atarsınız bu düşüşün ardından; o sizin için ne olduğunu hiç bilmediğiniz gözyaşları döker sahipsiz yalnızlığınıza ve hep üşünür böyle zamanlarda. Ardından ne gelmesi gerekir? Ne yapılmalıdır şu andan sonra, düşünürsünüz, ciddi ve gözü pek olmalısınız siz. Kopar hayatın akışından kalp atışları ve ritmi bozulmuş, kulak tırmalayan melodiler gibi saçılır etrafınıza yaşanılması gereken; ama eskimeye yüz tutmuş, ertelenmiş her anı. Bütün bu çılgınlığın ortasında nefret bulup buluşturursunuz tüm boşluklarınızı doldurmak için, bomboş olacağıma nefret dolu olayım dersiniz sessizce ardından bu tiksindirici sessizlik acıtır bu sefer de canınızı. Çığlık çığlığa haykırmak istersiniz bir şeyleri, bir şeyleri; fakat donup kalan ağzınız ve artık anlamını yitirdiğiniz kelimeleriniz gülümser size. Gözler süzülür dört bir yanınızdan; ağlayan, çığlıklarla ağlayan gözler... "Neden" dersiniz "bunca zamandır sessizdim ben zaten. Sessizliğim beni yırtıp attı kenara ve ben o sessizliğin biriktirdiği hüzne boğdum benliğimi." Ah, bakın... Benliğiniz de varmış sizin, annesinden sevgi görmeyen çocukların hani şu büyüdüklerinde paramparça olan benliklerinden, hem bir de değil bir kaç tane işte... Belki eksik, yarım, kırık dökük; ama olsun siz yamalar yaparsınız onlara ne de olsa. Karanlık diyarlarınızda renkli cümleler sarf eder sahip olduğunuz tek şey olan ağzınız. "İşte sessizliğimin biriktirdiği o hüznün boğduğu benliğimle birlikte karşımda yalvaran gözler de yitip gitti." dersiniz seslice, herkes duymalı değil mi? Sizi artık duymalı birileri. Vicdan girer bu sefer de devreye; elinde bir meşale, bir terazi... Elinde ölüm ya da kendince adalet ve oymaya başlar içinizi. Azap, azap... Nefretinizin karşısına dikilip meydan okuyan azap. Söyle neden? Neden? Neden?. Duymak istemezsiniz hiç birini; ama ne kulağınızı kapayacağınız elleriniz ne de ellerinizin kapayacağı kulaklarınız vardır, hatırlatırım yeniden, hafızanızın da pek iyi olduğu söylenemez hani. Gülmeye başlarsınız sonra siz de hıçkıra hıçkıra. Delilik her neredeyse o çıkar sahneye bu sefer de ve siz onun sınırındasınızdır işte. O ince çizgide... Sallanırsınız; bir ileri, bir geri. Bir ileri, bir geri. Siz gülersiniz sizinle birlikte herkes güler. Yalvaran gözler, çarpık ağzınız, anlamı yitirilen kelimeler... Ha düştüm ha düşeceğim derken deliliğin suyu bitmiş karanlık kuyusuna, bir kaç çift el uzanır yanınıza; siz tutunursunuz, denize düşmüşsünüzdür ve yılandır o eller de, umursamazsınız bile. O eller sokar her bir yanınızı, çizer, kanatır. Siz hala devam edersiniz tutunmaya. Zehir, zehir... Zehir gibidir dokunuşları. Zehir dağılır hücrelerinize, zehir zehirler sizi. Siz ölemezsiniz bile. Dikenleri peydahlanır o yılan ellerin, her yanınıza batar sonra kurtarırken sizi. Çekip çıkarır ayağınızın kaydığı o suyu tükenmiş kuyunun içinden, çıkarır ama kesik kesiktir sahip olduğunuz her ne varsa, tıpkı içiniz gibi... Bedeller ödersiniz siz, bedel ödemek zorunda hissedersiniz. Belki öyle hissettirilirsiniz de fark etmezsiniz, farkındalıklarınızın ölüleri üstünde geziyorsunuzdur belki de. Bedelleri ödeyince özgür olabileceğinizi düşünürsünüz belki; ama bilmezsiniz ki her nefes alışınızda yeni yeni gelecekler peydahlıyorsunuz kendinize yaşanacak ve bu yaşanacakların bedelleri daha yaşanmasına izin dahi verilmeden alınır sizden. Her nefes yeni bir acı demektir bu yüzden. Acı acı... Acıyı hissedemeyecek kadar uyuşturulmuşsunuzdur siz. Sizin yaşadığınız tek şey o ilençli düşüştür ve acı bile yoktur o düşüşte zaten acıyı algılayacak neye sahipsiniz ki? Ah ama haksızlık etmemeliyim değil mi, siz yaşamayı umduğunuz acıların keskin tadı ile sarhoş oluyorsunuz, pardon pardon... Acı acı... Acıyı hissedecek derecede gelişmiş yapay algılayışların kurbanısınız ne de olsa. Çarpılmış, dikenli ellerle parçalanmış ağzınız ve esefle mahvolmuş parmaklardan ibaretsiniz sadece ve sahip olduğunuz bu kadarcık şeyi de bedel ödeme zorunluluğu ile uyuşturmuşsunuz bile isteye. Düşmeniz gerekli ve siz de düşüyorsunuz. Ağzınız açılıp da söyleyemiyor söylemesi gerekeni ve yaşanılanların tüm gailesini parmaklarınız çekiyor sizin için, vah size! Gözler var önünüzde. Ağlayan, yalvaran gözler... O gözlerle kıyaslıyorsunuz kendinizi boş yere. Soyutlanmış gibi hissediyorsunuz aslında hiçbir şeyin olmadığı çevrenizden kendinizi ve maddeleşmek istiyorsunuz büyük bir şevkle, bilmiyorsunuz ki bedeninizi çevreleyen gök kubbe, yer, deniz, ağaç aslında şu an içine düştüğünüz boşluktan farksız. Gözleriniz olsa belki algılayışılarınızın kurbanı olan gözleriniz, ağlardınız önünüzde yalvaran gözler gibi, belki daha sesli daha dehşete düşmüş fark ederdiniz belki eğer bir çift 'gören' gözünüz olsaydı etrafınızdaki evreni. Bir bedeniniz olsun istiyorsunuz: Yürüyen, acıyı algılayacak bir beden, yürünecek bir yol, tadılacak bir acının olmadığı evrende. Sizin gözleriniz olsa bile sadece ağlamanız gerektiği için ağlarsınız yine de siz, gören gözleriniz yine algılayışlarınızın sınırında görür size gösterilmek isteneni. Deliliğin sınırında sallandınız ileri geri ve dikenli eller tarafından kurtarıldınız suyu çekilmiş kuyulara düşecekken. Ne karanlıklara göğüs gerdiniz sonra, alkışlamalı sizi bence. Bedeller ödediniz ellere, paramparça olarak, bedeller ödediniz yalvaran gözlere, gerçekleri anlatamadığınız için parmaklarınızı parçalayarak ve gene bedeller ödemek istiyorsunuz bir bedeniniz olsun diye. Düşmeye yine devam ederim diyorsunuz; ama bir bedenim olmalı benim. Var olmalıyım ben! Bedeller ödüyorsunuz boş yere. Var olan bedenizin düşeceği var olan boşluklar yaratabilmek için, oysa bilmiyorsunuz siz var oluşunuza kurban edebileceğiniz hiçbir şey yok zihninizde. Etrafınızda dönen evren, soyutlandığınız ve içine girmek istediğiniz sahte bedeniniz ile o sadece hastalıklı zihninizde. Açın gözlerinizi, evet gören gözlerinizi, sadece gördürüleni gören zavallı algılayışı ile, açın gözlerinizi parmaklarınız dokunmalı aslında parçalanmamış olan parmaklarınız gerçekte var olduğuna inandığınız bedeninize. Önünüzde yollar var yürümeniz gereken, ağaçlar var altında uyuyabilirsiniz belki de dinlenirsiniz, isteğe bağlıdır; çiçekleri koklarsınız burnunuzdaki koku alıcıları ile, kırmızıyı imgelersiniz zihninizde. Peki söyleyin bana çektiğiniz kalp acısı ve içinde var olduğunuz evren nerede ve ne farkı var zihinsel işkencelerinizin içinde kurban edip yitirdiğiniz bedeninizden. Acının derinlemesine hissedildiği boşluklara yuvarlandınız ve o eller çekip çıkardı sizi bin bir bedel karşılığı ile dipsiz delilik kuyularından, ardından bir çift göz hevesi ile kandınız yine bile bile aslında tam da anlamak üzereyken asıl gerçekliği, tam da kavrıyorken var oluşunuzun hiçliğini, tam da kurtuluşa erecekken sırf yine bedeller ödemek için o ağlayan gözlere karşılık verebilmek için vazgeçtiniz bilgelikten. Cehalet mutluluktur dediniz sessizce, tekrardan bir bedenim var benim ve bir kalbim, ben tekrardan sevebilirim, aşık olurum yine belki bu sefer daha da gözü kara olarak. O eller sarmaladı sizi işte, dikenler battı teninize, kan sızıyor eski yaralarınızdan ve yuvarlanıp gideceğiniz boşluklarınız çağırıyor sizi. Sevgi nedir söyleyin bana? Zihninizde canlandırılan evren içinde zihninizde canlandırılan bir beden içinde zihninizde canlandırılan hormonlar, sanal uyarıcılardan alınan “girdi”ler ve karşınızdakine söylediğiniz o “çıktı” : Seni seviyorum. Dudaklarınız özgür artık, söyleyin basitçe bu kelimeyi, söyleyin ve yaşayın aşkınızı doya doya. Ardından gün gelir düşersiniz şu sizin gerçek boşluğa, dudaklarınız kitlenir tekrardan ve ağlayan bir çift göze dönüşür teninizdeki yaraları kanatan o dikenli eller. Söyleyin basitçe... Gizem OZAN 20.08.2004
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Gizem Ozan, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |