Doğru şeritte olsanız bile, olduğunuz yerde kalırsanız er geç ezilirsiniz. -Will Rogers |
|
||||||||||
|
Derin bir solukla çekiyorum geçmiş umutları içime. Şimdisi ve sonrası olabilir mi yitirilen hayallerin? Göz kapaklarımın ardında oynaşan imajları serbest bırakıyor zihnim. Alabildiğine hırçın, alabildiğine küstah… Aslında alabildiğine hasret dolu hayallerim. Kıvrım kıvrım oyarlarken ruhumu zihnimin kör dehlizlerinde; acı içinde, sancı içinde kıvranan hayallerim… Parmaklarımın arasından kaşındırarak saçlarıma karışan kum tanecikleri gibi savulup bin bir yöne dağılan hayallerim… Onlar ki geçmişin paslı ve küflü gerçekliğine mi hapis oldular? Bekliyorum. İmajlar benliğime acımasız oyunlar oynarken yorgun gözlerim denizin engin ve hüzün yüklü maviliğine kilitleniyor. Esinti saçlarımın arasından fısıldıyor şarkısını hafifçe… Güneşin sönük kızıllığı kalbimden pompalanan kan gibi, silik… Silik izler, hayaller, yüzler var denizde… Gözlerimin önünde… Ellerim soğuk kumları avuçluyor ve rüzgar tanecikleri savuruyor yüzüme. Parmaklarım denizin maviliğinde oynaşan hayallere uzanıyor, dokunmak istercesine. Deniz engin ve duru… Uzanıyor önümde. Hüzün kokusu doluyor burun deliklerimden zihnime. İmajlar çılgınlar gibi dans ediyor içimde. Binlerce ses ve hareket… Upuzun ya da uçsuz bucaksız, sınırsız, veya boyutsuz belki de hiçliğin hakim olduğu kırlarda yüzen binlerce ses, binlerce hareket… Bekliyorum. Eller var hayallerimde, çatlak… Çatlak sesler var, ağlayışlar, yakarışlar… ve huzur… Solgun kızıllıkta ve sisli mavide. Huzur… Hüzün… Esinti kulağıma şarkısını söylüyor; sesi buğulu ve imgelediğim hayallerin kederle çarpılmış yüzleri kadar bitkin. Gözlerim yorgun; kirpiklerim titriyor, rüzgarın şarkısının hüznü karşısında. Saçlarımı uçuruyor rüzgar, kum tanecikleri kaşındırıyor ruhumu. Sırt üstü uzanıyorum kumsalda, soğuk kumların içine gömüp başımı gözlerimi kapatıyorum . Bekliyorum. Deniz şarkısını söylüyor ruhuma. Ben ağlıyorum; göz yaşlarım ince uçlu jiletler gibi göz pınarlarımı yırtarak doğuyorlar yeni geceye. Dudaklarımın sinsi durgunluğuna şaşırıyorum. Denizin üstündeki sisin ardına saklanmış olan hayaletlerim gülümsüyorlar bana, narin ve nazik. Denizin şarkısını söylüyorlar hep bir ağızdan. Fısıltılar, iç çekişler, nefes alış verişler… Kıskıvrak yakalıyor ıslak benliğimi çarpıtılmış hayallerin huzur yüklü seslerinin korkunçluğu. Denizin üstündekilere uzanıyorum; bir kez, bir kez, bir kez daha… Ah sonsuz ve yavaş yavaş tüm düşlerimin alaca karanlığına bürünen gök! Sessiz haykırışlarımın acı tınlamalarını duy! Denizin ve rüzgarın şarkısındaki yalvarışlarımı… Duy beni! Kalbimin damarlarıma pompaladığı kanın rengi, yitirdiğin güneşin ölgün rengini taşımakta! Üşüyorum soğuk kumlar üstündeyken cılız bedenim. Rüzgar ağlıyor gözlerime. Deniz ağlıyor, çığlık çığlığa. Ben bekliyorum. Sonsuz ve buruk… ****** Rüzgarın ve denizin fısıltısı devam ederken şarkısını söylemeye, ruhum gibi; ben zihnimdeki imajların çılgın ve sapkın çarpıklıkları arasında yeni gecenin ruhuma doğuşunu gördüm. Soğuk ve sert kumlar üstünde üşüyen, aciz bedenimle bir ölü gibi uzanmışken umut tohumlarımın çığlıklarını işittim. Şimdinin ve sonranın asla olmayacağını düşündüğüm bu ürpertiler kumsalında geçmişin silik izlerinden biri yavaşça yanıma yaklaşıverdi, saklandığı sisin ardından çıkarak. Ruhum yaralı ve bitkin bir vaziyette cılız bedenimin başında ölmesini beklerken, o gülümsemeye çalışan gözlerle fısıldadı bana. “Uyan.” Tanrı’nın kendi elleri ile nurdan işlediği kanatları öylesine görkemliydi ki… Yüce ve güzel varlık tüm haşmeti ile karşımda duruyordu; fakat sönmüş ve canı çekilmiş bedenime ışıltısı sönmeye yüz tutmuş bir sesle seslendi. “Buradayım.” dedim, artık ceset sayılabilecek kadar yokluğa gömülmüş bedenimin baş ucunda ayağa dikilmişken. “Sen de kimsin? Burada kumların üstünde yatan bir beden var.” diye konuştu melek. Kördü. Gözlerinin derinliğine baktım, ışıldayan ruhunun sönmekte olduğunu gördüm. “Kimsin?” diye yeniledi sorusunu. “Ben bedenin sahibiyim.” “Seni hissedemiyorum.” “Ah… Doğrudur.” Sesim alaycı olmaktan öte, kendi içine dönük bir tiksinti ve nefretle çıkmıştı. Melek bir iki adım atıp bir süre bekledi ve hafifçe başını eğdi. Dudaklarının kımıldadığını gördüm. Dua mı ediyordu? Rüzgar fısıltısı ile bedenimi okşadı ve şeffaflığımın içinden geçip gitti. Meleğin rüzgarda uçuşan beyaz uzun saçlarının güzelliği beni büyülerken derin bir kıskançlık tüm benliğime hakim oldu. Yerde, yarı ölü olan bedenime bakıp iç geçirirken meleğin ayak ucumda bedenimin üstüne eğildiğini fark ettim. Sessizce; fakat temkinli bir şekilde bekleyip ne yapacağına baktım. Yapacağım hiçbir hamleyi engelleyemezdi; çünkü beni fark edemiyordu. Sorun varsa o da şu olabilirdi; bu düzlemdeyken bir de bedenim yarı ölü ve ben astral bedene sıkışmışken gücüm yarıdan fazla azalıyordu; fakat bu halimle bile onun üstesinden gelebilirdim ve zaten bu sorun o kadar da önemli değildi. Melek üzerime eğilmiş yarı saydam ellerini bedenimin üstünde gezdirirken bir yandan da dua ediyordu; fakat şimdi parmaklarını alnıma bastırmıştı ve ışığın içime işlemesi ile ruhuma asla bahşedilmemiş olan o kutsallığın acısını hissedebiliyordum. Ben acımın sonsuz burukluğuna dayanmaya çalışırken melek aniden bedenimi kavramaya yeltendi. “Bırak bedenimi Melek!” “Bu bedeni buradan götürmem gerektiği söylendi.” Sesi soluk ve tereddütlüydü. Tüm benliğimi dehşetengiz bir kederle kıskıvrak yakalayan o kutsallığın acısı altında büyük bir gayretle meleğin yarı saydam kolunu şeffaf elimle yakalamak istedim. Elim meleğin bedenimi kucaklamış olan koluna değdi ve kalakaldım. Melek yüzünü bana çevirerek gülümsedi. “Bedenin aciz ruhu, şimdi seni hissedebiliyorum.” Meleğin aşağılaması yarıda donuklaştı ve sesinin alaycı ifadesi bir saniye için titredi. Ben ise bu dokunuşla birlikte, gözlerimi karanlığa açtığımdan beri hissetmeyi umduğum o şeyi yakalamıştım sanki. Sonsuzluğa uzanan, zamanın akmadığı hiçlikte yitirdiğim yıllardan beri Tanrı’mın bile bahşedemediği şeyi bana bahşeden bu varlığın adını öğrenmek istedim. Elimi çektim ve huşu içinde önünde eğildim. “İsmini söyle Melek.” Kararsız kalan melek bedeni nazikçe tekrardan soğuk kumlara yatırdı ve beni hissedebilmek için dikkat kesildi. Beni sadece ona dokunduğumda algılayabiliyordu. “İsmini söyle Melek” diye direttim. Kıskançlık ve hayranlıkla baktığım, Tanrı’nın motiflerini hissedebildiğim nurdan kanatlarını, yitip giden güneşin buruk kızıllığının zihnimde solan izinin hizasına kadar kaldırdı. Rüzgarın çıldıran fısıltısı beyaz ve ipeksi saçlarını üstüme savuruyordu, saçların ruhumu dalgalandırıp içimden geçip gitmelerinin ve o tatlı hissin keyfine bıraktım kendimi. Yüce varlık ise belindeki, Tanrıça’nın rünleri ile korunan kılıcını zarif; fakat kıvrak bir hareketle çekmiş karşımda bekliyordu. Zihnimi zehirleyen rünlerin kılıç üstündeki kıvrak dansını izledim. Annem olan Tanrıça’da babam gibi beni istememişti. Hem de Tanrı’nın hissettiğinden daha büyük bir nefretle reddetmişti beni. Ben hiçbir şekilde onun parçası değildim. Ben…. Yokluğun ve hiçliğin oğluydum; O’nun değil. “Savaş benimle Var Olmayan.” Melek en başından beri bunu biliyordu. Kör olmasına karşılık tüm varlıkları algılama yeteneği ile donatılmıştı; fakat olmayan varlığımı algılayamıyordu. Ona baktım. Derin ve keder dolu bir bakıştı. Haset ve hasret dolu bir bakış… Onun güzelliği karşısında ezildim ve Tanrı ile Tanrıça’ya bir kez daha lanet ettim. Burada, bu kumsalda ölmeye terk ettiğim bedenin başucunda oturmamın amacı buydu. Acıklı çağrım duyulmuş ve bir melek zavallı bedenimi kurtarmaya gelmişti. Şimdi savaş zamanı idi ve yer yüzüne inen şifacı melekler yaralı insanların –bedenlerin, ruhların yardımına koşuyordu. Karşımda beni algılayamayan; fakat savaşmaya hazır şifacı bir melek duruyordu. Mükemmeliyetinin yanında kirli kalbim ve karanlık hüzünlerimle ben “Var Olmayan” duruyordum; fakat ondan daha avantajlıydım. Beni algılayamayışının yanı sıra gücünün tükenmekte olduğunu da görebiliyordum. Hiç de adil olmayan bir şekilde insanların milyarlarca yılını dolduracak kadar uzun bir süre zamansız boşlukta Yaratıcılar tarafından yapayalnız bırakılmıştım ve adalet kavramını bana hiç kimse öğretmemişti. Kötülük ve iyilik sadece iki kavramdı insanların, meleklerin ve yaratılan her türlü varlığın dimağında; fakat ben varlık değildim ve bana öğretilmemişti bütün bunlar. Kötüydüm, acımasızdım; fakat onlara göre, kin ve nefretle doluydum; adil olmam da beklenemezdi değil mi? Meleğe bir kez daha baktım ve onun kim olduğunu bildiğime karar verdim: Tanrı ve Tanrıça’nın özleri ile yarattığı ilk beş melekten biriydi. Şifacı meleklerin başıydı. Onu ilahi kattaki “Güç Savaşı”nda görmüştüm. Yaralanan meleklerin yardımına koşan şifacıların arasında nurdan bir inci gibi parlıyordu. Dehşetten çarpılmış yüzü yine de çok güzeldi. Acı ile kıvranan gözlerindeki ışıltıyı yakalamıştım; fakat şimdi solgundu. Uçuşan beyaz saçları, bir meleğin kesilmiş kanatlarını kanlı ellerimle tutarken gözümü kamaştırmış ve dikkatimi dağıtmıştı. Onu görmüştüm, onun güzelliğini ve yaralıların etrafında bir oraya bir buraya uçmasını görmüştüm. O Tanrı’nın gözdesiydi ve onu bunun için bir kez daha kıskandım. İçimde kederin ve nefretin acı hissi kaynadı. Karşımdaydı. Ne olduğumu biliyordu; ama kim olduğumu bilmiyordu. Gücüm yarıdan da fazla azalmıştı; çünkü beni yeryüzüne kısmen bağlayan bedenin yaşam enerjisi neredeyse tükenmişti; fakat karşımdaki bir baş melek de olsa sadece bir şifacıydı, savaşçı bir melek değil. “Savaş!” Narin eli kılıcın enfes kabzasına tam bir mükemmeliyetle uyuyordu. O ele bir kez daha dokunmak ve o hissi yeniden yaşamak istedim, o tatlı; fakat hüzünden tüm benliğimi kıvrandıran hissi, o kutsal hissi… Bedenimi yakan; fakat ruhuma huzur veren hissi… O narin ele dokunduğum anda iki kanat çırpışıyla göğe yükselip kılıcını üzerime savurdu. Kolaylıkla savuşturulabilen bir hamleydi. Adil bir dövüş değildi. Küçük ve tiksinti dolu bir kahkaha armağan ettim rüzgara alıp benden uzaklaştırması için o kahkahanın içimde açtığı yaraların kötücül tadını. Denizin şarkısı kulaklarıma dolmaya başlamıştı, kendi kara kılıcımı kabzasından çıkarıp gecenin içinde göğe kaldırdım ve acı bir haykırışla rüzgarın çığlığını yararak onu savurdum. Meleğin sarımtırak halesi kılıcımın karanlığı üstünden yansıdı; bir tutam beyaz, ipeksi saç rüzgarla birlikte yüzüme doğru savruldu içimde hoş duygular uyandırarak yerde yatan bedenimin üstüne saçıldı. Kılıcım rüzgarın çığlığını bastıran bir ıslıkla birlikte yerde yatan bedenime saplandı. Artık tamamen ölü olan bedenden koptuğum için bu düzlemi bir an önce terk etmem gerekiyordu, ta ki başka bir bedene kavuşana kadar. Kılıcımı şimdi olduğu gibi daha önce de bana ait olmayan ama çaldığım bedenden geri çekip çıkardığımda kılıcımın alev alarak küle dönüştüğünü izledim. İnsanın astral bedeni içindeki ruhum ait olduğu yere dönüp saklanmadan önce yeni gecede kanat çırpan meleğin güzelliğine son bir kez baktım ve ölü bedenin üstüne saçılmış olan saç tutamlarını aldım. Melek savunmaya hazır bir şekilde beklerken, kullandığım bedeni öldürdüğümün tabi ki de farkındaydı; fakat yine de kılıcını sıkı sıkı tutuyordu. Göğe asılmış bir nur parçasıydı ve varlığı tüm yıldızlara ilham veriyordu. Güzelliğine son kez gülümsedim. “Hoşça kal Melek.” Gizem OZAN
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Gizem Ozan, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |