"Bilmezlik ile ne hoştum; hayalimde ne güzellik, ne de aşk vardı." -Fuzuli, Leyla ile Mecnun |
|
||||||||||
|
Temel ve Mahmure ölüm döşeğinde son nefesini vermek üzere olan annelerine aldırmadan sokakta oyun oynuyorlardı. Onlar henüz çocuktular. Ne bilsinlerdi ölümün ne olduğunu. Bildikleri sadece ölenlerin bir mezara gömüldüklerinden ibaretti. Anneleri mezara gömüldükten sonra bir daha onları hiç dövemeyecekti. Çok sinirliydi anneleri. Olur olmaz nedenlerle acımasızca döverdi onları. Bu yüzden annelerinin ölmek üzere olması hiç ilgilendirmiyordu onları. Hatta annelerinin ölecek olmasına seviniyorlardı. Evden yüksek ağlama sesleri geldiğinde, annelerinin öldüğünü anlamışlardı. Temel kardeşine, Annemiz öldü galiba dedi. Mahmure, İyi oldu da öldü. Bıktım onun dayaklarından. Babam bizi hiç dövmez. Kader onların çizgisini çok kötü çizmişti. Kurtuluş zannettikleri ölümün yaşamlarını daha da beter edeceğini nereden bilirlerdi? Annelerinin ölümü üzerine babası çocukların küçük olmalarını bahane ederek, yanına almak istemedi. Çocukların bakımını anneanne üstlendi. Giden geleni aratır derler ya, aynı oldu. Anneanneleri kızının ölümünün nedeni onlarmış gibi nedenli nedensiz annelerinden beter dövüyordu onları. Babalarına her şikayet ettiklerinde babası, Büyükler sever de döver de diyordu.Yaşam çekilecek gibi değildi ama neylesinlerdi. Dünyaya gelmek de, gitmek de ellerinde değildi. Yine de yıllar su gibi akıp gidiyordu. Okulsuz eğitimsiz yaşamlarında Temel on beş yaşına, Mahmure ise on üç yaşına basmışlardı. Tarih tekerrürden ibarettir derler. Şimdilerde anneanneleri ölüm döşeğindeydi. Yine komşular ve akrabalar, göz yaşı ve çığlıklar. Yapayalnız kalmışlardı. Neyse ki, babaları ölüm haberini alır almaz gelip çocuklarını alıp götürmüştü. *** Yeni bir yaşam başlamıştı. Tek bir göz bağ evi. Oyun yerleri ise bağ yolları. Kız iyi kötü yemek yapmayı becermeye başlamıştı. Ağabeyi se ineklerin bakımıyla ilgileniyordu. Oyun oynayacak zamanları hemen hemen hiç kalmamıştı. İşleri ağırdı ama hiç olmazsa dayak yedikleri yoktu. Bu da onları mutlu etmeye yetiyordu. Giyim kuşam ve tüm yoksulluklar onları etkilemiyordu. Aç değillerdi, açıkta değillerdi. Babalarına Dingoz Ahmet derlerdi. Çok sessiz ve sakin bir adamdı. Değil çocuklarını dövmek, onlara kızmayı bile beceremiyordu. Öylesine sessiz ve sakin bir adamdı. Komşuları akıl verirlerdi ona. Bul birini evlen be Ahmet. Yarın bu çocukları baş göz edeceksin. Yine yalnız kalacaksın. O, İyi söylüyorsunuz ama bu çocuklarla, bu fakirlikle kim varmak ister bana derdi. Evlenmeyi o da istiyordu ama olmuyordu. Kim isterdi onun yaşadığı sefaleti paylaşmayı? Onun en büyük lüksü, erkek olduğunu anımsamak için uzun aralıklarla gittiği genel evden ibaretti. Yine böyle bir gündü. Genel evdeki yaşlıca sayılacak bir sermaye kadın onu kapıda karşıladı. Hoş geldin kocacığım. Hadi bakalım yedi numaraya çık. Ben hemen geliyorum. Bu sözler üzerine içinde şimdiye kadar hiç tatmadığı bir sevgi seli oluştu. Böyle bir sözü ilk defa bu kadından duyuyordu. Uysal bir kedi gibi sessizce üst kata çıktı. Okur yazar olmadığı için yedi numaralı odanın hangisi olduğunu kestiremedi. Odalardan hiç birine girmeden beklemeye başladı. Az sonra kadın geldi Müşterisinin kendisini dışarıda beklediğini görünce, Kocacığım neden odamıza girmedin diye sordu. Ahmet boynunu büktü. Okumam yok da hangi odaya gireceğimi bilemedim. Kadın yedi numaralı odaya girip, Hadi kocacığım gelsene dedi. Odaya girdiğinde kadın içtenlikle boynuna sarıldı. Hadi kocacığım söyle bakayım. Seni buraya hangi rüzgar attı? Benim de seyrek de olsa bir kadınla yatmaya gereksinimim var. Sen bekar mısın? Öyle sayır. Karı yıllarca önce öldü. Ölenle ölünmez ki. Neden tekrar evlenmedin? Evlenecek kimse bulamadım ki. Fakir adamı kim ne yapsın? Hadi canım sen de, neden bulamadın? Ben çok fakir bir insanım. Üstelik iki de çocuğum var. Bu halimle kim kabul eder beni? O nasıl söz kocacığım? Beni kabul edersen hemen evlenirim seninle. Çocuklarına da öz annelerini aratmam. Onlar annelerini anımsamıyorlar bile. Tamam şekerim. Onların annesi ben olurum. Hadi bakalım sen de soyun. Seni iyice bir gevşeteyim. Dingoz Ahmet hemen soyunup yatağa girdi. Ne de olsa uzun zamandan beri bir kadınla beraber olmamıştı. Kadın da yatağa girip sım sıkı boynuna sarıldı. Hadi kocacığım artık seninim. Karım de bana. Uzun uzun seviştiler. Son noktaya ulaştıktan sonra konuşmaya başladılar. Hadi söyle bana. Seni memnun edebildim mi? Hem de nasıl. Bu güne kadar bana senin gibi candan sarılan bir kadına rastlamadım. Ben evlilik hayatımda bile böylesine sıcak ve güzel bir ilişki yaşamadım. Çok, çok sevdim seni. O halde evlen benimle. Hem beni bu bıktığım ve iyice iğrendiğim hayattan kurtarırsın. Hem de seni ömür boyu mutlu ederim. Benim nasıl bir yerde yaşadığımı bilmiyorsun ki. Nasıl bir sefalet içinde yüzdüğümü bir görsen hemen vaz geçersin benden. Ben ne giyim arıyorum ne de lüks bir hayat. Bundan böyle benim için geçerli olan bir lokma ve bir de hırka. Ben seninle evlenmek isterim ama korkuyorum. Gün gelir yaşadığımız sefalete isyan edip beni terk edersin diye. Çıkmaz bir sokağa girip geri dönmektense, o sokağa hiç girmemeyi yeğlerim. Terk edilirsem yıkılırım. İflah etmem bir daha. Şunun korktuğu şeye bak. Ben bu hayattan bıktım diyorum sana. Bir daha bu hayata geri dönmektense ölmeyi yeğlerim. Hadi kocacığım kalk giyin. Ben de giyineyim. Gidelim seninle. İster altıma ot bir yatak ser. İster gazete kağıtlarının üstünde yatır beni. İneklerden sağdığımız sütten bile başka yemek istemem senden. Yeter ki bu hayattan kurtar beni. Kalktılar. O giyinirken kadın kadın gardropu açıp giysilerini çıkardı. Hadi sen aşağıya in. Ben temizlenip giyindikten sonra gelirim. Peki deyip aşağıya indi. Müstakbel eşini beklemeye başladı. Beklemesi uzun sürmedi. Kadın salona döndüğünde çaçaya, Mama, ben artık buradan ayrılıyorum. Hakkını helal et. Patrona daha önce evlenecek birini bulursam ayrılacağımı söylemiştim. Habersiz ayrıldığıma kızmayacağından eminim. Nikahtan sonra gelir evlilik cüzdanıyla çıkış işlemini tamamlarız. Tamam kızım. Gidebilirsin. Patron sana niye kızsın. Hadi bakalım Allah bahtını açık etsin. Mamayla sarılıp öpüştüler. Diğer sermaye kadınlarla vedalaşmadı bile. Zira onlar artık yaşlandığı için çok horlamışlardı. Polis kulübesine geldiklerinde polis, Nereye gidiyorsun diye sordu. Abim geldi de, çıkıp biraz alış veriş yapacağız. Tamam anlaşıldı. Fazla geç kalma. Kulübeden gülerek uzaklaştılar. Patronunun kendisini aramayacağından emindi. Yaşlandığı için müşteriler ona itibar etmiyorlardı. Açıkçası, patronuna yük olmaya başlamıştı. Patronu bu yükten kurtulduğu için memnun olurdu. Tren istasyonuna giderek ilk trene binerek müstakbel eşinin yaşadığı ilçeye hareket ettiler. Tren istasyonu olmayan bir durakta indiler.Zeytin ormanı gibi bir yerdi indikleri durak. Bazen hendek üstlerinden, bazen de bağ yollarından yürüyerek bir tepenin yamacındaki bir eve geldiler. Ev tek odadan ibaretti. Odanın bir köşesi mutfak gibi kullanıldığı belliydi. Yanı başında ineklerin barındırıldığı bir dam vardı. Havaya ağır bir inek ve sidik kokusu hakimdi. Aslında çok güzel bir yerdi burası. Bağ damının bulunduğu arazi oldukça genişti. Arazinin içerisinde dut, şeftali, kayısı ve ayva ağaçları vardı. Hendeklerde ise öbek öbek oldukça gür böğürtlenler vardı. Burası gerçekten yaşanacak bir yerdi. Odanın içini pislik götürüyordu. Olsun diye düşündü. Elim ayağım sağlam. Bu eski eşyaları atıp yenisini aldım mı? burası gönlümün sarayı olur diye düşündü. Tulumbanın yanına gitti. Kola basmasıyla suyun akması bir oldu. Ayyyy diye bağırdı. Ahmet!! Baksana buraya. Bu tulumbada ne kadar bol su var. Bunun suyu içilir mi? İçilir, içilir. Komşular bile gelip bu tulumbanın suyundan alırlar. Tulumbanın suyu ile ellerini ve yüzünü yıkadıktan sonra da biraz su içti. Su ne kadar güzelmiş diye söylenerek odaya girdi. Odanın temizlenmesi için nelerin gerekeceğini tespit etti. Kapkacakları inceledi. Hemen hemen işe yarayacak hiçbir şey yoktu. Çantasından çıkardığı deftere uzun bir liste yaptı. Akşamüzeri oğlu ve kızı geri döndüler. Çocukların üst başları perişandı. Üstelik iğrenç denilecek kadar da pistiler. İşim çok zor diye geçirdi içinden. Ne kadar zor olursa olsun, ne yapıp edip bu işi başaracaktı. Onların pislik içinde süt sağışlarını iğrenerek izledi. Ama yine de yılmadı. O eski iğrenç hayata dönmemek için başarıya mahkumdu. Akşam yemeği için hazırlanan yer sofrasında yere serilen sofra bezindeki koku dayanılacak gibi değildi. Çantasından çocuklar için aldığı simitleri çıkardı. İyi ki fazla almıştı. Bir tanesini kendisine ayırarak sofradan kalktı. Benim iştahım yk diyerek dışarı çıktı. İyi ki bu simitleri almıştı. O sofrada yemek yemesi olası değildi. Gece vakti sofada bulabildikleri ile bir yatak yaptı. Kocasına, Biz dışarıda yatalım. Çocuklar içeride yatsınlar dedi. Kocası bu isteğine karşı geldi. Olur mu hanım? Sivri sineklere yem oluruz orada. Ben alışığım ama sen yapamazsın. Barındırmazlar seni orada. İyice örtünürüm. Yarın çarşıya gideriz. Hem cibinlik, hem de diğer gereksinlerimizi alırız. Sen nasıl istersen öyle olsun. Geceyi sivri sineklerle savaşarak geçirdiler. *** Sabah gün doğumundan sonra inekleri sağdılar. Sütleri kirli bir tülbentten geçirerek süzdüler. At arabasına koyduktan sonra yeni evliler de arabaya bindiler. Arabaya koşulu atı ilçeye doğru dehlediler. Sütü mandıraya teslim ettikten sonra boşalan güğümleri tekrar arabaya koydular. Arabayı ilerideki bir arsaya sürüp atı koşumları arabadan ayırarak çıkardılar. Atı yularındaki iple arabaya bağladıktan sonra başına yem torbasını geçirdiler. Önce belediyeye giderek nikah için gereken işlemleri yaptırdılar. İşlem için gerekli olan resimleri şipşakçıya çektirdiler. Önce yatak yorgan satan bir mağazaya gittiler. Bir tane iki kişilik, iki tane de tek kişilik yatak ve yorgan aldılar. Aynı dükkandan bir de cibinlik satın aldılar. Başka bir dükkandan iki tencere, bir tava on iki tabak ve on ikişer çatal ve kaşık aldılar. Bir bakkaldan sabun, kazan, leğen ve tas aldılar. Uncuya bir çuval un ve bir paket maya parsı verdikten sonra arabanın yanına döndüler. Atı tekrar arabaya koştuktan sonra sıra ile alış veriş yaptıkları dükkanlara giderek aldıklarını arabaya yüklediler. Yolları üzerindeki kireççiden yirmi kilo sönmemiş kireç aldılar. Eve döndüklerinde yeni aldıkları leğene su doldurup kirli çamaşırların bir kısmını suya batırdıktan sonra üzerlerine bolca deterjan ve sabun sodası döktü. Bu denli kirli çamaşırlar başka türlü arınamazdı. Boş bir varili evin önüne koyduktan sonra tulumbadan çektiği suyu kovalarla varile taşıdı. Varili yarıdan fazla suyla doldurduktan sonra sönmemiş kireçten iki büyük parça attı. Biraz bekledikten sonra bir sırıkla suyu iyice karıştırdı. Kirecin iyice eridiğine kanaat getirdikten sonra iki külçe daha attı. Yirmi kilo kireci eritinceye kadar karıştırmayı sürdürdü. Bu iş iki saatini almıştı. Leğene koyduğu çamaşırları leğenin yanına çökerek uzun uzun çitileyerek yıkadı. Yıkadıklarını tulumbanın yanındaki taşın üzerine koydu. Yıkadıklarını birkaç kez duruladıktan sonra uygon gördüğü ağaç dallarına astı. Ertesi gün yıkanmak üzere kalan çamaşırları da sodalı, deterjanlı suya bastırdı.Evin önündeki küçük sebze bahçesinden topladığı patlıcan, biber ve domateslerle yemek hazırladı. Ocağı çalı çırpı ile doldurup yaktıktan sonra yeni aldığı tencereye yağ döktükten sonra ince ince kıydığı soğanı döktükten sonra ocağın üzerine koydu. Ateşe birkaç odun parçası koyduktan sonra, soğanlar menevişleninceye kadar pişirdi. Daha önce hazırladıklarını tencereye boşaltıp biraz da su koyduktan sonra kapağını kapattı. Yavaş ateşte yemek pişerken önce avlunun büyük bir bölümünü suladı. Toprak suyu iyice emdikten sonra çalı süpürgesiyle avluyu süpürdü. Yeni aldığı masa ve sandalyeleri tulumbaya yakın bir yere koyduktan sonra masanın üzerini güzelce sildi. Sandalyeleri etrafına koydu. Yeni tabaklardan dördünü masanın üzerine koydu. Çarşı ekmeğini doğrayıp tabakların yanına dizdi. Tam oturup dinlenecekken çocukların inekleri önlerine katıp döndüklerini fark etti. Aklına süt sağılacak olan kirli kovalar geldi. Hemen kovaları tulumbanın yanına taşıyarak Arap sabunu ve çamaşır sodasıyla güzelce yıkadı. Ocaktan tencereyi indirip kocaman bir kazanı ateşe koyup suyla doldurdu. Altına bolca odun sürdü. Süt sağımı bittikten sonra ahırı temizlemekte olan kocasına seslendi. Ahmet!!! Hadi sofra hazır. Gel artık yemek soğumasın. Tamam hanım hemen geliyorum. Masaya yönelen kocasının önüne dikildi. Hop nereye böyle? Hadi bakalım tulumbaya. Sabun da koydum oraya.ö Çocuklar da gelsinler. Hadi bakalım hep beraber ellerinizi ayaklarımızı ve yüzümüzü iyice yıkayın bakalım. Çocuklar iyice şaşırmışlardı. El ayak yıkamakta ne oluyordu? Ne gereği vardı el yıkamanın Karşı çıkmadılar. Ellerini ayaklarını ve yüzlerini sabunla iyice yıkadıktan sonra evin duvarına asılmış olan havluyla ellerini yüzlerini sildiler. Alışmış değillerdi bmyle el yüz yıkamaya. Hele sabun kokulu havluyla ellerin yüzlerini kurulamanın hazzına doyamadılar. Masanın etrafına sıralanmış sandalyeler daha da hoşlarına gitmişti. Yemeğin tadına doyamadılar. Odun ateşinde pişmiş yemeğin tadına kim doyabilir ki. Yemek sonrası analıklarının uyarmasına fırsat vermeden tulumbaya gidip elerlini ağızlarını sabunla yıkadılar. *** Yeni düzene hepsi de uyum sağlamışlardı. Kızları kara kuruydu ama yine de bir kısmeti çıktı. Oysa bu kızı kimse beğenip almaz diyorlardı. İsteyen çoban diye nazlanmadan verdiler kızı. Kız zaten biraz da saftı. Daha iyisini beklemekse fazla hayalcilikten başka bir şey olmazdı. Söz kesildi. İki taraf da fakir olduklarından düğün gibi bol harcamalı bir istekte bulunmadılar. İki taraf yakınlarının katıldıkları nikah töreniyle evlilik gerçekleştirildi. Gelin kendi giysilerinden olan bir küçük bohçayla koca evine yolcu edildi. Gelinin gelinlik bile giyememesinin tek nedeni ise fakirlikleriydi. Alah bundan böyle bahtlarını açık etsin dualarıyla uğurlandılar. Temel kardeşinin bir gelinlik dahi giyemeden evlenmesine çok üzülmüştü. Kusuru babasında buluyordu. İneklerden birini satıverseydi, kardeşi gelinlik de giyerdi. İyi kötü düğün de yapılabilirdi. Ben ne olacağım diye düşündü. Bundan böyle inekleri otlatmaya çıkardığında yalnız olacaktı. Onunla bazen kavga ederlerdi. Bazen de oyun oynarlardı. Zaman akıp giderdi. Günün nasıl geçtiğini anlamazlardı bile. Bundan sonra ne olacaktı? Babası iş bilmeyen bir adamdı. Üvey annesinin ev donatmaktan başka bir bildiği yoktu. Çocukluğunda dinlediği masalların etkisiyle hep masal dünyasında yaşamıştı. Hep kendisine evlilik teklif edecek bir peri kızı hayallerini süslemişti. Bu güne kadar tek bir peri kızı bile görmemişti. Zamanla gerçekleri kavradığında tüm hayalleri yıkılmıştı. Peri kızı diye bir varlık yoktu. O ancak bir insanla evlenebilirdi. Kendisi gibi boy ve kilo fakiri biriyle hangi kız evlenmek isterdi? Ah!!! çok parası olsaydı kimler koşmazdı ki peşinden. Para, para hep para. Senin gözün kör olsun emi para. Ama o ne yapıp edip para kazanmanın yolunu bulacaktı. Br patronun yanına sığırtmaç olarak girecekti. Alacağı aylığın tamamını dana alımına yatıracaktı. Patronuyla o şekilde anlaşacaktı. Latif kahya o şekilde zengin olmamış mıydı? Kararını verdi. Babasının yanından ayrılıp bir başkasının yanında işe girecekti. Akşam yemeğinde babasına, Baba ben senin yanından ayrılıp bir başkasının yanında işe gireceğim. Senin şu dört ineğin getirisi boğazımıza bile yetmiyor. Hem bir boğaz eksilir, hem beb de biraz para kazanma olanağına kavuşurum. Babası bu düşüncesine karşı gelmedi. Sen bilirsin oğlum. Artık büyüdün. Bundan sonraki yaşamın hakkındaki kararı sen vereceksin. İnşallah hakkında hayırlı olur dedi. *** Artık inekleri otlatmaya üvey annesi götürüyordu. Kendisi yakınlarındaki bir çiftliğin sahibine iş için baş vuruda bulundu. Hemen işe alındı. Ne bilirdi ki bu başlangıcın kendisi için kötü bir sona neden olacağını. Çiftlik sahibi belalı bir adamdı. Bir süre sonra kendisini kıyasıya dövmeye başlamıştı. Bırakıp gitmek istediğinde ağası, Bırakıp gidersen birikmiş paralarını vermem ha diyordu.Oysa o biriken paraları için nelere katlanmıştı. Çaresiz katlanacaktı. Dayak, dayak ve hakaret dışında gördüğü bir şey yoktu. Her şeyi bırakıp gitmek istediğinde patronu en genç danaları göstererek, Bak bunların hepsi senin diyordu. Alacağı danaların hayalleriyle tüm kötülüklere dayanmak zorunda kalıyordu. *** Soğuk bir kış günü inek sağıyordu. İnek birden kovayı tekmeleyerek devirip kovadaki sütün tamamını döktü. Bunu gören patronu, Ulan sen adam olmayacak mısın diyerek yanına geldi. Kıyasıya dövmeye başladı. Ağzı burnu kan içerisinde kalmasına rağmen o ha bire vurmayı sürdürüyordu. Yere düştüğünde hareketsiz kaldı. Patron oğluna, Sağlam bir urgan getir bana diye bağırdı. Oğlu da babasından çok korkardı. Hemen koşup urganı bulup getirdi. Babası ipi alıp Temel’i kolları arasından geçirip göğsü üzerinde bağladı. Urganı tarttı. Bu urgan rahatça bu kırk kiloluk genci rahatça taşırdı. Baygın genci kucaklayıp bahçe kuyusunun yanına götürdü. Temel’i baygın haliyle ağır ağır suya indirdi. Boğazına kadar suya bıraktı. Buz gibi kuyu suyu Temel’in hemen ayılmasını sağladı. Ayıldığını fark eden patron Temel’i yukarı çekti. Bir daha sütü devirecek misin? diyerek yine kıyasıya dövmeye başladı. Genç yine bayıldı. Baygın haliyle yine kuyuya sarkıtıldı. Bir çok kez yinelendi bu dayak ve kuyuya sarkıtma faslı. Sonunda değil dövülecek, ayakta duracak hali bile kalmamıştı. Patronu urganı çözüp baygın bedeni kucaklayıp samanlığa götürdü. Burada geber diyerek samanların üstüne attı. Ayıldığında çok üşüyordu. Islak giysileri bedenine yapışmış hareket etmesini daha da zorlaştırıyordu. Soyunmaya çalıştı. Çok güçsüz kalmıştı. Bu nedenle giysilerini dinlene dinlene çıkardı. Güçlükle saman hararlarının yanına sürünerek gitti. Boış bir hararın üzerine uzanıp diğerini üzerine çekti. Çok üşüyordu. Dişlerinin takırdaması durmak bilmiyordu. Bütün bedenini ateş sardı. Alnında ter damlaları oluştu. Bilincini kaybederek bayıldı. Sabah patron samanlığa girip işçisinin ne halde olduğunu görmek istedi. Samanlığın loş ışığında hararlara sarılmış baygın genci zor fark etti. Yanına gidip yaşayıp yaşamadığını kontrol etti. Yaşadığını anlayınca hararla birlikte daha aydınlık olan kapı yanına çekti. Eliyle ateşini kontrol etti. Ateşinin çok yüksek olduğu el kontrolü bile anlaşılıyordu. Oğluna seslendi. Gel oğlum buraya. Bu pislik öldü ölecek. Koyun bunu arabaya. Götürüp babasına teslim edin. Bari babasının yanında gebersin. Ölüsü bizim başımızda kalmasın. Önce bir şeyler giydirin. Giydirdikten sonra o baygın haliyle arabaya bindirip babasının evine götürdüler. Babası inekleri otlamakta olduğundan annesi evde yalnızdı. Annesinin gösterdiği yer minderine genci yatırdılar. Annesi üvey de olsa kadındı. Üvey oğlunun ateşler içinde yandığını hemen fark etti. Bir tabağa sirke koyarak içinde bir bez ıslattı. Bezi üvey oğlunun alnına koydu. Bir başka sirkeye batırılmış bezle vücüdunu ovdu. Sirke etkisini çabuk gösterdi. Temel gözlerini açtı. İnleyerek, Ben neredeyim diye sordu. Evindesin oğlum. Keşke gitmeseydin buradan. Bak seni ne hallere koymuşlar. Yanıyorum biraz su. Peki oğlum hemen getireyim. Testiden doldurduğu bardağı yere bırakıp Temel’i yarı belinden kaldırıp dizini başının altına koydu. Yerdeki su bardağını alıp ağzına dayadı. Temel birkaç yudum suyu güçlükle yutabildi. Suyu içirdikten sonra destek ettiği dizini çekerek başının altına yastığı koydu. Akşam olmak bilmiyordu. Hastayı yalnız bırakmak istemiyordu. Bu nedenle gidip kocasına haber de veremiyordu. Kocası akşam dönüşünü biraz erken yaptı. Karısı kendisini göz yaşlarıyla karşıladı. Hayrola hanım ne oldu? Neden ağlıyorsun böyle? Sorma beyim. Temel ağır hasta. Çok kötü dövülmüş. Her tarafı çürük ve morluk içinde. Patronunun oğlu bir adamıyla getirip bıraktı. Bitmiş çocuk, inan ki bitmiş. Ne olur hemen onu bir doktora götürelim. İnekleri dönünce sağarız. Dur bakayım bir göreyim şunu. İçeri girip oğlunun perişan durumunu görünce beyninden vurulmuşa döndü. Hemen dışarı çıkıp atı arabaya koştu. Karısının yardımıyla oğullarını yattığı şilteyle birlikte arabaya taşıdılar. Arabaya bin dikten sonra atı dehledi. Hızlı gitmesi için de kırbaçladı. At tırısa kalktı. Yarım saatte doktora ulaştılar. Doktor zatürree dedi hastalığa. Yazdığı reçeteyi alıp arabaya döndüler. Eczane önünde durup ilaçları aldılar. Evlerine dönüş yaptılar. Doktorun hastayı sıcak tutun önerisi nedeniyle yer yatağını odun sobasının yanına çektiler. Sobaya bolca odun koyup ateşlediler. Ağızdan içirilecek ilaçları güçlükle içirdiler. İnekleri sağdıktan sonra hastaya iğne yapacak birini bulmak için atına binip tekrar ilçeye gitti. Bisikletiyle uzak yakın demeyen ve her yere giden bir iğneci buldu. Bulduğu kişiye evini tarif etti. İğneci, Oraları çok iyi bilirim. Ben o tarafa çok geldim. Hadi sen git. Belki ben senden önce varırım oraya. Atına binip dehledi. Evine erken varabilmek için kestirim olan dağ yolundan gitmeyi yeğledi. Evine vardığında iğnecinin gelmiş olduğunu gördü. Eve girdi. İğneci iğnelerini kaynatıyordu. Petrol lambasının ışığı çok zayıftı. Hanımına , Bu ışık çok az. Feneri de yak dedi. İğneci, Gerekmez sesi. Ben iğneyi nereye vuracağımı gece karanlığında bile bilirim. Ateşten indirdiği iğne ve enjektörü soğuttuktan sonra vurulacak ilaçları enjektöre çekti. Sonra da kalçasına enjekte etti. Hadi benden eyvallah . Ben yarın yine bu saatte gelirim dedikten sonra bisikletine binerek gitti. Temel derin bir uykudaydı. Sabaha karşı inlemeye başladı. Babası yanına giti. Üstüne eğildi. Ne istiyorsun oğlum diye sordu? Üşüyorum baba. Ayaklarım, ayaklarım donuyor baba. Bak ellerime, ellerime bak baba. Onlar da buz gibi. Isıt beni baba. Hemen sobaya odun doldurdu. Közlerin ateşlemesini beklemeden kalın bir çırayı yakıp odunların altına koydu. Odun sobasının ısısı çabuk yayılır. Odunlar alevlenir alevlenmez sıcaklık odanın içine yayıldı. Temel durmadan sayıklayordu. Baba üşüyorum. Ayaklarım baba, ayaklarım donuyor. Baba bak annem de geldi. Yer aç anneme baba. İyice yakınıma otursun. Bak gördün mü baba? Patronumun beni çok dövdüğünü o bile duymuş. Karısına baktı. Her şeyden habersiz uyuyordu. Temel sayıklamasını sürdürüyordu. Gel anne gel Ayaklarımın yanına otur. Isıt ayaklarımı anne. Bu sayıklamalar hayra alamet değildi. Karısının yanına gidip uyandırdı. Hanım kalk. Oğlum ölüyor galiba. Durmadan annesini sayıklıyor. Kadın hemen kalktı. Niye beni daha önce kaldırmadın Ahmet? Ne bileyim ben? Sobayı yakınca üşümesi geçer diye düşünmüştüm. Kadın giyindikten sonra Temel’in ayakları dibine çöktü. Yorganın altından ayaklarını tuttu. Ayaklar buz gibiydi. Baş ucuna gidip elini alnına koydu. Ateşi yoktu. Ellerini tuttu. Elleri de soğuktu. Temel durmadan annesini sayıklıyordu. Sayıklaması durduğunda, Ahmet oğlumuz gidiyor, oğlumuz ölüyor diyerek hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. Babası yanı başına çöküp oğlunun ellerini avuçlarının içine aldı. Buz gibi olmuş ellerini avuçlarının içinde ısıtmaya çalıştı. Temel’in ağzından bir hırıltı çıktı. Gözlerindeki bakışları dondu. Bu kez babası da feryada başladı. Gitti oğlum gitti. O namussuzlar öldürdüler oğlumu. Hem de hak etmediği bir şekilde. İkisi birden soğumaya başlamış olan cesedin üzerine kapanıp uzun uzun ağladılar. . Özcan Nevres Büyükçekmece 12 Temmuz 2004 Pazartesi
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Özcan Nevres, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |