"Hayranlığı o dereceye vardı ki; yere düştü ve kendinden geçti." -Fuzuli (Leyla ile Mecnun) |
|
||||||||||
|
Son günlerde Türkiye’de ve dünyada yaşanan İslam ya da Müslüman kisvesindeki kişilerin yaşadıkları ahlak sorunu, din faktörünün yeni baştan değerlendirilmesini gündeme getirmiştir. Marks’ın orta çağ Hristiyanlığı için söylediği “Din bir afyondur” cümlesi bugünkü Müslümanların sergilediği dinin tam da bu cümleyle örtüşüyor olduğunu söylemek sanırım yanlış olmaz. “Görünen köy kılavuz istemez” sözü belki bugünün Müslümanlarının dini temsilleri için söylenmiş bir söz değil, ama bugünü çok da güzel ifade etmekte. Şimdi ben bir İslam Misyoneri olarak insanlara bu dinin yüksek ve ilahi değerlerini anlatmaya çalışsam, insanlara demen gereken “Selam” kelimesinden İslam kelimesinin türediği ve bu kelimenin de sevgi, hoşgörü ve barış anlamlarına geldiğini doğal olarak söylemem gerekir. Eminim karşımdaki insanlar da bana, Müslümanların hırsız, sahtekâr, dolandırıcı, adam kayıran, hak hukuk gözetmeyen, insanları fırkalara ayırmakta bir mahsur görmeyen, kendileri için helal olan her şeyin başkaları için haram olduğunu iddia eden kimseler olduklarını söyleyip, benim anlattığım dinin Müslümanlık olmadığını, başka bir şeyden bahsettiğimi söyleyeceklerdir. Böyle söylemezlerse eğer, benim bir yalancı olduğumu düşünüp, söylemezler mi? İşte mistik kültür veya din mefhumuna saldırının kaynağı da bu sosyal gerçeklik değil mi? Ben bile neredeyse dine saldırabilecek duruma gelmişsem, diğerlerinin bunu yapması bana göre gayet normal. Yazının başında altın ve pislik benzetmesine yer vermiştim, şimdi o benzetmeye yeniden dönelim. Altın Allah’ın dini, pislik bugünkü Müslümanların gösterdikleri davranışlar… Müslümanlar Allah’ın dinine bulaşmakla onu değersizleştirebilirler mi ya da Müslümanlar Allah’ın dinine tabi olduklarını söylemekle değer kazanabilirler mi? Ben her insanın doğuştan Tanrı inancını taşıdığını düşünüyorum. Ateist dediğimiz kesim de kozmos denilen maddeyi ezeli ve ebedi varlık olarak kabul edip Tanrılaştırmakta. Yani tarih boyunca din ve Tanrı inancı olmayan bir varlık bana göre yoktur. Kimi göksel birtakım varlıklara, kimi yerde gördüklerine, kimi muhayyilesinde oluşturduklarına, kimi korkusunun, kimi sevgisin var ettiği varlıklara iman etmeyi sürdürmekte. Bütün insanlar kendi iman ettiklerinin dışındakileri batıl kabul etmekteler. Kiminin Tanrı’sı batın, kiminin Tanrı’sı Zahir’dir. *** Nazım Hikmet… Nazım bir zaman sözde İslamcı ya da muhafazakâr denilen kesimlerce vatan hani, şiir hırsızı, ahlaksız, Stalin’i peygamber gibi gören, Türkiye’yi değil, SSCB’yi anayurt kabul eden bir hain ve bir devlet düşmanı olarak tanındı / tanıtıldı. Bakın vatan hainliğini kendisi nasıl anlatıyor “Vatan Haini” adlı şiirinde. “… Evet, vatan hainiyim, siz vatanperverseniz, siz yurtseverseniz, ben yurt hainiyim, ben vatan hainiyim. Vatan çiftliklerinizse, kasalarınızın ve çek defterlerinizin içindekilerse vatan, vatan, şose boylarında gebermekse açlıktan, vatan, soğukta it gibi titremek ve sıtmadan kıvranmaksa yazın, fabrikalarınızda al kanımızı içmekse vatan, vatan tırnaklarıysa ağalarınızın, vatan, mızraklı ilmühalse, vatan, polis copuysa, ödeneklerinizse, maaşlarınızsa vatan, vatan, Amerikan üsleri, Amerikan bombası, Amerikan donanması, topuysa, vatan, kurtulmamaksa kokmuş karanlığımızdan, ben vatan hainiyim. Yazın üç sütun üstüne kapkara haykıran puntolarla: Nâzım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor hâlâ.” Nazım Hikmet… Sosyalist çevrelerce kabul edilen evrensel düzeyde bir şair… “Tam Bağımsız Türkiye” sloganıyla yola çıkan ve kelle koltukta yürüyen, Türkiye’de olduğu sürece ömrünün önemli bir kısmını hapislerde geçiren bir vatansever. Evrensel şair kabul edilmesinin nedenlerinden biri, evrensel bir şair olan Neruda’nın Nazım’ın ölümü üzerine duygularını ifade ettiği şiiri... “Bir Güz Çelengi … Sana Şili'nin kış krizantemlerinden bir demet sunuyorum Ve soğuk ay ışığını güney denizleri üzerinde parıldayan Halkların kavgasını ve kavgamı benim Ve boğuk uğultusunu acılı davulların, kendi yurdundan... Kardeşim benim, adanmış asker, dünyada nasıl da yalnızım sensiz. Senin çiçek açmış bir kiraz ağacına benzeyen yüzünden yoksun dostluğumuzdan, bana ekmek olan, rahmet gibi susuzluğumu gideren ve kanıma güç katan Zindanlardan kopup geldiğinde karşılaşmıştık seninle Kuyu gibi kapkara zindanlardan Canavarlıkların, zorbalıkların, acıların kuyuları Ellerinde izi vardı eziyetlerin Hınç oklarını aradım gözlerinde Oysa sen parıldayan bir yürekle geldin Yaralar ve ışıklar içinde. …” İşte Nazım’ın Evrenselliği. Ve bu evrensel vatan haini, bir zorbalığa başkaldıran bir din adamını destanlaştırıyor. Bu destan kahramanı Şeyh Bedreddin. Şeyh Bedreddin Destanı’nda Nazım’ın din görüşünü, ateizmle ilişkisini ve mistik düşüncelerin toplumsal gelişmelerdeki katkısını nasıl dile getirdiğini birlikte görelim. *** Şeyh Bedreddin Destanı 14 bölümden oluşmakta. Destanı bir bütün olarak ele alıp, kültürel ve beşerî yönü ile Kur’an-ı Kerim ayetleri doğrultusunda ilahi yönüyle değerlendirmek… Osmanlı arşiv bilgilerinde Bedreddin’in İslam karşıtı düşünceler yaydığı ve peygamberlik iddiasında bulunduğu, asıl İsyan nedeninin ise Bedreddin’in kazaskerlikten alınması olarak gösteriliyor ve idamı da meşru bir zemine oturtulmuş oluyor. Türkler Müslüman olduktan sonra din adamlarına çok önem vermişler, eski oba beylerinin yerini şeyhler ve mürşitler almıştır. Bu din adamlarına önemli ölçüde arazi verilmiş, bir tür tımar beyi gibi işlevlerini yürütmüşler, savaş zamanlarında ise gönüllüler hariç bu tarikatların üyelerini askerlik ve vergiden muaf tutmuşlardır. Daha sonraki yıllarda devlet kendince, dirlik ve düzeni sağlamak için bu tür yapılaşmaların güçlenmesine meydan vermediği gibi, kendi yandaşlarını bu kuruluşların başına geçirmek için uğraş vermiş, başaramadığı zaman da onları yok etme yolunu seçmiştir. Bedreddin, Mehmet Çelebi döneminde yaşayan ve isyan eden bir tarikat şeyhidir. Nazım Çelebi Mehmet’i ve tahta çıkışını bakın nasıl anlatıyor? “Sedirde al yeşil, dal dal Bursa ipeklisi, duvarda mavi bir bahçe gibi Kütahyalı çiniler, gümüş ibriklerde şarap, bakır lengerlerde kızarmış kuzular nar idi. Öz kardeşi Musa’yı ok kirişiyle boğup yani bir altın leğende kardeş kanıyla abdest alarak Çelebi Sultan Memet tahta çıkmış hünkâr idi.” Derler ki, Fetret devrinden çıkan Osmanlı gerek mali gerek askeri ve gerekse siyasi yapılaşmada hayli zayıf düşmüştür. Bu nedenle sivil kuruluşların birçoğu bugünkü anlamda kamulaştırılmış, vergileri artırmış, tekke ve tarikatlardan da devlete bir miktar yardım yapılmasını zorunlu kılmıştır. İşte bu zorunlu yardıma maruz kalan tarikatlardan biri de Şeyh Bedreddin tarikatıdır. Nazım İznik halkının o günkü durumunu şu dizelerle anlatıyor. “Bu göl İznik gölüdür. Yanında İznik kasabası. İznik kasabasında kırık bir yürek gibidir demircilerin örsü. Çocuklar açtır. Kurutulmuş balığa benzer kadınların memesi. Ve delikanlılar türkü söylemez.” Toplanan gelirin önemli bir kısmı devlet tarafından alınınca, kalan bütçe tekkenin masraflarını karşılamaya yetmemeye başlamış ve zamanla homurtular da isyana dönüşmüştür. Devlet alacaklarından vazgeçmek yerine bu kuruluşu yok etme yoluna gitmiştir. Devlet kendi itibarını halkın rahatından daha çok öncelediğini göstermiştir. Bunu Nazım’ın destanına aldığı Kaygusuz Abdal deyişinde de görüyoruz. “Baba Musa’mızdan almış cehdini Gördün mü Kaygusuz zulmün vaktini Padişahlar tacı ile tahtını Yoklar gider bizim Dede Sultan’a” Osmanlıyı kurduran ve devletleştiren bir tarikatken, Osmanlı birdenbire tarikat karşıtı durumuna geliyor. İnsan cevapsız bir soru da olsa ya da tatminkâr cevabı olmayan bir soru da olsa “Neden” sorusunu sormadan yapamıyor. “Bedreddin yiğitleri ufka baktılar. Gitgide yaklaşıyordu bu toprağın sonu fermanlı bir ölüm kuşunun kanatlarıyla. Oysaki onlar bu toprağı, bu kayalardan bakanlar, onu, üzümü, inciri, narı tüyleri baldan sarı, sütleri baldan koyu davarları, ince belli, aslan yeleli atlarıyla, duvarsız ve sınırsız, bir kardeş sofrası gibi açmıştılar.” Tarikat ve tekkeler var olanı paylaşmak amacı doğrultusunda kurulan mekanlardı. “Yârin yanağından gayri” her şeyin paylaşıldığı mekânlar…. Her şeyin paylaşıldığı yerlere de destek veren elbette olacaktır. Allah Kur’an-ı Kerim’de malınızın kırkta birini yoksullara verin demiyor. Ben böyle bir ayet görmedim, duymadım da. Allah her türlü koşulda verebilecekleri ne kadar çok olursa o kadar iyi olurdan oldukça çok ayette bahsediyor. Al-i İmran suresi 92. Ayette bunlardan biri, “Sevdiğiniz şeylerden bağışta bulunmadıkça hayra ermiş olmazsınız. Sizin hayır için harcadığınız her şeyi ise Allah bilir” diyor. Bedreddin’in kendi kendine verdiği söz nazımın dizelerinde ölümsüzleşiyor. “Ben gayrı zuhur ve huruç edeceğim! Toprak adamları toprağı fethe gideceğiz. Ve kuvveti ilmi, sırrı tevhidi gerçeklendirip biz milletlerin ve mezheplerin kanunlarını iptâl edeceğiz…» Bilindiği üzere mezheplerin tamamı toplumları gerek yaşantı, gerek dini düşünce ve gerekse siyasal anlayış olarak parçalara ayırmaktan ibaret. Nazım, bir noktada kendi dine bakış açısını bu dizelerde Bedreddin’e söyletiyor. Savaş öncesi bir manzara… Okuyanın tüylerini ürperten bir manzara… sular yanmadı, sular kana boyandı, boyanacak. “Sıcaktı. Sıcak. Sapı kanlı, demiri kör bir bıçaktı sıcak. … Bu gelen Şehzade Murattı. … Sıcaktı. Bedreddin halifesi mülhid Mustafa baktı, baktı köylü Mustafa. Baktı korkmadan kızmadan gülmeden. Baktı dimdik dosdoğru. Baktı O. En yumuşak, en sert en tutumlu, en cömert, en seven, en büyük, en güzel kadın: TOPRAK nerdeyse doğuracak doğuracaktı.” Ve karşılıklı kıran kırana bir savaş… Her savaş elbette toplu cinayettir. Ve her savaşın kaynağı da dindir. İnananlar ve inanmayanlar arsında geçmekte bu savaşlar. Yukarıda da bahsettiğimiz gibi Bedreddin sahte peygamberlikle suçlanmış ve bu yüzden yok edilmiş olduğu söylenmekte. Taht kavgalarında kundaktaki bebeği bile öldürmekten imtina etmeyen birinin hangi mantıkla dini değerleri koruduğunu anlamak da göre mümkün değil. Aynı dine inanan kişilerin arasında ihtilafa bakıldığında da bu bozgunculuk apaçık ortaya çıkmakta. “Bedreddin yiğitleri şehzade ordusunun karşısına çıktılar. Dikişsiz ak libaslı baş açık yalınayak ve yalın kılıçtılar. Mübalağa cenk olundu. Aydının Türk köylüleri, Sakızlı Rum gemiciler, Yahudi esnafları, On bin mülhid yoldaşı Börklüce Mustafa’nın düşman ormanına on bin balta gibi daldı.” Birbirini öldüren ve birbirini dinsizlikle suçlayan iki topluluk… Her dönemde bunu görmek mümkün. Sıffin savaşı Müslüman olduklarını iddia eden kimselerin birbirlerini öldürme meşruiyetinin başlangıcı. O gün bugün birbirlerini türlü bahane ve sebepler yaratarak ve birbirlerini dinsizlikle suçlayarak öldürmekteler. Herksin masum, herkesin suçlu olduğu bir dünyada yaşıyoruz. “Bana destek vermiyorsan kafirsin” mantığının hüküm sürdüğü bir dünya… İnsanlar hak bildikleri yolda yürüyorlarsa ölüm onlar için toya gitmek gibidir. Bedreddin de Hak bildiği yolda yürüyenlerdendi. Nazım da böyle gördü ve destanlaştırdı. “Bedreddin gülümsedi. Aydınlandı içi gözlerinin, dedi: – Mademki bu kerre mağlubuz netsek, neylesek zaid. Gayrı uzatman sözü. Mademki fetva bize aid verin ki basak bağrına mührümüzü.” Bedreddin ne ilkti, ne de son. Dünya denen yerde peygamberler, peygamber soyundan gelenler, ariler, alimler, müderrisler öldürülüyorsa sorgulanacak çok şey var demektir. Bedreddinler ve Pir Sultanlar elbette ölecek. Hak ölenin değil, hak yaşayanın. Ölenin hakkı mahşere… Yağmur çiseliyor. Gecenin geç ve yıldızsız bir saatidir. Ve yağmurda ıslanan yapraksız bir dalda sallanan şeyhimin çırılçıplak etidir. Yağmur çiseliyor. Serez çarşısı dilsiz, Serez çarşısı kör. Havada konuşmamanın, görmemenin kahrolası hüznü Ve Serez çarşısı kapatmış elleriyle yüzünü. Yağmur çiseliyor. 1400 yıl süregelen bu zihniyet, uzay çağında dünyayı mahvedip yaşanmaz hale getirip, uzayın neresinde yaşanabilir, çalışmaları yapılırken bizim uğraştığımız şeylere bir bakar mısınız? Din adına insanı sömüren mi ararsın, devleti kutsallaştırıp insanı hiç sayanlar mı ararsın, Atatürk’ü tabulaştırıp onun arkasına sığınarak kendi sömürü düzenine yön verenler mi ararsın, “Peygamber hata yaptı biz hata yapmayız” diyen küstahlar mı ararsın, bir insana dokunmanın Allaha ibadetten öncelikli olduğunu iddia edenler mi arasın, Sevr mağarası olayını günümüze taşıyıp kendisine mal edenleri mi ararsın, çirkeflikle ilgili ne ararsan var derde devadan gayri. Korkunç bir manzarayı süslü göstermenin en kolay yolu belki de din. “Düşünerek ve aklederek iman edin” diyen bir Allah’ın bile buyruğunu hiçe sayıp, her şeyi din adına meşru görmektir Müslümanın görevi bu zihniyete göre. Aksi ise şirk, münafıklık, kâfirlik, teröristlik, bozgunculuktur Bedreddin’e de, Nazım’a da Allah’tan rahmet diliyorum. 23 Haziran 22 Gölcük
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Osman AKTAŞ, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |